Görüş
Netanyahu ve Neo-Con’lar için İran’ı vurmanın dayanılmaz cazibesi

Tüm dünya Ortadoğu’daki savaş sarmalının adeta rehinesi oldu. Hamas’ın 7 Ekim 2023’te ‘Aksa Tufanı operasyonu’ ile İsrail’e saldırarak fitilini ateşlediği savaş her yeri sarıyor. Gazze’de ve ardından Lübnan’da ağır yıkım ve büyük insani dram yaşanıyor. Bir yıl sonra İsrail, ‘Hamas’ı yok etmek ve rehinelerini kurtarmak’ hedeflerinden uzak görünüyor. Fakat ‘Direniş Ekseni’ liderliği ağır darbeler yedi. İsrail-İran sıcak savaşı eli kulağında. Biden yönetiminin retorikteki ‘itidal’ telkinlerinin aksine hamleleri eşliğinde ‘uçurumun eşiğine’ gelindi.
Gazze’yle destek için Lübnan ve Yemen’le genişleyen cephe karşısında İsrail yönetimi, tırmandırma inisiyatifiyle bodoslama gidiyor. İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, bir yıldır Gazze’de tüm ateşkes girişimlerinden sıyrıldı. Eski statükoya geri dönmemekte hep kararlı oldu. Ötesine geçti ve açılan üç cephenin arkasında gördüğü İran’ın üzerine gitti.
İran yönetimi; 1 Nisan’da Suriye başkenti Şam’da bulunan diplomatik misyonu vurduğunda, zamana yayılan bir füze ve İHA dalgasıyla kalibre edilmiş bir yanıt vermişti. Buna karşılık İsrail, 31 Temmuz’da Tahran’ın göbeğinde Hamas’ın siyasi bürosunun başı İsmail Haniye’yi ekarte etti. Son 2.5 ay ‘Direniş Cephesi’nin komuta kademesi ve liderliğinın ortadan kaldırıldığı bir dalgaya dönüştü.
NETANYAHU ‘GÖKTE ARADIĞINI YERDE BULMUŞKEN’…
Lübnan cephesi kızışırken, 17-18 Eylül’de Beyrut’ta Hizbullah’ın sipariş ettiği çağrı cihazları ve telsizlerin patlatıldığı istihbarat operasyonu geldi. 27 Eylül’de Beyrut’un güneyindeki Dahiye’de Hizbullah’ın Genel Sekreteri Hasan Nasrallah ile birlikte İran Devrim Muhafızları komutanı Abbas Nilfuruşan öldürüldü. İsraillilerin, Hizbullah füzelerinin baskısı altında kuzeydeki evlerine geri dönememelerinden hareketle, 2006 mağlubiyetinden beri neredeyse ‘tabu’ haline gelen Lübnan’ın güneyine adı ‘sınırlı’ diye konan yoklama niteliğindeki ‘kara harekatı’ başlatıldı. Darbe yiyen Hizbullah’ın karadan işgale direnemeyeceğinden hareketle ya Litani ırmağının ötesine ittirilmesi, başarılamazsa ‘geri kaçış seçeneği’ yaratacak şekilde…
Bu silsilede Netanyahu ‘gökte aradığını yerde buldu’. İsrail ordusu tam da Gazze’nin kuzeyini dümdüz etmeye odaklanmışken, Haniye’nin öldürülmesiyle 6 Ağustos’ta yerine getirilen Yahya Sinvar, güneyde Mısır sınırındaki Refah bölgesinde İsrail askerlerinin tesadüf eseri girdiği bir çatışmada öldürüldü. Böylece İsrail 7 Ekim saldırısının asıl mimarını imha etmiş oldu.
Sinvar, İsrail açısından çok işlevsel olan Gazze’deki muhbirlere infazlar eşliğinde Hamas içindeki gücünü konsolide etmiş karizmatik bir isim. İsrail aylardır kendisinin Katar’a kaçıp lüks içinde yaşadığı yahut tünellerde saklandığı ve etrafının rehinelerle çevrili olduğu iddiaları üzerinden psikolojik propaganda yapmaktaydı. Dolayısıyla Sinvar’ın kahramanca savaşırken öldüğünü de ispat eden bizzat İsrail ordusunun yayınladığı görüntüler, herkesi şaşırttı. Belki de kendilerinin de şaşkınlığından… Her koşuda Sinvar’ın bu kutsal davadaki ‘şehitlik’ mertebesinin pekiştiği bir esine dönüştürerek büyük siyasi hata yaptıkları aşikar.
Netanyahu ‘intikamını almış’ görünüyor. Ne ki 7 Ekim’de büyük aşağılanmaya uğramış İsrail ordu ve istihbaratının hamleleri eşliğinde yaşadığı ‘zafer sarhoşluğunu’ gölgeleyen, tam da üzerine üzerine gittiği İran.
‘KAĞITTAN KAPLAN İRAN’DAN ‘KAĞITTAN KAPLAN’ İSRAİL’E…
Devrim Muhafızları; 13-14 Ekim’de Şam’daki diplomatik misyonun vurulmasına misilleme olarak önceden haber vererek 5-6 saate yayılacak şekilde İsrail’i daha ziyade İHA’lar ve az sayıda balistik füze ile vurduğunda, pek çok insan dudak bükmüştü. ‘Şov yaptıkları’ söylendi. Ancak İsrail’in bu salvoyu ABD ve Fransa başta olmak üzere müttefikleriyle ‘savuşturabildiği’ ortadayken askeri uzmanlar İran’ın bu deneyimden ‘çok değerli’ istihbarat sağladığına işaret ediyordu. Buna misilleme olarak İsrail’in 19 Nisan’da Isfahan yakınlarında bir hava üssüne düzenlediği söylenen saldırı doğrusu pek ‘sönük kalmıştı’. Rivayete göre, ABD yönetiminin ‘ölçülü sonu’ getiren arka kanal hamlesi etkili olmuştu.
Ne ki Netanyahu peşini bırakmadı. Mayısta bir helikopter kazasıyla ölen Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin yerine seçilen Mesut Pezeşkiyan’ın yemin töreninden 24 saat geçmeden Hamas lideri İsmail Haniye, misafir olduğu Tahran’da ortadan kaldırıldı. Ve egemenliğinin ihlal edildiğini belirterek sert tepki gösteren İran’dan misilleme beklentisi oluştu. Ancak haftalar geçti, bir türlü gelmedi.
Pezeşkiyan bu durumu daha sonra ‘ABD ve AB’nin Gazze’de ateşkes’ vaadine bağlarken, İran’ın müttefiklerinin öfkesi kulislere yansıyordu. İddiaya göre ağustos ayında – olasılıkla Irak’ta bir yerde – Devrim Muhafızları komutanları Hizbullah heyetinin de yer aldığı ‘Direniş Ekseni’ unsurlarına durumu izah etmeye çalışmıştı. Yumrukların masaya vurulduğu, salonu terk edenlerin rica minnet geri döndürüldüğü bu hararetli toplantı, Tahran’ın tepkisizliğinin Ortadoğu’daki müttefikleriyle yarattığı sıkıntılara işaret ediyordu. Dünyada da ‘kağıttan kaplan’ yakıştırmaları gecikmedi.
Bu arada İsrail eylül ayıyla birlikte hamlelerini Lübnan’a kaydırırken ay ortasında çağrı cihazları ve telsizler üzerinden estirilen terör, biri çocuk ve sağlık görevlilerinin de bulunduğu 37 kişinin ölümünün ötesinde 4 bine yakın Hizbullah mensubunun yaralanmasıyla sonuçlandı. Güvenlik denetiminden geçecek şekilde cihazların içine yerleştirilen patlayıcılarla yapılan bu saldırı İsrail üstlenmese bile doğrusu istihbarat operasyonları tarihine geçecek türdendi.
Ve tüm dünyayı dehşete düşüren bu olayın dumanı tüterken Beyrut’un Hizbullah’ın etkili olduğu güneyine ağır bombardımanlar başladı. Dahiye’yi adeta Gazze’ye çeviren saldırılar büyük sivil kayıplara yol açarken, İsrail 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ı ortadan kaldırmayı başardı. Direniş Ekseni’nin güvenlik zaafiyeti ayyuka çıkmaktaydı.
Nasrallah’ın öldürülmesi ve üstüne Netanyahu’nun son dönemde sandığa ilgisizliği ile yönetime sırtını döndüğü yorumlarına konu olan İran halkına ‘İslami rejimi devirme’ çağrısı yaptığı video bardağı taşırmıştı.
İran 1 Ekim’de İsrail’i nisan ayındakini çok aşan ağır bir saldırı ile vurdu. Hedef esas olarak askeri tesisler olurken, 181 balistik füze ve hatta hipersonik sistemler kullanıldı. İran füzeleri bir bir düşerken, İsrail’in meşhur hava savunma sistemleri Arrow 2-3’ler ve Davut Sapanı’nın yanında bu sefer Batı kalkanının işlevsiz kalmasını dünya ‘canlı yayında’ izledi.
İsrail ordusu ‘hasar fazla değil’ dese de bu kez Financial Times gazetesi İsrail hava savunmasında önleyici füzelerin eksikliğini yazıyordu. Ve bu kez İsrail ‘kağıttan kaplan’ görünümüne büründü. Sebeb-i hikmeti birkaç gün sonra İngiliz devleti ve istihbaratına yakın Daily Telegraph gazetesindeki habere yansıdı.
Daily Telegraph, ‘İran dünyanın en büyük hava savunma sistemini aşabileceğini kanıtladı. Bundan sonra olacaklar yıkıcı olabilir’ başlıklı haberinde; İran’ın İsrail’e saldırısının söylenenden çok daha etkili olduğunu açıkça yazdı.Çıkan uydu görüntüleri Tahran’ın 20 kadar F-35’i imha ettiği iddiasını tam olarak doğrulamaya kafi gelmese bile sadece Necef çölündeki Nevatim üssüne 32 füzenin isabet ettiği belirtildi. Yine Tel Aviv yakınındaki Mossad karargahına evsahipliği yapan Tel Glilot’ta ağır hasar oluştuğu belirtildi.
THAAD VE B-2’LERİN MESAJI
Amerikan yönetimi de 1 Ekim’i ciddiye almış görünüyor. Geçen hafta İsrail’e daha ziyade Kuzey-Güney Kore kriz bölgesinde anılan THAAD (Terminal Yüksek İrtifa Bölgesel Savunma) sistemleri konuşlandırdı. Uzun menzilli balistik füzeleri engellemekte kullanılan bu sistemlerle birlikte 100 kadar Amerikan askeri de İsrail’e gönderildi. Bu sefer İsrail’in kaçınılmaz görünen misillemesi karşısında İran’ın daha güçlü bir saldırıya girişmesi tedirginliği ortada.
Ne ki THAAD’ın İsrail hava savunmasının gediklerini yeterince kapatabileceği tartışmalı. Askeri uzmanlara göre; Lockheed Martin’in 2008’den bugüne kadar üretebildiği sadece 7 batarya ve toplamda 800-1000 önleyici füze bulunuyor. Bu pahalı sistemin yıllık önleyici füze üretimi 50-60 kadar. Bir kısmı Suudi Arabistan ve BAE’de. Suudilerle 44 fırlatıcı ve 360 füze için anlaşma imzalanmış. ABD, İsrail’e var olan 7 bataryadan sadece 1’ini konuşlandırmış durumda.
WSJ’e göre İran’ın balistik füze kapasitesi 3 bini buluyor. Bunların ne kadar İsrail’i etkileyecek menzil ve güçte, bilmiyoruz. Fakat gelen her füzeyi isabetle vurabilmek için iki önleyici füze gerekirken, İran’ın 1 Ekim’de gönderdiği 181 füzeden hareketle İsrail’in kaç saldırı dalgasının karşılanabileceği hesabını yapanlar, THAAD’ın ‘oyun değiştirici’ olamayacağını söylüyor.
Yine THAAD sisteminin aslında gerçek çarpışmada denenmemişliği bir sonun olarak vurgulanıyor. İlk operasyonel kullanımının 2022’de Ensarullah’a karşı olduğu belirtilirken, BAE’nin sadece tekil bir füzenin imha edilebildiğini, kalan füze ve İHA’ların ise sistemi aşarak hasara yol açtığını rapor ettiği belirtiliyor. Amerikalı yetkililer 2019’daki tatbikat vesilesiyle İsrail’e bir THAAD bataryası konuşlandırdıklarını söylemişken, İran’ın 1 Ekim’de X-Band radarını vurduğu iddialarını ekleyelim. Balistik füzelerin hemen hiç önleyici füze görülmeden Nevatim üssünü vurmaları buna bağlanıyor.
ABD’nin Kızıldeniz’deki son hamlesini de not etmeli. Gazze ile dayanışma için dünya ticareti trafiğini altüst eden Yemen’in Ensarullah hareketi karşısında ‘Refah Muhafızı’ operasyonu başarısız bulunan ABD’nin, aniden B-2 Spirit hayalet bombardıman uçağıyla yeraltı mühimmat depolarını hedef alması manidar. İran’ın yeraltında olduğu belirtilen silah ve mühimmatı ile nükleer tesisleri bağlamında ‘caydırıcılık mesajı’ olarak görülebilir.
Dolayısıyla arkasına ABD’yi alıp THAAD’lar için İsrail’e ulaşan Amerikan askerleriyle selfie çektiren Netanyahu’nun düşünecek çok şeyi var.
ASIL FIRSAT VE ‘YILANIN BAŞINI EZMEK’
Ne ki yıllardır İran’ı ABD eşliğinde vurma hesabı yapan Netanyahu’nun pes edeceğini beklememek gerek. Koalisyon ortağı aşırı sağcı bakan Itamar Ben Gvir’in ‘yılanın başını kesme fırsatımız var’ sözleri niyeti yankılamakta.
Haniye ve Sinvar öldürüldü. Hamas ağır yaralı. Nasrallah artık yok. Lübnan’ın güneyi İsrail ordusunu zorlasa da, Hizbullah Genel Sekreter Yardımcısı Naim Kasım, Gazze’de ateşkesin Lübnan’a yansıyacağını açıkça söyledi. İsrailli rehineleri kurtarma imkanı olan Netanyahu, aslında yeni bir seçimle siyasi pozisyonunu bile pekiştirebilir. İran ile tehlikeli ve öngörülemez sonuçlar doğurabilecek bir savaştan kaçınabilir. Ama tüm işaretler durmayacağını gösteriyor. Netanyahu’yla anlaşamadığı söylenen İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant, İran’a saldırılarının ‘şaşırtıcı, kesin ve yıkıcı olacağını’ birkaç kez tekrarladı.
Netanyahu açısından ‘vekil güçlerini koruyamayan’ İran’la hesaplaşma vaktinin cazibesine kapılmasına engel olabilecek tek faktör ABD olabilir. Ancak Pentagon askeri/teknik resmi okusa bile ‘konjonktürün’ Biden yönetiminin Neo-Con’larına* ‘fısıldadıkları’ ihmal edilmemeli.
DİPLOMASİ CEPHESİ, İRAN, KÖRFEZ VE RUSYA FAKTÖRÜ
1 Ekim saldırısı sonrası İran’dan, İsrail’in yanıt vermeye kalkması halinde enerji altyapısı dahil tesislerini hedef seçmekle kalmayıp, ABD’nin Ortadoğu’daki üslerini vurma tehdidi geldi. İran ilişkilerini yeni rayına oturttuğu Körfez’i toprakları veya hava sahalarını kullandırmamaları ve tarafsız kalmaları için uyarıyor. Dışişleri Bakanı Abbas Erakçi’nin Suudi Arabistan ve Mısır’ı da içeren diplomasi turunun özü ‘savaş istemedikleri ancak İsrail diretirse hazır oldukları’… Körfez’in tehlikeyi ciddiye aldığı ABD üzerinde kurdukları baskıdan anlaşılıyor.
Aynı şekilde ‘ılımlı’ Cumhurbaşkanı Pezeşkiyan da Batılı liderlerle konuştu, ‘çatışma aramadıkları’ mesajını verdi. İran ‘savaşın kapıda olduğunu gören bir ülkenin diplomasisinin’ bütün alametlerini sergiliyor. Daha beteri Netanyahu, İran’ı artık caydırıcılık için açıkça nükleer silah üretmeye itiyor.
Denklemin Rusya ayağı da dikkat çekici. İsrail’in Kiev’deki yönetime desteği eşliğinde Netanyahu’nun geçmişte Putin ile tesis ettiği yakınlık aşınmışsa bile Rusya; ABD’nin aksine İsrail ile de İran ile de temas edebilen bir güç. Ortadoğu’da bir savaş yangını, petrol gelirlerini olumlu etkileyecek olsa da Batı cephesinin hedefindeki Moskova’nın BRICS rüzgarı eşliğinde tüm dünyada yarattığı etki ve çok taraflı düzen çabaları zarar görebilir. Aynı şekilde enerji ilişkileri ve ticaret bağlantıları bakımından Çin için de açık savaş tercih edilecek gibi değil.
Bu koşullarda Rusya’nın İran’a verdiği olası destek spekülasyon konusu olurken, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in geçen hafta Aşkabat’da Pezeşkiyan’la görüşmesinin detayları bilinmiyor. Ama Rusya, İran ile savunma alanı büyük önem taşıyan kapsamlı stratejik ortaklık anlaşması imzalamaya hazırlanıyor.
Krizin jeopolitik görünümü tehlikeli durumu yansıtıyor:
Amerikan başkanlık seçiminin eli kulağındayken, gözünü 2027’de Çin’le savaşa hazırlanmaya dikmiş Pentagon, Ukrayna çatışmasının tükettiği silah ve mühimmat stoklarını yenilemek, donanmasını hazırlamak ve hava savunması teknolojisinin yenilenmesinin derdinde. Amerikan başkentindeki tartışmanın harareti; Associated Press ajansının daha önce Washington Post’ta çıkanı yalanlarcasına ‘Netanyahu’nun Biden’a verdiği İran’ın nükleer ve petrol tesislerine saldırmama sözü mutlak değildir ve koşullar değişebilir” vurgulu haberinden belli.
Tam da Biden’ın İsrail’in İran’a nasıl ve ne zaman saldıracağına dair bilgisi olup olmadığı sorusuna, ‘Evet, evet’ yanıtını verdiği bir sırada, İsrail’in saldırı planlamalarının detaylarının sızdırılması önemli. Ulusal Jeo-Uzamsal-İstihbarat Ajansı ile NSA kaynaklı iki gizli belgenin otantikliği doğrulandı. İsrail’in en az 20 savaş uçağı kullanarak İran’a saldırısını içeren bu belgelerin İran bağlantılı bir Telegram hesabında yayınlanması ABD’yi şoke etmiş görünüyor! ‘İsrail’i engellemek için kim sızdırdı’, sorusu doğuruyor.
ABD içindeki fırtına bakımından; Pentagon’un işi rasyonelliğe çeken tutumuna, seçilirse her şey üstüne kalacak olan Trump’ın tedirginliğini ekleyin. Kamala Haris cephesinde de dört yıl önce ‘sonsuz savaşlar ve rejim değişikliği iyi fikir değil’ temalı kitap yazmış dış politika danışmanı Phil Gordon’ın temsil ettiği kesimi anmak faydalı olabilir.
Ne ki Neo-Con’ların ‘Proje Ukrayna’sı çökerken ve Batı hegemonyasını da sarsarken: Rusya ve Çin öncülüğünde yeni bir çok taraflı düzen için seferber olan BRICS’i baltalama fırsatı baş döndürücü. İran’ı ‘zayıf halka’ gördükleri açık. İranlıların henüz nükleer silah caydırıcılığı yokken bunun gerekliliğine kanaat getirmekte oluşları, Neo-Con’larda ‘elin çabuk tutulması’ gereğini gündeme taşıyor.
İsrail’in varoluşunu ‘sonsuz savaşa’ bağlayan Netanyahu 7 Ekim fırsatının cazibesine kapılmışken; bir savaşı bitirip diğerine göz dikme adetleri olan Neo-Con’lar açısından ‘dayanılmaz cazibe’ bu manzarada gizli.
*Neo-Con: Neo-Conservative. Türkçesi; Yeni Muhafazakar. 1960’larda ABD’de ortaya çıkan siyasi bir hareket. Uluslarası ilişkilerde tek taraflı askeri müdahaleciliği savunur.
Görüş
Çin-Afrika enerji işbirliği: Kurak bölgelerin temiz enerji vahalarına dönüşümü

Çin-Afrika enerji işbirliği, Afrika’nın kurak bölgelerinin temiz enerji vahalarına dönüştürülmesine yardımcı oluyor.
Doç. Dr. Cheng Jin, Şanghay Sosyal Bilimler Akademisi Ekoloji Araştırma Enstitüsü Başkan Yardımcısı
Bu makale, Çin-Afrika enerji işbirliğinin kurak bölgelerin hayatta kalma mantığını nasıl yeniden tanımladığını ortaya koymaktadır.
Eskiden kalkınmanın önündeki engeller olarak görülen yoğun güneş ışığı ve geniş çorak araziler, artık Çin’in temiz enerji teknolojileri sayesinde bölgesel büyümenin yeni itici güçlerine dönüşmüştür.
Makale, “teknik zorluklar – model inovasyonu – kalkınma yetkilendirmesi” şeklinde mantıksal bir çerçeve izleyerek üç bölüme ayrılmıştır: 1. Çin’in rüzgar ve kum direncine sahip fotovoltaik teknolojisinin, kurak bölgelerde elektrik üretimindeki verimlilik darboğazını nasıl aştığı; 2. “Fotovoltaik + ekolojik restorasyon + sanayi” üçlü modelinin ekonomik ve çevresel açıdan sağladığı çift yönlü faydalar; 3. Yerelleştirilmiş teknolojik yenilik ve sanayi sistemi gelişimi, buna yerel üretimin teşvik edilmesi, teknoloji transferi ve inovasyonun kolaylaştırılması ile Afrika’nın küresel sanayi zincirindeki konumunun güçlendirilmesi dahildir.
Sahra Altı Afrika’nın uçsuz bucaksız çöllerinde, yakıcı güneş ve kum fırtınaları bir zamanlar kalkınmanın önünde birer engel olarak görülürken, bugün Çin teknolojisi ve Afrika’nın bilgeliği sayesinde kalkınmanın altın kaynaklarına dönüştürülüyor.
En güncel verilere göre, Çin-Afrika işbirliğiyle inşa edilen fotovoltaik (güneş enerjisi) santrallerinin toplam kurulu kapasitesi 1,5 gigavatı aşmış durumda. Bu, Afrika’nın enerji sıkıntısını hafifletmesine ve iklim değişikliğiyle mücadele etmesine destek sağlıyor.
Fotovoltaik panellerin oluşturduğu diziler, çöl denizinde uzanan birer yeşil Çin Seddi gibi yükseliyor; panellerin altındaki damla sulama sistemi yeni yeşillikleri besliyor. Yerel fabrikalarda robot kollar “Afrika üretimi” güneş enerjisi bileşenlerini monte ediyor.
Çin ve Afrika’nın birlikte yazdığı bu enerji devrimi, yalnızca kurak toprakların temiz enerji vahalarına dönüşmesini sağlamakla kalmıyor, aynı zamanda küresel Güney ülkelerinin iklim yönetişimine katılım yollarını da yeniden tanımlıyor.
Rüzgar ve kuma dayanıklı fotovoltaik teknoloji: “Güneş lanetini” enerji zenginliğine dönüştürmek
Afrika’nın kurak bölgelerinde yıllık ortalama güneşlenme süresi 3000 saati aşıyor, bu da teorik olarak dünyanın enerji ihtiyacının birkaç katını karşılamaya yeterli. Ancak, şiddetli kum fırtınaları, aşırı sıcaklık farkları ve su kaynaklarının kıtlığı uzun süredir fotovoltaik verimliliği kısıtlıyor. Geleneksel güneş panelleri kumla kaplandığında elektrik üretimi %40’a kadar düşebiliyor, sık sık yapılan manuel temizlik ise bakım maliyetlerini yüksek tutuyor. Buna karşılık Çinli şirketler, kum ve rüzgara dayanıklı çift camlı çift yüzeyli paneller, otomatik temizlik robotları ve akıllı takip sistemine sahip montaj yapıları geliştirdi. Bu sistemler, güneş enerjisi santrallerinin ömrünü 25 yıldan 35 yıla çıkararak, her bir panelin ömrü boyunca %15 daha fazla elektrik üretmesini sağladı.
Güney Afrika’nın Kuzey Cape eyaletindeki çöllerde, 248 metre yüksekliğinde bir güneş kulesi ve etrafını saran yansıtıcı aynalar etkileyici bir manzara oluşturuyor. Burası, bir Çin şirketi tarafından inşa edilen Güney Afrika’nın en büyük güneş termik santrali. Kablosuz cihazlarla, kule etrafındaki 40 binden fazla ayna güneşi otomatik olarak takip ederek güneş enerjisini maksimum seviyede topluyor. Aynı zamanda, dairesel tanklarda depolanan erimiş tuzlar uzun süre ısı depolayarak buhar türbinlerinin kesintisiz çalışmasını sağlıyor ve güneşin olmadığı saatlerde de elektrik üretimine olanak tanıyor.
“Fotovoltaik + Ekolojik Restorasyon + Sanayi”: Çölde döngüsel ekonomi yaratmak
Çin’in Kubuqi ve Ulanbuh çöllerindeki fotovoltaik projeleri gibi başarılı “çölü yeşillendirme” örnekleri dünya çapında dikkat çekiyor. Kurak çöllere kurulan birçok fotovoltaik santral, belirgin ekolojik iyileşme sağlıyor: Güneş panelleri yer sıcaklığını 3–5°C düşürüyor, su buharlaşmasını %30 azaltıyor ve bitki örtüsünün geri dönmesi için mikroiklim yaratıyor. Ayrıca, panel dizilerinin rüzgar kırıcı ve gölgeleme etkisi, sulama ve bakım uygulamalarıyla birlikte bitki örtüsü artışı, toprak kalitesinin iyileşmesi ve yerel iklimin değişmesi sağlanıyor.
Nijerya Ulaştırma Bakanlığı Raylı Taşımacılık Hizmetleri Dairesi Mühendisi Sulu Charles, Çin’in bu fotovoltaik çöl restorasyon modeline büyük övgüde bulunuyor. Özel bir eğitim programı sırasında Çinli uzmanlarla derinlemesine tartışmalarda bulunarak notlar alıyor. “Panel üstü enerji üretimi, panel altı restorasyon ve paneller arası tarım” modeli hem ekonomik hem de çevresel fayda sağlıyor. “Afrika’da birçok ülke bol güneş ışığına sahip, bu alanda daha fazla Çin-Afrika işbirliği görmek istiyoruz.”
Eylül 2023’te Çin, ilk Afrika İklim Eylem Zirvesi’nde, iklim değişikliğiyle mücadeleye yönelik Güney-Güney işbirliği “Afrika Güneş Kuşağı” projesini resmen başlattı. Bu proje, Afrika’nın güneş enerjisi potansiyeli ve temiz enerji kalkınma ihtiyacına odaklanıyor. İklim dostu “fotovoltaik+” projeler, politika çalışmaları, stratejik planlama, diyaloglar ve kapasite geliştirme programları aracılığıyla Çin-Afrika fotovoltaik kaynak işbirliğinde örnek bir kuşak oluşturmayı ve Afrika’nın iklim değişikliğiyle mücadele ve yeşil kalkınma çabalarına destek olmayı hedefliyor.
Yerelleştirilmiş İnovasyon: Afrika’nın Temiz Enerji Değer Zincirinin Uyanışı
Çin, geniş çaplı teknik yardım faaliyetleri yürüterek “balık vermek yerine balık tutmayı öğretme” anlayışıyla Afrika’da yerel teknik yeteneklerin gelişimini ve teknoloji inovasyon kapasitesinin artırılmasını aktif şekilde destekliyor; bu da Afrika ülkelerinin enerji dönüşümünde sağlam bir beşeri temel oluşturuyor.
Örneğin, Çin’in desteklediği Zambiya’daki Lower Kafue Gorge hidroelektrik santrali projesi, 15.000 kişilik istihdam yarattı ve yeşil kalkınma fikrinin ve teknolojisinin başarıyla aktarılmasını sağladı. Lesotho’nun başkenti Maseru’nun batısında yer alan Mafeteng Güneş Enerjisi Santrali, Nisan 2023’te şebekeye bağlanarak 3 yıllık işletme ve bakım hizmeti sürecine girdi. Çinli ekip, Lesotho Elektrik Üretim Şirketi ile işbirliği içinde yerel güneş enerjisi mühendislerini eğiterek, gelecekte santralin bağımsız işletimi ve bakımı konusunda onları yetkin hale getiriyor.
Çin teknolojisi sadece olduğu gibi transfer edilmiyor, “ortak Ar-Ge – yerel uyarlama – sanayi kuluçkası” şeklindeki üç adımlı stratejiyle Afrika’nın kendi iç dinamiklerini besliyor. Kenya’nın Mombasa kentinde kurulan güneş paneli üretim hattı, yıllık 500 megavat üretim kapasitesine sahip olup Doğu Afrika pazarına hizmet veriyor. Bu proje yerel tedarik zincirini canlandırırken 500’den fazla istihdam yarattı.
Geleneksel ekipman ihracatından farklı olarak Çin, Fas ile birlikte yenilenebilir enerjinin verimli kullanımı ve ileri teknoloji araştırmaları için bir yeşil enerji laboratuvarı kurarak Fas’ın ve Afrika’nın enerji yapısını dönüştürmeye ve sürdürülebilir kalkınmasına katkı sağlıyor. Bu “balık tutmayı öğretme” yaklaşımı, Afrika’nın yeni enerji sektörünün hızlı gelişimini mümkün kılıyor.
Afrika Güneş Enerjisi Sanayi Derneği’nin yayınladığı 2024 Güneş Enerjisi Yıllık Görünüm Raporuna göre, 2023 yılında Afrika’nın yeni kurulu güneş enerjisi kapasitesi 3,74 gigavat ile bir önceki yıla göre %19 artarak rekor kırdı ve toplam kurulu kapasite 16,3 gigavata ulaştı. Güney Afrika birinci sırada yer alırken; Burkina Faso, Moritanya, Kenya, Orta Afrika Cumhuriyeti, Fildişi Sahili ve Mısır da önde gelen ülkeler arasında yer aldı.
Çin-Afrika karşılıklı yarar işbirliği, Afrika’nın zengin doğal kaynaklarını ekonomik ve sosyal kalkınmayı destekleyen yeşil bir güce dönüştürüyor. Bu yalnızca teknoloji transferinin bir örneği değil, aynı zamanda küresel iklim yönetişiminin temel mantığını yeniden şekillendiriyor — iklim değişikliğinden en fazla etkilenen bölgeleri, çözüm üretim merkezlerine dönüştürüyor.
Bir zamanlar unutulmuş bu topraklar, temiz enerji aracılığıyla insanlığın sürdürülebilir gelecek vizyonuna kendini yeniden dokuyor. Burada her bir güneş paneli, küresel iklim yönetişiminin bir sinir hücresi; her bir kuraklığa dayanıklı bitki, Güney-Güney işbirliğinin yeni bir paradigmasını yazıyor. Belki de bu, insanlık kaderi ortaklığının en çarpıcı açıklamasıdır.
Görüş
Orta Asya stratejisi ısınıyor: AB liderlik arıyor, Çin kazan-kazan işbirliğini savunuyor

Ma Jinting, Şanghay Üniversitesi Türkiye Araştırmaları Merkezinde Araştırma Görevlisi
İlk AB-Orta Asya Zirvesi 3-4 Nisan 2025 tarihlerinde Özbekistan’ın Semerkant şehrinde düzenlendi. Zirve, AB ile beş Orta Asya ülkesi (Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Özbekistan) arasındaki diyalog mekanizması olan “5+1” formatında organize edildi.
Zirve, AB-Orta Asya ilişkilerinde bir dönüm noktası niteliğinde olup, AB ile Orta Asya ülkeleri arasındaki işbirliğini daha da derinleştiriyor ve daha derin bir stratejik ortaklığa işaret ediyor. Zirvenin temaları ekonomik işbirliği ve yatırım, jeopolitik ve güvenlik işbirliği, iklim değişikliği ve bölgesel enerji işbirliği, sürdürülebilir kalkınma için işbirliği ile beşeri etkileşimler ve tıbbi işbirliği konularına odaklandı. Bu aynı zamanda Orta Asyalı liderlerin Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen ve Avrupa Konseyi Başkanı António Costa ile ilk kez bir araya geldiği toplantı oldu.
Şüphesiz, zirvenin hem ölçeği hem de sonucu, AB’nin Orta Asya’ya verdiği önemi ve Orta Asya’nın AB ile işbirliği yapma kararlılığını gösteriyor. Bir yandan AB, “Küresel Geçit” programına yatırım yapmayı önerirken, diğer yandan Orta Asya önemli konularda AB’nin yanında yer aldı. Zirveden sonra kaydedilen somut ilerleme henüz bilinmemekle birlikte, AB’nin karmaşık uluslararası durumda AB’nin etkisini artırmak amacıyla kurumsallaşmış işbirliği yoluyla Orta Asya’da daha sürdürülebilir bir düzen gerçekleştirmeye çalıştığı görülüyor.
Semerkant Bildirisi: AB-Orta Asya ilişkilerinde yeni bir aşama
Küreselleşme ve çok kutupluluk manzarasındaki derin değişimler altında, AB ile Orta Asya arasındaki işbirliği ilişkilerinin derinleşmesi kaçınılmaz bir eğilim. António Costa, zirveden önce AB Konseyi’ne yaptığı resmi açıklamada, “Düzensizlik ve bölünmüşlük içinde bir dünyada yaşıyoruz, AB için uygulanabilir bir çözüm, güçlü bir ortaklık kurmak ve böylece AB için refah ve kalkınmayı teşvik etmektir,” dedi.
Günümüzde, tek taraflılık ve jeopolitik çatışmaların yaşandığı bir ortamda, çok taraflılığa dayalı uluslararası işbirliği mekanizması giderek daha fazla önem kazanıyor. Çok taraflılık, ulusötesi sorunların kurumsallaşmış uluslararası işbirliği, diyalog mekanizmaları ve kural sistemleri aracılığıyla çözülmesini vurgulayarak AB’nin uluslararası konulardaki etkisini artırıyor. Bu nedenle AB, “5+1” konferans formatı aracılığıyla kurumsallaşmış ve açık bir platform oluşturmada öncü rol üstlendi. Orta Asya ülkeleri açısından bakıldığında, çok taraflılık kavramına dayanarak diyalog platformuna aktif katılımları, büyük güçlere dayanmadan stratejik özerkliklerini artırabilir ve ulusal çıkarlarını maksimize edebilir.
Zirveden önce, AB’nin Orta Asya politikası için nispeten istikrarlı bir çerçeve zaten oluşturulmuştu. Siyasi ve diplomatik alanlarda AB ve Orta Asya ülkeleri, Üst Düzey Yetkililer Diyalog mekanizması aracılığıyla güvenlik ve terörle mücadele gibi sınır ötesi yönetişim konularını ele alıyor. Ekonomi ve ticaret alanında AB, enerji konularına odaklanıyor ve karşılıklılık yoluyla uzun vadeli ekonomik işbirliği sağlıyor. Örneğin, AB, Kazakistan’ın ana ekonomik ve ticari ortağı olup, AB yatırımları 2024 itibarıyla ülkenin yabancı yatırımlarının yüzde 40’ından fazlasını oluşturuyor. Buna karşılık Kazakistan, AB’den çok çeşitli sanayi ve tüketim malları ithal ediyor. İnsandan insana temaslar alanında AB, Küresel Geçit Programı aracılığıyla Orta Asya ülkelerine eğitim, sağlık, hukuk ve demokrasi inşası konularında yardım sağlıyor. Aynı zamanda AB, üniversitelerde çeşitli fırsatlar sunuyor ve akademik kurumlar arasında bilgi paylaşımını teşvik ediyor.
Önceki işbirliği temelinde, hem AB hem de Orta Asya ülkeleri zirvede ortak bir bildiri, ilk Avrupa Birliği-Orta Asya zirvesinin ardından ortak bildiri (aynı zamanda “Semerkant Bildirisi” olarak da anılır) yayımladılar. Semerkant Bildirisi altı ana unsuru içeriyor: Birincisi, AB ile Orta Asya arasındaki stratejik ortaklığın tanımlanması; ikincisi, “Gelişmiş Ortaklık ve İşbirliği Anlaşmaları”nın (GOİA) ilerletilmesi; üçüncüsü, “Küresel Geçit” programının çeşitli alanlarda uygulanmasının teşvik edilmesi. Üçüncüsü, AB’nin 12 milyar avro yatırım yapacağını belirttiği “Küresel Geçit” programının çeşitli alanlarda uygulanmasının teşvik edilmesi; dördüncüsü, orta koridorların inşasının desteklenmesi; beşincisi, terörle mücadele ve sınır güvenliğinde güvenlik işbirliğinin güçlendirilmesi; altıncısı, iklim değişikliği ve su kaynakları yönetimi gibi uluslararası sorunların ortaklaşa ele alınması. Kısacası zirve, mevcut işbirliği mekanizmaları temelinde ilişkinin siyasi ve ekonomik yönlerini yükselterek AB’nin Orta Asya’ya yönelik stratejik yöneliminin bir üst seviyeye çıktığını gösterdi. Semerkant Bildirisi, artan küresel belirsizlik karşısında AB ve Orta Asya’nın işbirliğini derinleştirme isteğini ortaya koyuyor ve AB’nin Orta Asya’da kurumsallaşmış bir işbirliği sistemi kurma girişimlerini vurguluyor.
Büyük güç rekabetinde Orta Asya: AB’nin angajman mantığı ve zorlukları
AB’nin Orta Asya’ya yönelik değerlendirmesi üç ana noktadan oluşuyor. Birincisi, Orta Asya, Asya ve Avrupa kıtalarının iç kesimlerinde yer almakta olup Asya ve Avrupa’nın kara ulaşım merkezi, bu nedenle Orta Asya büyük güçler tarafından “stratejik bir mihenk taşı” olarak da kabul ediliyor. Geleneksel olarak Orta Asya uzun süredir Rusya’nın etki alanında olmuş ve Rusya, ittifaklar yoluyla Orta Asya’daki etkisini sürdürdü. Örneğin, Rusya liderliğindeki askeri ittifak olan Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü (KGAÖ) ve ekonomik kalkınmaya odaklanan Avrasya Ekonomik Birliği (AEB). Ukrayna krizinden bu yana AB, Rusya’nın Orta Asya’daki etkisini zayıflatmak amacıyla bölgedeki stratejik yapılanmasını hazırlandırdı. Amerika Birleşik Devletleri ise Orta Asya’yı bölgesel istikrarı korumak, terörle mücadele etmek ve büyük güçleri kontrol altında tutmak için bir dayanak noktası olarak görüyor. ABD askerlerinin Afganistan’dan çekilmesinden bu yana ABD, Orta Asya’nın “geçiş bölgesi” rolünü vurgulamaya başladı. Bu arada, Küresel Geçit Programı, Çin’in Orta Asya’daki etkisini sınırlamak amacıyla Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi’ni dengelemeyi amaçlıyor. Küresel Geçit Programı, AB’nin “Asya-Avrupa Koridoru”nu inşa etmek için altyapı ve dijital bağlantı alanlarında alternatifler sunuyor.
İkincisi, bol enerji kaynakları Orta Asya’yı uluslararası toplumda oldukça bağımlı kılıyor. Orta Asya, petrol, doğalgaz ve nadir metal kaynakları açısından dünyanın zengin bölgelerinden biri. Özellikle Kazakistan ve Türkmenistan, güçlü enerji ihracat kapasitelerine sahip olup bu da onları dış güçler için son derece cazip hâle getiriyor. AB-Orta Asya Zirvesi, enerji ve ulaştırma alanlarında iki tarafın birbirini tamamlayıcılığını artırmak için bir “orta koridor” inşasını daha da planlayacaktır.
Son olarak, Orta Asya geniş bir nüfusa ve geniş bir pazara sahiptir. Avrupa ile Orta Asya arasında sık ticaret olmasına rağmen, bu ticaret esas olarak doğal kaynaklar üzerinde yoğunlaşıyor. Orta Asya’nın önemli ticaret ortakları olan Çin ve Rusya, uzun süredir Orta Asya ülkelerinin dış ticaret yapısına hakim durumda. AB, kurumsallaşmış bir platform yardımıyla Orta Asya pazarındaki payını genişletmeyi umuyor. Ancak, son yıllarda Orta Asya ülkelerinin stratejik özerkliği güçlendi ve AB’nin vizyonunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceği hâlâ belirsiz.
Sonuç olarak AB, bu zirve aracılığıyla Orta Asya’daki etkisini ve cazibesini daha da genişletmek istiyor, fakat resmi politikalar ile sahadaki gerçekler arasında büyük bir uçurum olabilir. Siyasi-güvenlik açısından bakıldığında, Orta Asya, Rusya ile bir askeri savunma sistemi inşa edilmesi yoluyla halihazırda nispeten derin bir güvenlik bağına sahip. Aynı zamanda Orta Asya, Türkiye ve NATO ile yakın temas hâlinde. Siyasi ve güvenlik perspektifinden AB’nin etkisi sınırlı. AB, Orta Asya ülkelerini ancak uluslararası güncel sorunlara katılım yoluyla çekebilir. İktisadi ve ticari açıdan bakıldığında, AB’nin Orta Asya’da belirli bir etkisi var, ancak genel ekonomik ilişkilerde hâlâ Çin’in gerisinde Örneğin, Kazakistan İstatistik Kurumu tarafından yayımlanan rapora göre, 2024 itibarıyla Çin, Kazakistan’ın en büyük ticaret ortağı. Uluslararası alanda ise AB, hukukun üstünlüğü ve sürdürülebilir kalkınma gibi değerleri vurguluyor, ancak Orta Asya ülkeleri arasındaki farklılıklar nedeniyle bu değerlerin kabulü değişiklik gösteriyor. Sonuç olarak, AB’nin Orta Asya’daki genel etkisi sınırlı ve Orta Asya meselelerinde “dış lider” konumunda değil, bunun yerine etkisini belirli uluslararası konular aracılığıyla yayıyor.
Çin: Çatışma yerine işbirliği arayışı
Çin, çok taraflı ilişkilere karşı sürekli olarak çoğulcu ve açık fikirli bir tutum sergiledi. Çin, çok taraflılık ilkelerini benimsiyor, uluslararası ilişkiler normlarına bağlı kalıyor ve Birleşmiş Milletler Şartı’nın amaç ve ilkelerine riayet ediyor.
Çin, Küresel Kalkınma, Güvenlik ve Medeniyet Girişimi bağlamında somut eylemlerle çok taraflı diplomatik ilişkileri sürdürme konusunda aktif rol aldı. Her bölgenin kalkınma durumuna ve medeniyet çeşitliliğine saygı duyan Çin, uluslararası toplumda barış, istikrar ve kalkınmayı teşvik etmek için Orta Asya, AB ve diğer aktörlerle birlikte çalışmayı umuyor.
Çin açısından bakıldığında, Çin hiçbir zaman AB’yi stratejik bir rakip olarak görmedi ve uluslararası konularda işbirliği yapmayı dört gözle bekliyor. Orta Asya’da bazı küçük ve orta ölçekli ülkelerin dış politikası, kalkınma için alan aramalarına olanak tanıyan dengeli diplomasi modelini izliyor. Orta Asya’nın AB ile aktif işbirliği, sadece büyük güçlere aşırı bağımlılığını azaltmakla kalmaz, aynı zamanda bölgenin istikrarlı kalkınmasını da teşvik edebilir.
Aslında, Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi açık ve kapsayıcı bir kalkınma platformu ve Çin, uluslararası toplumun sürdürülebilir kalkınmasını ortaklaşa teşvik etmek için diğer aktörlerle işbirliği yollarını keşfetmeye istekli. Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi Dış İlişkiler Bakanı Liyu Ciençao, Kazakistan Parlamentosu Üst Kanadı Genç Uzmanlar Kulübü’nde yaptığı konuşmada şöyle demişti: “Orta Asya, Asya ve Avrupa’nın merkezinde yer almakta olup özel ve önemli bir coğrafi konuma ve geniş kalkınma beklentilerine sahip. Çin ve Orta Asya ülkeleri, ortak kalkınma arayan, barışı paylaşan ve birlikte ilerleyen dünya haritasında bölgesel işbirliği modeli şekillendirerek Çin-Orta Asya kader birliği inşasını teşvik etmişlerdir.”
Son yıllarda, özel jeopolitik ortama bağlı olarak Orta Asya ülkelerinin kendi aralarındaki işbirliği kayda değer ölçüde arttı. 2018’den itibaren beş Orta Asya ülkesinin liderleri, zirveler düzenleyerek bölgesel kimliği ve işbirliği mekanizmalarını güçlendiriyor. AB-Orta Asya Zirvesi’nin düzenlenme formatı da bölgesel uzlaşıya dayalı çok taraflı bir işbirliği. Orta Asya ülkeleri sadece AB ile sık temas hâlinde olmakla kalmayıp, aynı zamanda “Orta Asya-Çin” ve “Orta Asya-ABD” C5+1 diyaloglarına katılarak uluslararası meselelerde aktif rol alıyorlar. Bu istekleri, uluslararası meselelerde harekete geçme yeteneklerini gösterdi.
Orta Asya’da enerji gelişimi ve bölgesel istikrar kritik konular hâline geldi. Ulusal kalkınma ile büyük güçler arasındaki ilişkiyi nasıl yönetecekleri ve önemli konularda taraf tutmak ile stratejik özerklik arasında dengeyi nasıl koruyacakları, Orta Asya ülkelerinin ele alması gereken meseleler.
Görüş
İspanya’dan Türkiye’ye bakmak

12-17 Mayıs 2025 tarihlerinde Avrupa Birliği’nin hayata geçirdiği ve başarıyla uyguladığı Erasmus+ programı akademik hareketliliği bursuyla İstanbul Kent Üniversitesi ile anlaşması olan İspanya’nın Murcia şehrindeki UCAM Katolik Üniversitesi’nde (Universidad Católica San Antonio de Murcia) bulunma, burada bazı dersler verme ve akademik çalışmalara katılma, üniversite görevlileriyle temaslarda bulunma ve İspanya’yı gezme fırsatı yakaladım. Bu vesileyle Murcia dışında Madrid, Granada ve Alicante gibi bazı şehirleri de gezerek İspanya’yı daha yakından tanımaya ve insanları gözlemlemeye çalıştım. Öncelikle İspanya’nın gerçekten Türkiye’ye benzer şekilde çok güzel ve gelişmiş bir ülke olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Ayrıca bazı din ve kültür farklılıklarına karşın, İspanyolların yaşam tarzlarının özellikle bizim Akdeniz ve Ege bölgelerimizdeki vatandaşlarımızın yaşam biçimlerine çok benzer olduğunu da fark ettim. Yani aslında siyasal sorunları aşabilirsek, Türkiye’nin Avrupa ile toplumsal olarak bütünleşmesi ve Birliğe gelecekte tam üye olması bence kesinlikle gerçekçi ve makul bir hedef. Bu yazıda, İspanya gözlem ve deneyimlerimi Türkiye’de devam eden siyasi süreçlerle paralel şekilde değerlendirmeye çalışarak, sizler için halen İstanbul’a dönüş yolundayken özgün bir yazı kaleme almayı deneyeceğim.
Öncelikle akademik faaliyetlerimizi değerlendireyim. AB üyesi olduktan sonra hızlı bir şekilde gelişen İspanya, bugün birçok Afrika, Ortadoğu, Latin Amerika, Avrupa ve hatta Asya ülkelerinden çok sayıda öğrenciyi kendisine çekebilen önemli bir yükseköğretim cazibe merkezi olmuş durumda. Times Higher Education raporlarına göre, dünyanın en gelişmiş 1.000 üniversitesinden 35’i İspanya’da bulunuyor. Bu rakamın eğitim alanında gayet iyi durumda bir ülke olan Türkiye için henüz 11 olduğunu düşünürsek, İspanya’nın eğitimde epey başarılı bir ülke olduğunu varsayabiliriz. UCAM da bu paralelde çok sayıda yabancı öğrenciyi bünyesine katmış ve Katolik dünyası ile sahip olduğu güçlü bağların üzerine bir de modern ve sportif bir üniversite imajı oluşturarak İspanya’nın elit üniversiteleri arasına adını yazdırmış durumda. Öyle ki, halen 15.000 civarında öğrencisi olan ve büyümeye devam eden kurum, spor bursları ile İspanya milli ve olimpiyat takımlarına çok sayıda sporcu yetiştirmesiyle biliniyor ve takdir topluyor. UCAM’da Türk ve Kıbrıslı Türk öğrencilerle de karşılaştım. İlerleyen yıllarda eminim Erasmus ve yurtdışı eğitim olanakları ile bu sayı daha da artacaktır.
Benim UCAM’da salı ve çarşamba günleri iki uzun dersim vardı. Bu derslere daha ziyade 10 civarında uluslararası öğrenci katıldı ve İspanyol öğrencilerle etkileşimde bulunma ve ders yapma olanağımız maalesef olmadı. Anlaşmalı olduğumuz programın daha ziyade uluslararası öğrencileri kabul etmesi ve üniversitede yoğun aktivitelerin düzenlendiği bir haftada olmamız sebebiyle bu şekilde daha az katılımlı ama benim açımdan oldukça başarılı geçen iki ders oldu. İlk derste Birleşmiş Milletler sistemini ve güncel sorunları, ikinci derste ise Türkiye-İspanya ilişkilerini anlattım. Özellikle ikinci gün dersine iyi hazırlanmıştım ve şansım da yaver gidince derse paralel olarak Türkiye-İspanya ilişkilerine dair üst üste iyi haberler gelmeye başladı. İlk olarak İspanya’nın önde gelen hava yolu şirketlerinden Air Europa’nın İGA İstanbul Havalimanı uçuşlarına başladığı haberi geldi. Daha sonra ise Türkiye’nin ilk milli jet eğitim ve hafif taarruz uçağı HÜRJET için TUSAŞ ile İspanya Savunma Bakanlığı arasında mutabakat anlaşmasının imzalandığı duyuruldu. Bunlara bir de UCAM’ın Dekan ve Rektör Yardımcısı ile yaptığımız ön görüşmelerde ortak bir yüksek lisans programının açılması projesi eklenince, bir anda mutluluğum daha da arttı. Derslerde ve üniversitedeki faaliyetlerde bana destek olan değerli akademisyen ve idareci dostlarımıza buradan sevgilerimi gönderiyorum. Kendilerini İstanbul’da “krallar” gibi ağırlamaya hazırız. Ayrıca umuyorum iki üniversitenin ortak bir program açması ve karşılıklı seçmeli dil derslerinin müfredata eklenmesiyle iki ülke ve toplum arasındaki bağlar ilerleyen dönemde daha da kuvvetlenecektir. İspanya’nın özellikle İspanyolca bağlamında ve AB ile ortak şekilde ileride Latin Amerika başta olmak üzere birçok farklı coğrafyada etkin önemli bir dünya gücü olacağına ve merkezi devlet statüsünü güçlendirerek devam ettireceğine de samimiyetle inanıyorum. İspanya Başbakanı Pedro Sanchez’i de Türkiye’ye dostane yaklaşımları ve İslam dinine saygısı nedeniyle kutluyorum.
Sert siyasi konulara girmeden biraz da turistik işlere bakalım… Turizm konusunda bizim gibi gayet endüstrileşmiş ve gelişmiş bir ülke olan İspanya’da Murcia, Granada ve Alicante’de bulunduğum günlerde gerçekten çok keyifli ve öğretici anlar geçirdim. Granada’daki El Hamra Sarayı (Elhambra), gerçekten de bir dönem İspanya’da Büyükelçilik yapan usta yazarımız Yahya Kemal Beyatlı’nın “Dünyanın hiçbir yerinde Allah adını bu kadar çok zikreden sütun, kemer, kubbe, tavan, kapı ve duvara sahip başka bir saray bulmak mümkün değildir.” dediği kadar görkemli ve kutsal bir yapı. Öyle ki, Sarayı gezmek için alınan randevular bir ay öncesinden tükeniyor ve dünyanın dört bir yanından her gün binlerce turist El Hamra’ya akın ediyormuş. Arapça “kırmızı” anlamına gelen El Hamra’nın hikâyesi ise dünya tarihine İspanya’nın bir dönem nasıl yön verdiğini gösteriyor. Nitekim Katoliklerin burayı Nasrilerden fethi sonrasında Yahudilerin İspanya’dan sürülmeleri ve Kristof Kolomb’un Kilise’yi kendisine sponsor yapması sayesinde -ki biliyorsunuz aynı yıl içinde Hindistan’ı ararken Amerika’yı keşfedecektir- dünya tarihi o andan itibaren çok farklı bir yönde ilerledi. Bugün ise, El Hamra, Türkiye (Erdoğan) ve İspanya (Zapatero) hükümetlerinin başlattığı ve Birleşmiş Milletler’in sahiplendiği “Medeniyetler İttifakı” projesine benzer şekilde üç semavi dinin dostluğunu sembolize ediyor. Fakat ne kadar acıdır ki, 2000’lerin başında ABD’de baş gösteren ve Irak işgali nedeniyle İslam ve Hıristiyan dünyasını karşı karşıya getiren fanatik yaklaşımlar bugün de İsrail’e hâkim olmuş ve Yahudileri Müslüman toplumlarla karşı karşıya getiriyor. Bu konuda İspanya, İrlanda, Norveç ve Fransa gibi Hıristiyan nüfusu yoğun ülkelerin çabaları ise takdire şayan. Türkiye ise bu konuda zaten taraf durumda ve Filistin’in tanınmasını ve “iki devletli çözüm”ü savunuyor.
Ülkemizde az bilinen Alicante şehrinin de çok güzel bir turizm merkezi olduğunu belirtmek isterim. Keza Murcia da özellikle öğrenciler için harika bir seçenek. İspanya şehirlerinin uçak, tramvay, hızlı tren ve otobüs gibi gelişmiş ulaşım imkânları ile birbirlerine ve diğer ülkelere kolay erişilebilir durumda olması da bu açıdan büyük avantaj. Kabul edelim ki, bu konuda Türkiye de son yıllarda muazzam atılımlar yaptı ve özellikle havayolu trafiği anlamında gerçekten dünya çapında bir “hub” olmayı başardı. Elbette önemli bir fark, bizde nüfusun birkaç büyük şehirde toplanması nedeniyle muazzam kalabalık şehirlerimizde ulaşım şartlarının tüm atılımlara rağmen yetersiz kalabilmesi. Avrupa devletleri ise, AB’nin sponsorluğunda bölgesel eşitsizlikleri giderme mantığı ile hareket ederek, daha küçük ve rahat yaşanabilir, ulaşım imkânları kolay şehirler oluşturuyor. Bu nedenle İspanya’da başkent Madrid ve kısmen Barcelona dışında trafik sorunu o kadar da mühim bir mesele değil. Ayrıca şehirlerde yeşil alanların sıklığı ve yerlerin temizliği gibi konularda Avrupa standartlarının biraz gerisinde kaldığımızı gözlemledim. Ama inanın Türkiye’nin Avrupalı kimliği çok güçlü ve benzerliklerimiz farklılıklara kıyasla çok daha yoğun. Diyebilirim ki, karşılıklı pozitif bir ortam oluşsa, 5 yıl içerisinde, Türkiye, AB tam üyeliğine rahatlıkla hazır hale gelebilir.
İşte bu bağlamda, MHP Genel Başkanı Sayın Dr. Devlet Bahçeli’nin büyük bir cesaretle başlattığı ve Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın da yürekten sahiplendiği “açılım süreci” veya “barış süreci”nin demokratikleşme öncesinde en kritik dönemeç olacağını düşünüyorum/umuyorum. Maalesef 2000’lerde AB üyeliği yolunda demokratikleşme adımlarını atarken ordu-sivil ilişkilerindeki geleneksel dengeleri bir anda bozan ve kültürel kodlarımıza fazla gelen aşırı sivilleşme mantığı yerine, günümüzde sivillerin üstünlüğünü garanti altına almak ve 15 Temmuz benzeri girişimleri önlemek adına Cumhurbaşkanı’nın tek yetkili haline geldiği aşırı merkezi bir sisteme geçmek durumunda kaldık. Ama sivil siyasetin üstünlüğünün iyice oturması, darbeci geleneğin/kültürün tamamen sonlandırılması ve son aşama olarak da PKK terörü ile Kürt sorununun bitirilmesi/çözülmesi ile, eminim ki Türkiye’de daha demokratik bir dönemin başlaması yakında mümkün olabilecek. Elbette bunun olabilmesi için bu sürecin başarıyla ve -İspanya’nın Zapatero döneminde başardığı şekilde- sonuna kadar götürülmesi gerekiyor. Bu minvalde muhalefet partilerine de büyük ve tarihi bir sorumluluk düştüğünü belirtmem gerekir.
Fakat kendi içerinde çok sayıda özerk bölge olan İspanya örneğinden yola çıkarak ülkemizdeki siyasal sistemde köklü ve büyük idari değişiklikler mi gerekiyor derseniz, buna yanıtım “hayır” olur. Zira Ortaçağ’dan başlayarak feodalizm etkisinde dağınık/gevşek olarak bütünleşen Avrupa devletlerinin birçoğundan farklı olarak, Türkiye, Fransız tipi merkezi yönetim geleneğini ve Bonapartist yönetim felsefesini benimsemiş merkezi özellikleri baskın bir devlettir. Hatta günümüz standartlarında merkezi bir devlet olmayan Osmanlı İmparatorluğu bile o dönem Avrupalı feodal devletlerden kendisini net şekilde ayıran tımar sistemine dayalı yönetim modeliyle öne çıkmıştır. Bu bağlamda günümüzde Kürt nüfusun ihtiyaç duyduğu şeyler, benim gözlemlediğim kadarıyla, özerklik veya federalizm değil, üniter devlet yapısı içerisinde demokratik belediyelerin işlerlik kazanması, T.C. vatandaşı olan Kürt halkının kendi yöneticilerini özgürce seçerek güneydoğudaki şehirlerini imar etmesi, Kürt kimliğinin devlet nezdinde ikincil veya alt kimlik olarak tanınması ve bu yönde bazı kültürel açılımların (Fransa’daki ELCO sistemine benzer şekilde anadilde ikincil eğitim) yapılmasıdır. Bunların yapılması gayet mümkün ve olasıdır ki, zaten hiçbir şekilde Türkiye’den kopmak istemeyen Kürtler bölünmeme konusunda en büyük garantimiz durumundadır.
Bu konularda Cumhuriyet Halk Partisi’nin ilerici konumunu koruması ve derinleştirmesi, İYİ Parti ve Zafer Partisi gibi partilerin de MHP’nin ve çağın gerisinde kalmamak adına yapıcı davranmaları gerekmektedir. Tesadüfe bakın ki, mülteci düşmanlığının ABD’de Donald Trump -ki ABD’de suç olgusu nedeniyle bunun haklı bazı gerekçeleri de var-, Hollanda’da Geert Wilders, Almanya’da ana muhalefet partisi AfD ve ülkemizde Ümit Özdağ ile gündeme gelen sığınmacı karşıtlığı konusuna da İspanya’dan güzel bir cevap verildi. 18 yaşındaki fakir bir aileden gelen Fas kökenli sevimli bir İspanyol çocuk (Lamine Yamal), göçün doğru yönetilirse nasıl faydalı olacağını ispatlarcasına, önceki gün -2024’te İspanya milli takımını Avrupa Şampiyonu yapmasının ardından- takımı Barcelona’yı da İspanya “La Liga” şampiyonu yaptı. Bugün spor gazetelerinde Yamal’ı manşetlerde görünce bir kez daha anladım; biz ülkemize savaş ve terörizm riskleri nedeniyle haklı ve yasal olarak gelmiş insanları (özellikle Suriyeliler) kovalamak için harcadığımız zamanı onları yetiştirip ülkemize faydalı Türk vatandaşları yapmak için harcasak, belki şimdi kendi Lamine Yamal’larımız olacaktı. Ama Türklüğü bir kültür ve hukuki statü yerine ırk temelinde görenler için, elbette Kürt de, Suriyeli de, Afgan da kalitelerine bakılmaksızın halen potansiyel tehdit gibi algılanıyor.
İspanya’dan Türkiye’ye bakınca aklıma gelenler şimdilik bunlar. İlerleyen günlerde zamanım olursa bunları akademik düzleme oturtarak daha da somut şekilde ifade edeceğim. İspanya’daki son gecemde büyük Türkiye’ye sevgiler…
-
Görüş2 hafta önce
“Ölüm denir mi hiç öylesine?”
-
Amerika2 hafta önce
Zuckerberg ve AI terapistler: Aklınıza mukayyet olun!
-
Görüş2 hafta önce
Hindistan-Pakistan gerilimi: Geleneksel ve sınırlı bir askerî güç gösterisi oyunu
-
Amerika1 gün önce
İki İsrail elçiliği çalışanını öldüren Elias Rodriguez manifesto yazmış
-
Dünya Basını2 hafta önce
Batı’nın Gazze sessizliği
-
Söyleşi1 hafta önce
‘Alman medyası hükümetin halkla ilişkiler departmanı gibidir’
-
Rusya2 hafta önce
Putin’in tarihi 9 Mayıs konuşması: “Muzaffer halka şan olsun!”
-
Asya2 hafta önce
Güney Kore cumhurbaşkanlığı seçimleri kampanyasını başlattı