Bizi Takip Edin

Dünya Basını

Alman Demokratik Cumhuriyeti 75 yaşında: Geriye ne kaldı?

Yayınlanma

Editörün notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz konuşma, Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin (DDR) son lideri olarak bilinen Egon Krenz tarafından DDR’nin kuruluşunun 75. yıl etkinliğinde yapıldı. Krenz’in DDR’ye, barışsever bir Almanya’ya ve Avrupa’nın göbeğinde inşa edilmiş sosyalist devlete büyük bir şevkle sahip çıkması, kazanımlarının nesnel bir değerlendirmeye tabi tutulmasını istemesi ve yer yer de kendi hatalarına değinmesi takdire şayan. 20. yüzyılın başında proleter devrimin dört gözle beklendiği bu büyük ülke, en değerli öncülerini 1918-1923 arasında burjuvaziye kaybettikten sonra, uzun süren bir krizin ardından nazizmin pençesine düşmüştü. Dört gözle beklenen devrim, 20 küsür yıllık gecikmenin ardından, ülkenin doğu kısmında, antifaşist kurtuluş savaşı yürüten Kızıl Ordu’nun marifetiyle ve biraz da zoraki bir biçimde vücuda geliyordu. Stalin önderliğindeki Sovyetler Birliği ve Alman komünistler, şimdi burada giremeyeceğimiz nedenlerden ötürü, Almanya’da sosyalist inşaya emperyalizme zorunlu bir cevap olarak girişmişlerdi.

İşte DDR, tarihi kan ve savaşla dolu Almanya’nın “barışsever” bir ülke olarak da inşa edilebileceğinin kanıtı olmuştu. Sosyalizmin Avrupa’da cephe hattı bu ülke, yine “dışarıdan” bir itkiyle, Mihail Gorbaçov’un glasnost ve perestroyka politikaları ile çöktü. Krenz’in bu süreçteki biraz meşum rolü hakkındaki hükmümüzü, bu konuşmanın üzerine biraz yumuşatabiliriz, ama hatırlatmak zorundayız: Krenz, selefinin yerini almadan önce, Gorbaçov reformlarına sert itirazlarıyla bilinen komünist Erich Honecker’i istifa ettiren Sosyalist Birlik Partisi (SED) Siyasi Bürosu üyeleri arasındaydı. Honecker’in devrilmesi, Krenz’in de aralarında bulunduğu bir grup yönetici ve Stasi unsuru ile birlikte ve Gorbaçov’un yardımlarıyla mümkün olmuştu. İlgili Siyasi Büro toplantısında Honecker’in devrilmesi oy birliği ile gerçekleşmişti; DDR’nin “son komünisti” de devrilmesi lehinde oy kullanmıştı. “Duvar” yıkıldıktan sonra “rehabilitasyon” peşindeki SED, Honecker’i ihraç bile etti. Honecker’in “gizli kapaklı işleri” o dönem de dile getiriliyordu; rüşvet, görevi kötüye kullanma, banka kasalarında para istifleme gibi… Bunlara dair her suçlamadan beraat etti, ama “kırmızı valizi” hâlâ üçüncü sınıf Alman casus dizilerine (mesela Netflix yapımı Kleo) konu oluyor.

Krenz elbette basitçe Almanya’da sosyalizme “ihanet” etmiş filan değildi, zaten okuyacağınız konuşması ve 90’lı yıllarda Federal Almanya tarafından Soğuk Savaş döneminde işlediği “suçlardan” dolayı tutsak edilmesi de bunun kanıtı. Ama Honecker Gorbaçov’a direnirken, Krenz “suyuna giderek” sosyalizmi kurtarabileceğini sanıyordu belki de. Sosyalizmin kuruluşunda hayati önemdeki Sovyet desteği, sosyalizmin çözülüşünde de hayati olduğunu kanıtlıyordu.


Alman Demokratik Cumhuriyeti 75 yaşında: Geriye ne kaldı?

International Action Center
10 Ekim 2024
Çev. Leman Meral Ünal

International Action Center’ın [Uluslararası Eylem Merkezi] yayımladığı bu konuşma, Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin (sosyalist Doğu Almanya) kalan son liderlerinden biri ve 1989’da Sosyalist Birlik Partisi (SED) Genel Sekreterliği görevi yürüten Egon Krenz’e ait. Konuşma, Junge Welt gazetesinin (jungewelt.de) organizatörlüğünde, Ekim 1949’da kurulan devletin 75. kuruluş yıldönümünü anma etkinlikleri kapsamında 5 Ekim’de, Berlin’deki Babylon sinemasında yapıldı.

Değerli katılımcılar,

Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin (DDR) kuruluşunu anmaya gelen tüm dostları, yoldaşları ve destekçileri selamlamak istiyorum. Buchenwald’de(1) edilen yemin, “Savaş, bir daha asla, faşizm, bir daha asla”, işte 7 Ekim 1949’da DDR’nin üzerine kurulduğu temeldi.

Tüm yaş gruplarından temsilcileri, fakat özellikle de benim gibi Doğu Almanya’yı başından sonuna kadar yaşamış olanları selamlıyorum. DDR’ye güç vererek, Almanya’nın iyiliğine hizmet ettiğiniz inancıyla yaşamının büyük bir kısmını bu davaya adamış olan sizleri yürekten selamlıyorum.

DDR’ye dönük tüm itibarsızlaştırma çabalarına rağmen halen DDR’ye olan inançlarını dile getiren o kadar çok kişi var ki, bize karşı pek de dostane olmayan sözde araştırma grubu ‘SED State’in başkanı bile, “DDR’yi insanların kalbinden çıkarma”nın henüz mümkün olmadığını itiraf etmek zorunda kaldı. Bilhassa eski kuşaklar, Doğu Almanya’nın “bizim vatanımız” olduğunu defalarca dile getirdiler.

Sayısız iftiralara ve okul kitaplarında yer alan sayısız tarih tahrifatına rağmen Alman Demokratik Cumhuriyeti’ne ve politikalarına ilgi besleyen siz sonraki kuşakları yine en içten duygularımla selamlıyorum. Bu toplumda, artık var olmayan devletimiz hakkında pek çok gerçek dışı bilgiyle karşı karşıyasınız. Ama sizi temin ederim ki, bu davaya gönül vermiş bizler dünyayı değiştirmek ve daha iyi bir Almanya yaratmak istedik. Böylece bir daha asla bir anne oğlu için göz yaşı dökmeyecekti. Ne yazık ki, kendi hatalarımız da dahil olmak üzere birçok nedenden ötürü henüz başarılı olamadık. Fakat hâlâ yapılması gereken çok şey var.

Yine de şunu düşünüyorum: Biz temelini attık, tohumlarını ektik. Hasadı görecek kadar yaşayamayacağımız kesin. Ama umarım siz ve akranlarınız, çocuklarınız ve çocuklarınızın çocukları, Almanya’nın doğusunda 40 yıl boyunca iki dünya savaşından dersler çıkarmış, kapitalizme ve savaşa gerçek bir alternatif olan antifaşist bir devletin var olduğunu unutmazsınız.

Bu nedenle, benim, naçizane dileğim şudur: Doğu Almanya mirasından geriye kalanları koruyun. Gizli hesaplarda saklanmış zenginlikler falan yok. Geriye kalanlar sadece saygı, empati ve adalet gibi bir toplumu toplum yapan ve bir arada tutan toplumsal değerlerdir, bu değerler ki bir kişinin diğerini yiyen bir kurt olmaya cesaret edemediği bir toplumu mümkün kılar. Bizim yapamadığımızı siz yapabilirsiniz. Ama bizim kuşağın zayıflıklarından bahsederken de lütfen Brecht’in “Bizden Sonra Doğanlara” şiirini hatırlayın:

“Sizler fakat, geldiğinde vakit

İnsan insanın yardımcısı olduğu

Zaman.

Hatırlayın

Hoşgörüyle bizi.”

Keskin zıtlıklar

Değerli katılımcılar, Doğu Almanya’yı sevmek için pek çok neden var. Aynı şekilde eksikliklerini sert şekilde eleştirmek için de. Ancak yine de “barış” kelimesi her şeyin üstünde duruyor. Doğu Almanya hiçbir zaman savaşmadı. O, Almanya’nın barış devletiydi. Bu bağlamda, DDR’nin kuruluşuna ilişkin Moskova’dan, Cumhurbaşkanı Wilhelm Pieck ve Başbakan Otto Grotewohl’a hitaben gönderilen telgrafı hatırlatmak isterim. Bu telgrafı alıntılıyorum, çünkü DDR’nin tarihi misyonunun özlü bir ifadesini sunuyor:

“Barışsever Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin kuruluşu Avrupa tarihinde bir dönüm noktasıdır. Hiç şüphe yok ki barışsever Sovyetler Birliği’nin yanında barışsever demokratik bir Almanya’nın varlığı Avrupa’da yeni savaşların çıkma olasılığını ortadan kaldırmaktadır.” Ne kadar doğru ne kadar net ne kadar da yerinde!

Yugoslavya’nın bombalanması

Almanya’nın faşizmden kurtuluşunu en çok ona borçlu olduğumuz Sovyetler Birliği ve tabii yanında Doğu Almanya var olduğu müddetçe Avrupa’da barış on yıllar boyunca hüküm sürmüş oldu. Ne büyük bir tezat! Sovyetler’in çöküşünden kısa bir süre sonra, 24 Mart 1999’da NATO, BM yetkisi olmaksızın ve Federal Almanya Cumhuriyeti’nin de dahliyle, yarım yüzyıldan biraz daha uzun bir süre önce faşist Alman silahlı kuvvetleri tarafından işgal edilmiş olan Yugoslavya’yı bombaladı.

“Yeşil” Alman Dışişleri Bakanı Joschka Fischer, uluslararası hukuka aykırı olan bu saldırıyı, ikinci bir “Auschwitz”i önleyeceği bahanesiyle örtbas etmekten çekinmedi. Bugün dahi, sözde “insani dış politika” yalanı, onların “yeşil” halefleri tarafından, Ukrayna’ya eşi benzeri görülmemiş ölçekte yapılan silah sevkiyatlarını haklılaştırmak için kullanılıyor.

Alman hükümetinin mevcut politikasının ikiyüzlülüğü ve tek taraflılığı geçtiğimiz günlerde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda da ortaya serildi. Gazze Şeridi’ndeki insani durumun iyileştirilmesi ve acil ateşkes çağrısında bulunulmasını öngören karar 120 devletin büyük çoğunluğu tarafından kabul edilirken, Federal Almanya Cumhuriyeti çekimser kalan 45 devletten biri oldu.

“Savaş ve barış” söz konusu olduğunda, Doğu Almanya’da tarafsızlık hiçbir zaman bir seçenek olmadı. DDR’de savaş propagandası ve Rus düşmanlığı da dahil olmak üzere ırkçı nefret yasaktı. Devlet doktrinimiz şuydu: “Hiçbir savaş bir daha asla Alman topraklarından doğmamalı.” [Ya da] DDR milli marşının ikinci kıtasına hep sadık kalınmıştı: “Barışın aydınlığını getirelim ki, bir daha hiçbir anne oğlu için ağlamasın.”(2)

Alman Demokratik Cumhuriyeti’nde halka kendilerini “savaşa hazır” hale getirmeleri çağrısında bulunmak düşünülemezdi (Alman politikacılar şimdi bunu yapıyor!). Özellikle gençlerin barış için eğitilmesine hep öncelik verildi.

Bunlar sadece sloganlar ya da içi boş retorikler değildi, Doğu Almanya, 1989 sonbaharındaki olayların şiddetsiz geçmesini sağlarken bunu pekâlâ kanıtlamış oldu. SSCB silahlı kuvvetlerine yapılan “Kışlada kalın” çağrısı Mihail Gorbaçov’dan falan gelmedi; bu, tarihi tahrif edenlerin iddiasının aksine, Doğu Almanya’nın egemen bir kararıydı. Ancak o vakitler, Alman hükümetinin sonraları Rusya ile ilişkileri İkinci Dünya Savaşı’nın sonundan bu yana en düşük seviyeye getireceğini ve 1945’in galibini bugünün mağlubu ilan edeceğini öngörememiştik.

Güvenin mahvı

Pek çok Doğu Alman’ın son eyalet seçimlerinde oylarını kullanmadan önce kafalarından benzer düşüncelerin geçtiğine eminim. Onların bu oy tercihi, kimi yorumcuların iddia ettiği gibi, Doğu Almanya’nın artık “kahverengi” [faşizm yanlısı] olduğu anlamına gelmiyor. Aksine bu, tüm düzen partilerine bir işarettir: Bizi dinleyin! Ukrayna ve İsrail’e yeni silah sevkiyatları istemiyoruz. Yeni füzelere ihtiyacımız yok! Biz barış istiyoruz!

Ancak bu şekilde, oy toplamak için bu meseleyi hevesle istismar eden AfD’yi ciddi şekilde zayıflatabiliriz.

Tarihsel olarak epey kısa bir zaman içinde, Batı Alman hükümetleri, Sovyet işgal bölgesinde ve daha sonra Doğu Almanya’da Almanlar ve Sovyetler Birliği halkları arasında inşa edilen güvene dair ne varsa yok etti. Şimdi ise Alman politikacılar ve Alman medyası, benim en son İkinci Dünya Savaşı’nın son döneminde, yani sekiz yaşında bir çocuk olarak deneyimlediğim Ruslara karşı nefreti yeniden körüklüyorlar. Eski düşman stereotipi –her şeyin suçlusu “Ruslar” ve tehlikeli Rusya miti– yeniden canlandırılıyor. Sanki Rus birlikleri pusuda bekliyormuş gibi Rusya’ya karşı korku yaratılıyor.

Makul bir eğitim almış her Alman, Almanya’nın iki dünya savaşında Rusya ya da Sovyetler Birliği’ne karşı savaştığını; ancak Almanya’nın hiçbir zaman Rusya tarafından işgal edilmediğini bilir. Modern tarihte sadece iki kez; önce Ruslar, sonra da Kızıl Ordu Almanya’ya girdi; ilkinde Napolyon’a, diğerinde ise Hitler’e karşı. Bunun nasıl neticelendiği ise gayet iyi biliniyor olsa gerek.

Eminim ki Federal Almanya Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı 1980’lerde bugün görevdeki zatın yaptığı gibi açıklamalar yapsaydı, yani “Rusya’ya karşı bir savaş” yürütüldüğünü ve amacın “Rusya’yı mahvetmek” olduğunu söyleseydi, Helmut Schmidt gibi bir Şansölye tarafından anında görevden alınırdı.

[Federal Almanya siyasi liderleri] Willy Brandt ve Helmut Schmidt, Egon Bahr ve Herbert Wehner, yumuşama politikaları nedeniyle haklı olarak övülüyorlar. Ancak bu, hikâyenin sadece bir yarısıdır. Bu şahsiyetler yumuşama politikasını tek başlarına yürütmediler. Ortaklara ihtiyaçları vardı ve bu ortaklar arasında Sovyetler Birliği’nin yanı sıra Doğu Almanya da bulunuyordu.

Diğer bir deyişle, Doğu Almanya’nın barışçıl dış politikası olmasaydı, Willy Brandt ve diğerleri tarafından yürütülen yumuşama politikası da asla olamazdı. Çünkü onlarla aynı fikirdeydik: Erich Honecker’in defalarca belirttiği gibi, birbirimize bir kez ateş etmektense yüz kez müzakere etmek daha iyidir.

1990’ların başında Batı Alman yargısının Doğu Almanya vatandaşlarına 100 binden fazla siyasi soruşturma başlattığını bildirmek için Mihail Gorbaçov ile görüştüğümde bana Şansölye Helmut Kohl ile yaptığı bir konuşmadan bahsetti. Kohl ona şöyle demişti: “Mihail Sergeyeviç [Gorbaçov], Doğu’da yabancı bir halkla karşılaştık. Onlar bizden çok farklılar.”

Eski Batı Alman siyasi elitinin ve onların mirasçılarının dünya görüşü işte buydu ve bugün de Doğu Almanya’nın tarihsel olarak doğru bir şekilde yorumlanmasına izin vermiyorlar. Onlar için kendi kapitalizmleri, hayal edebilecekleri tek gerçek ve en iyi şey. Doğu’da kapitalizm olmadan yaşamayı daha iyi bulan insanların var olduğu gerçeği ve insan ilişkilerinin birbirlerini itip kakmayla değil, toplumsal olarak birlikte yaşamakla şekillendiği bir hayat, siyaset ve medyadaki ana akımı belirleyen Doğu Almanya’dan tiksinti duyanların kesinlikle kabul etmediği ve muhtemel ki kabul etmek istemeyeceği bir şeydir.

Yaşayan hafıza

Doğu Alman Cumhuriyeti’nin yaklaşık 16 milyonluk bir nüfusu vardı. Aradan geçen zaman içinde bu sayı daha da azaldı. Bu da bugün Doğu Almanya’ya ilişkin milyonlarca bireysel görüş olduğu anlamına geliyor. Ancak, kişisel deneyimlere dayanarak yorum yapma hakkı sadece bu vatandaşların kendilerine bırakılmalıdır, bir medya “yeniden işleme endüstrisine” ya da 12 yıllık Nazi barbarlığını Doğu Almanya’daki 45 yıllık savaş sonrası dönemle eş tutan papaz [Joachim] Gauck’a değil.(3)

Bu insanların istediği olsaydı şayet, Doğu Almanya insanların hafızasında sadece “çökmekte olan bir ekonomi” ile bir duvarın arkasına kilitlenmiş, “pis koku ve küf ve devlet güvenliği” ile çevrili “himaye edilen yaratıklardan oluşan küçücük bir ulus” olarak kalacaktı. Ama hayır! Doğu Almanya böyle bir yer değildi!

Doğu Almanların hangi köklere sahip olduğunu, eski Doğu Almanya vatandaşlarının çoğunun kendilerini Batı’nın ağzından dinlemek istemediklerini veyahut tarihin yanlış tarafında olduklarını kabul etmediklerini anlamadıkça ve yaşam öykülerini küçümsemeye devam ettikçe, iktidardakiler, düzen partileri ve onların ideolojik yardakçıları birçok Doğu Alman’ın oy verme refleksini asla anlayamayacaklar.

Miras

Her şeye rağmen Alman Demokratik Cumhuriyeti, kapitalistlerin olmadığı bir yaşamın, ileri derecede sanayileşmiş Almanya’da dahi mümkün olduğunu kanıtladı. Politikamızın yapı taşları arasında, yüz binlerce mülteci ve yerinden edilmiş insanı toprak sahibi yapan “toprak reformu” gibi kavramlar da yer alıyordu. Doğu Almanya’nın mirası, Nazilerin ve savaş suçlularının mallarına el konmasını ve üretim araçlarının birer kamu mülküne dönüştürülmesini içermekteydi – bu malların ekseriyeti “dönüş” [ilhak] sonrasında Treuhand tarafından yok pahasına satılsa da…

Geride bıraktıklarımız arasında, bazen hala tartışmalı imlalar kullanan yeni bir öğretmen kuşağı ile benzer mütevazı geçmişlerden gelen yeni avukatlar; eşit koşullarda yaşayabilen ve çalışabilen ve bir mesleği sürdürmek veya bir banka hesabı açmak için önce kocalarından izin almak zorunda kalmayan kadınlar kuşağı var.

Sınıf ve eğitime ilişkin ayrıcalıkların kırılması sayesinde kariyer yapma imkanına kavuşan ve işçi ve köylü üniversitelerinde henüz lise mezuniyet sınavlarını geçmeden lisans eğitimlerini tamamlayabilen birçok akademisyen hatırlıyorum.

Yine geride binlerce sosyal konut bıraktık; bunlar yaşam alanlarının ve toprağın, spekülatörlerin cebini doldurmak için var olmadığı ve “başını sokacak bir eve” sahip olmanın bir lütuf değil, insan hakkı olduğu yönündeki tarihsel deneyimin izlerini taşıyor.

Bir de unutmamızın pek mümkün olmadığı şeyler var, bugün birçok kişinin şikâyet ettikleri: Doğu Almanya’da işsiz kimse yoktu; herkes, hatta daha az çalışkan olanlar bile, bir mesleki yeterlilik kazanmaları için destekleniyorlardı. Gençler gençlik kulüplerinde buluşurdu; benzin istasyonlarında ya da tren istasyonlarında buluşmak ise çok nadir rastlanan bir durumdu.

Gelecek nesillere milyarderler bırakmadık ama dilenciler de… Ve son olarak, neo-Naziler muhtemel ki saklanarak var oldular. Fakat onlar emperyal savaş bayraklarını Batı’dan alana kadar hiç yükseltmediler ve yeni devlet onlara sanki güçsüzmüş gibi baktı ve o zamana kadar onlardan esirgenen “özgürlüklerini” onlara verdi.

Doğu Almanya, sistemler arasındaki savaşta paramparça oldu. Sosyalizmi geliştirme hayalimiz de kendi zayıflıklarımız nedeniyle suya düştü. Yetersiz enformasyon politikaları, anayasal güvence altındaki demokratik hakların yeterince kullanılmaması, arzdaki boşluklar, bürokrasi  ve çoğu zaman da dar görüşlülük… Gerçeklik ideallerden hızla uzaklaşmıştı. 1989-90’a geldiğimizde ise toplumun geniş kesimleri artık bunları kabul etmek noktasında eskisi kadar istekli değildi.

Geriye dönüp baktığımızda, Doğu Almanya’nın toplumsal bir dengeleyici olarak işlevini yitirmesinden bu yana toplumsal yabancılaşmanın da arttığını görüyoruz. Zengin ve yoksul arasında zaten var olan uçurum daha da büyüyor ve çok aleni biçimde sergileniyor. Kayırmacılığa dayalı siyasal partiler kamu yararına yönelik fonları zimmetlerine geçiriyor. Ancak buna karşı direniş de giderek büyüyor.

Toplumun neredeyse tüm kesimlerinden gelen toplumsal ilgi, burjuva partileri en kötü aşırılıkları tartışmaya zorluyor. Keşke bu tartışmaları, Doğu Almanların kişisel tarihlerini sistematik şekilde küçümsedikleri ve DDR güvenlik güçlerine yönelik toptan cadı avına giriştikleri gibi enerjik bir şekilde yapmış olsalardı. Oysa tüm bunları, kendi ülkelerinin asıl sorunlarından dikkatleri kaçırmak için yaptılar. Ama DDR, Alman tarihinin “külkedisi” olmayacak.

DDR’nin ne olduğu, neden kurulduğu, hangi tarihsel başarılara sahip olduğu, uluslararası alanda nasıl bir konuma sahip olduğu, soğuk bir iç savaşta her iki Alman devletinin nasıl her zaman olası bir nükleer savaşın eşiğinde olduğu, DDR’nin yenilgisinin nedenlerinin ne olduğu ve ondan geriye ne kalacağı… İşte bunlar savaş sonrası Alman tarihinin, hatta Avrupa ve dünya tarihinin temel sorularıdır ve bir “tarih dipnotundan” ve “yeşil ok”tan(4) çok ama çok daha fazlasıdır.

Nesnel bir değerlendirme

Belki Doğu Almanya’yı idealize etmekle suçlanabilirim. Olabilir. Ancak gerçekte savunduğum şey, zaten apaçık olması gereken bir gerçeğin savunulmasıdır: Federal Cumhuriyet’te yaşamış olan akademisyenler, politikacılar ve medya profesyonelleri DDR’nin nesnel ve tarihsel olarak adil bir değerlendirmesi için çaba göstermeliler.

Bizler, o dönemi yaşamış çağdaş tanıklar, hâlâ hayattayız. Ve biz artık burada olmadığımızda, deneyimlerimiz ve anılarımız Doğu Almanya’da doğan çocuklarımızın hafızasında yaşamaya devam edecek. Üstelik o çocuklardan bir hayli çok vardı, çünkü DDR aynı zamanda çocuk dostu bir ülkeydi. Fakat bu savaş ve sömürü dünyasının bugünkünden farklı olacağına ve DDR marşında söylendiği gibi “güneşin en güzel haliyle Almanya’da parlayacağına” olan inancımdan vazgeçemem ve vazgeçmeyi tüm kalbimle reddediyorum.


(1) Nazilerin Almanya sınırları içerisinde kurduğu ilk ve en büyük toplama kamplarından biri. (ç.n)
(2) Bu dizelerin hemen öncesinde de barışa vurgu yapılıyordu: “Barış tüm dünyanın arzusudur/Halklara elinizi uzatın/Kardeşlik içinde birleşin/Halkın düşmanlarını ezeceğiz/Tüm yollar barışla aydınlansın.” (editörün notu)
(3) Gauck Doğu Almanya’da antikomünist bir muhalefet lideriydi ve 2012-17 yılları arasında Federal Almanya’da cumhurbaşkanlığı yaptı. (İngilizce yayına hazırlayanın notu)
(4) Alman Demokratik Cumhuriyeti’nde bazı trafik lambalarında bulunan yeşil oka gönderme; bir başka DDR simgesi “Ampelmann” gibi. Bu okun olduğu lambalarda sürücüler kırmızı ışık yansa bile sağa dönebiliyorlardı. 2022 yılında Leipzig’deki trafik lambalarında hâlâ bulunan 24 yeşil okun kaldırılmak istenmesi tartışma yaratmıştı. (editörün notu)

Dünya Basını

Emekli Orgeneral Kujat, Ukrayna’nın Rus stratejik bombardıman uçaklarına yönelik saldırılarını değerlendirdi

Yayınlanma

Emekli Orgeneral ve eski NATO-Rusya Konseyi Başkanı Harald Kujat, Ukrayna’nın Rus stratejik bombardıman uçaklarına yönelik son drone saldırılarını “son derece riskli bir oyun” olarak değerlendiriyor. Kujat’a göre bu saldırılar, askeri açıdan büyük etki yaratmasa da Rusya’yı kışkırtarak Batı’yı savaşa çekme ve nükleer tesislere yakınlığı nedeniyle ciddi tehlikeler barındırıyor. Müzakereler devam ederken yapılan bu eylemlerin zamanlamasına dikkat çeken emekli orgeneral, Rusya’nın Batı’dan farklı bir tırmanma stratejisi izlediğini ve sert bir karşılık verebileceğini öngörüyor. Ancak Kujat, ABD ve Rusya arasındaki iletişim kanalları açık kaldığı sürece nükleer savaş riskinin arttığına inanmadığını vurguluyor.


‘Son derece riskli bir oyun’: Emekli Orgeneral Kujat, stratejik bombardıman uçaklarına yönelik drone saldırılarını değerlendirdi

Éva Péli
NachDenkSeiten
2 Haziran 2025

Emekli Orgeneral Harald Kujat, pazar günü Rus bombardıman uçaklarına yönelik drone saldırılarının geniş kapsamlı sonuçları konusunda uyarıda bulunuyor. Saldırıyı, savaşı genişletebilecek “son derece riskli oyun” olarak nitelendiriyor. Kujat, mülalatında saldırının askeri önemini, olası Batı müdahalesini ve devam eden müzakerelere rağmen süren gerilimin tırmanma tehlikesini ele alıyor.

Sayın Orgeneral Kujat, Ukrayna dronlarının Rus stratejik bombardıman filosuna yönelik saldırısını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ukrayna’nın bu saldırısı son dönemdeki drone saldırılarından farklılık gösteriyor. Şüphesiz Ukrayna açısından başarılı “darbe” niteliğinde. Fakat bu saldırının, elde edilen bariz başarılara rağmen, cephedeki duruma veya Ukrayna’nın Rus hava saldırılarına karşı savunmasına kayda değer etkisi bulunmuyor; her ne kadar böyle olduğu izlenimi verilmek istense de. Aslında Ukrayna’nın askeri durumu giderek daha da kötüleşiyor.

Saldırılar, Rusya’nın kıtalararası stratejik bombardıman filosunu hedef aldı. Kaç uçağın imha edildiği ve bunların tam olarak hangi tipler olduğu henüz belirsiz. Gerçekten imha edilen uçak sayısına bağlı olarak Rusya’nın Ukrayna’ya karşı seyir füzesi kullanma imkânları bir miktar kısıtlansa da bu etkinin stratejik yansıması olmayacaktır.

Ukrayna bunu neden yapıyor?

Bu, Rusya’nın stratejik bombardıman filosuna yönelik ilk saldırı değil. Daha önce de Saratov yakınlarındaki Engels üssüne saldırılar düzenlenmişti. Ayrıca, Rus erken uyarı sistemine yönelik iki saldırı gerçekleştirildi ki bu durum iki süper gücün stratejik ilişkileri üzerinde istikrarsızlaştırıcı etki yaratabilir.

Bu saldırılar Ukrayna’daki askeri durumu etkilemediğine göre, asıl amaçlarının ne olduğu sorusu akla geliyor. Ukrayna yönetiminin hedeflerini bilmiyorum ancak Batı’nın müdahalesine yol açacak sert Rus tepkisini provoke ederek savaşı genişletmeye çalıştıkları düşünülebilir. Bu, çok tehlikeli gelişme olurdu.

Bu saldırılar değerlendirilirken, stratejik bombardıman filosu üslerinin hemen yakınında nükleer silah depolarının da bulunduğu gerçeği sıkça göz ardı ediliyor. Bunlar güçlü şekilde korunsalar da dronun yanlış yönlendirilip böyle depoya isabet etme riski her zaman mevcut. Bunun ne gibi sonuçları olacağını herkes tahmin edebilir. Bu bakımdan, burada oynanan son derece riskli oyundur.

Son ve belirleyici nokta: Bu saldırı, ikinci müzakere turuna çok yakın zamanda gerçekleşti ve görünüşe göre Rus demir yollarına yönelik eş zamanlı saldırılarla bağlantılı. Bu, koordineli eylem olabilir. İkinci müzakere turundan bir gün önce neden böyle bir şeyin yapıldığı sorusu ortaya çıkıyor.

Açıklama son derece net: Moskova’nın sadece oyalama taktiği uyguladığı ve gerçek müzakerelerle ilgilenmediği sürekli iddia ediliyor. Oysa müzakereleri Rusya’nın kendisi önerdi ve her iki taraf da bugün İstanbul’da yapılacak müzakerelere temel oluşturması için pozisyonlarını yazılı olarak belirledi. Dolayısıyla bu, ancak Rus tarafının bu saldırılara tepki olarak müzakereleri iptal etmesinin beklenmiş olabileceği anlamına gelebilir.

Ancak bu olmadı…

Hayır, müzakereler devam ediyor. Hatta bu görüşmeler başlamadan önce ABD ve Rusya Dışişleri Bakanlarının tekrar telefonla görüştüklerini öğrendik. Benim için bu, ABD’nin en azından bu müzakerelere eşlik etmeye devam ettiğinin ve tamamen geri çekilmediğinin açık göstergesi – ki bunu çok önemli buluyorum.

Sizin açınızdan ve askeri deneyimlerinize dayanarak böyle saldırı nasıl mümkün olabiliyor? Ukrayna kaynaklarına göre, bir buçuk yıl boyunca planlanmış ve anlatıldığına göre Rusya topraklarından kamyonlarla gerçekleştirilmiş.

Ülkede araçlar kapsamlı şekilde kontrol edilmiyorsa ve böylesi operasyon titizlikle hazırlanmışsa, bu tür şeyler olabilir. Ancak bu durum şu soruyu gündeme getiriyor: Bu, büyük askeri başarı mı? Hayır, bunlar saldırı, kelimenin tam anlamıyla askeri operasyon değil. Bu tür saldırılar her ülkede mümkündür.

Buna ek olarak, ABD ve Rusya arasındaki Yeni START Anlaşması, stratejik bombardıman uçaklarının belirli hava üslerinde, üzerinde anlaşılan denetimler için görünür olacak şekilde konumlandırılmasını zorunlu kılıyor. Pratikte bu, kapalı binalarda gizlenmiş şekilde değil, açık hangarlarda veya pistte anlamına geliyor. Bu düzenleme, anlaşmaya uyulup uyulmadığının doğrulanabilirliğine hizmet ediyor ve karşılıklı güven inşasının parçası. Ancak bu durum, uçakları kolayca hedef alınabilir hâle getiriyor.

Şimdi, Batılı istihbarat kurumlarının uydu görüntüleriyle yardım etmiş olabileceğine dair tahminler veya işaretler var. İngilizler bu konuda zaten açıklama yaptı ve Ukraynalıları da tebrik etti. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Batı yardımı oldu mu?

Prensip olarak spekülasyon yapmıyorum. Ancak bir şey açık: Hareketli hedefler için veriler neredeyse eş zamanlı olarak sağlanıyorsa, bunlar Ukraynalılardan gelmiş olamaz, başka kaynaktan gelmiş olmalı. Ancak uzun vadeli planlanmış operasyonsa, Rus hava üssünün konumunu basit araçlarla bile kendi başlarına tespit etmeleri kesinlikle mümkün. Bu özel durumda, bu nedenle böyle dış istihbaratın gerekli olduğunu düşünmüyorum; Ukraynalılar bunu kendileri yapabilir. Ama elbette Ukrayna’ya Batı uydu keşiflerinden elde edilen üslerin durum planlarının verilmiş olması da mümkün.

Engels yakınlarındaki hava üssüne 2022’de ve Rus erken uyarı radarına 2024’te yapılan önceki saldırılara atıfta bulunarak, nükleer saldırıya varabilecek olası sonuçlar konusunda uyarıda bulunmuştunuz. Asker olarak, şu anki saldırıya Rusya’dan ne gibi tepkiler bekliyorsunuz? Devlet Başkanı Putin’in, artık kırmızı çizgilerin kalmadığını ve Kiev’in bundan pişman olacağını söylediği iddia ediliyor.

Öncelikle, anında tepki olmadı ve bu olumlu gelişme: Bugün için planlanan müzakereler gerçekten yapılıyor, ki bu olumlu olarak kaydedilmeli. İkincisi, bu tür durumlarda her zaman olduğu gibi: Bir taraf belirli önlemle öne çıkarsa, diğer taraf tepki verir. Savaşın şiddet eylemi olduğu yönündeki Clausewitz öğretisini sık sık unutuyoruz. Her taraf diğerine yasayı dikte eder, diğeri uyar ve bunun üzerine aşırıya kaçana kadar tekrar tepki gelir. Bu, modern dilde gerilimin tırmanması [eskalasyon] olarak adlandırılır. Dolayısıyla Rusya’nın karşılık vereceğinden emin olabiliriz.

Ancak Rusya’nın muhtemelen aynı şekilde tepki vermeyeceğini varsayıyorum. Bunun yerine, muhtemelen savaş alanındaki çatışmaları yoğunlaştıracak ve Ukrayna savunmasını zayıflatmak için hava saldırılarını artıracaktır. Ukrayna’nın durumu zaten son derece kritik olduğundan ve Rusya ek çaba gösterirse, askeri durum Ukrayna aleyhine önemli ölçüde değişecektir. Bu makul varsayım olsa da, Rusya’nın gerçekte nasıl tepki vereceğini elbette bilmiyoruz.

Rusya’nın stratejisinin her zaman aceleci tepki yerine ölçülü ama net tepkiyi öngördüğüne dair işaretler var mı? İnternette Rus nükleer doktrinine göre derhal nükleer saldırı çağrıları yapıldı.

Batı’da (özellikle ABD’de) ve Rusya’da tırmanma stratejileri arasındaki büyük farkın altını çizmek gerekir ki bu Batı’da sıkça hafife alınır. Batı küçük adımlarla tırmandırır: Rakibin nasıl tepki vereceğini —ya da hiç tepki verip vermeyeceğini— bekler ve sonra bir sonraki adımı atar. Böylece tırmanmanın kontrolünü elinde tutar. Rusya’nın tolerans eşiği ise çok daha yüksektir. Rusya bekler, ancak belirli noktada sert şekilde karşılık verir. Buradaki sorun, böyle tırmanma stratejisinde karşı saldırının ne zaman ve nasıl gerçekleşeceğini hesaplamanın çok zor olmasıdır. Bu da Rus tepkisini bu kadar öngörülemez kılıyor.

Sonuçta Rusya’nın tepkisi, Moskova’nın hangi stratejik hedefleri izlediğine bağlı. Eğer hedef Ukrayna’nın hızlı ve mutlak yenilgisi olsaydı, tepki, Rusya’nın savaşın müzakere yoluyla çözümünü birincil seçenek olarak görmeye devam etmesinden farklı olurdu. Şimdiye kadar ikincisini görüyoruz. Sadece bunun böyle kalmasını ve her türlü müzakere olasılığını ortadan kaldıracak tepkinin gelmemesini umabilir ve bekleyebiliriz.

Önceki uyarınızı da göz önünde bulundurarak son soru: Dünya şimdi nükleer savaşa bir adım daha mı yaklaştı?

Hayır, buna inanmıyorum. Önemli olan her zaman iki nükleer süper gücün bağlantılarını sürdürmesidir. Bu durumda Ukrayna gibi üçüncü tarafların eylemlerinin her iki nükleer güç tarafından doğru şekilde değerlendirilmesi son derece önemli. Her ikisi de nükleer çatışmayı önleme yönündeki üstün menfaatlerini izlemeye devam ediyor. Asıl önemli nokta bu: İstenmeyen tırmanma sarmalına sürüklenmemek gerekir.

Ne Amerika Birleşik Devletleri’nin ne de Rusya’nın bu iki büyük güç arasında çatışmaya en ufak ilgisi olmadığını çok net görebiliyoruz. Tam da bu nedenle, eskiden “kırmızı hat” olarak bilinen bu bağlantının iki taraf arasında sürdürülmesi kesinlikle hayati önem taşıyor.

Bir not olarak: Rusya’daki bu ikili bağlantının uç noktası “Nükleer Risk Azaltma Merkezi” olarak adlandırılıyor. Bu, bu iki süper güç arasındaki gerilimi azaltıcı önlemler için kendilerinin seçtiği etiketi açıkça ortaya koyuyor.

Sayın Orgeneral Kujat, röportaj için çok teşekkür ederiz.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

İkinci Trump yönetiminde sermaye hizipleri

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, yeni Trump yönetiminin arkasında sermaye ittifakını ve bu ittifakın olası gerilim, hatta dağılma dinamiklerini inceliyor.

Özel sermaye fonları ve Büyük Teknoloji ile “MAGA popülizmi” ittifakı olarak tanılmayabileceğimiz II. Trump yönetiminin ömrünü, bu sermaye hiziplerinin çıkarlarını yönetebilme beceresi de belirleyecek. Öte yandan, geleneksel finansa, yani Wall Street’e yönelik düşmanlık konusunda bir ortaklaşma görülüyor.

Nitekim Wall Street’in sözcüsü olarak nitelendirebileceğimiz mecralar, bir süredir Trumpçı “maceranın” ABD’den sermaye kaçırdığını “kanıtlayıp” duruyorlar. Yeni finansal araçlara sahip olanların bankalara yönelik hücumunun başarısı, Trumpizm’in de kaderini belirleyecek gibi görünüyor. Yakın zamanda Elon Musk ile Trump arasında vergi kesintisi ve harcama yasa tasarısı nedeniyle patlayan büyük kavga, geleceğe dair ipuçları sunuyor.

Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Amerika’nın Braudel’ci sonbaharı: İkinci Trump yönetiminde sermaye hizipleri

Benjamin Braun ve Cédric Durand
Phenomenal World
29 Mayıs 2025

Tarihçi Fernand Braudel’e göre, hegemonyanın çöküşü tarihsel olarak finansallaşma ile birlikte gelmiştir. Üretim ve ticarette kârlılığın azalmasıyla birlikte, sermaye sahipleri varlıklarını giderek finans sektörüne kaydırırlar. Braudel’e göre bu, imparatorlukların “sessiz ve ayrıcalıklı bir yaşamı garanti edecek her şeyi arayan rantçı-yatırımcı topluma dönüştüğü” bir “sonbahar belirtisi”dir.(1)

Braudel’in öngördüğü bu çöküş senaryosu, Trump’ın ikinci yönetiminin kilit isimlerini rahatsız ediyor. Şu anda Hazine Bakanı olan Scott Bessent, seçim kampanyası sırasında düşünceli bir tavırla şöyle demişti: “Eski rezerv para birimlerinin ortak noktası nedir? Portekiz, İspanya, Hollanda, Fransa, Birleşik Krallık… Bu ülkeler rezerv para birimi statüsünü nasıl kaybettiler?” Cevap: “Aşırı borçlandılar ve ordularını artık destekleyemez hale geldiler.” Eski bir hedge fonu yöneticisi Bessent, doların değerinin düşürülmesi programını resmi olarak reddediyor, fakat spekülatörler Trump’ın ocak ayında göreve gelmesinden bu yana ABD’nin döviz kurunu aşağı çekiyor. Dışişleri Bakanı Marco Rubio, 2019 yılında yayınlanan “21. yüzyılda Amerikan yatırımları” başlıklı raporun yazarı. Bu raporda, Wall Street’i, “iş kararlarını uzun vadeli kurumsal kapasite geliştirme yerine, yatırımcılara hızlı ve öngörülebilir bir şekilde para kazandırmaya yönelten” hissedar değeri rejimini sert bir dille eleştiriyor. Rubio’nun finans konusundaki görüşleri, Josh Hawley gibi kendini “popülist” olarak tanımlayan Cumhuriyetçiler tarafından da paylaşılıyor.

Wall Street’e karşı bu kalıcı düşmanlık, Trump’ın ikinci yönetiminin ilk aylarında ideolojik bir kırılmaya neden oldu; bir yandan, Başkan’ın “Kurtuluş Günü” gümrük vergileri finansal piyasaları altüst ederken, diğer yandan Wall Street finansal paniğe yol açarak Beyaz Saray’ı disipline etmeye çalıştı. Kendini MAGA [Amerika’yı Yeniden Büyük Yap] popülisti olarak tanımlayanlar ile Trump’ın seçim tabanının oluşturduğu koalisyonun sürdürülebilir olup olmadığı, ikinci Trump yönetiminin temel sorusu olmaya devam ediyor. Bu koalisyon, gümrük vergileriyle ABD imalat sektörünün canlandırılması ve sınır dışı edilmelerle işgücü piyasasının sıkılaştırılması yoluyla yaşam standartlarının yükselmesi ve iş güvenliğinin sağlanmasını bekliyor. Fosil yakıt şirketleri ve Palantir ve Anduril gibi savunma odaklı teknoloji şirketleri, militarize milliyetçilikte pek çok şey buluyor. Fakat Trump’ın ticaret politikası, Trump’ı sürekli destekleyen ve karşılığını almayı bekleyen iki sektör olan özel finans ve büyük teknolojiye açıkça zarar veriyor. Bu sektörlere saldırmak, onu yeniden başkanlığa taşıyan ABD sermayesinin tam da o kesimlerini kendinden uzaklaştırma tehlikesi yaratıyor. 

Bu sermaye grupları için ABD’nin gerilemesi görecelidir ve Japonya örneğinde olduğu gibi zarif bir şekilde yönetilebilir. Giovanni Arrighi’nin 1994 yılında gözlemlediği gibi, finans her zaman hegemonik geçişlerin aracısı olmuş ve bu geçişlerden faydalanmıştır.(2) Bugün, varlık yönetimi devleri, ABD’nin portföylerini gerileyen hegemondan uzaklaştırarak ve Çin ve diğer yükselen Asya ekonomilerinden gelen hızlı büyüyen sermaye havuzlarına ABD varlıklarına erişim imkanı sunarak kâr elde ediyor. Bu arada, büyük teknoloji şirketleri bilgi ve iktisadi koordinasyon üzerinde genel kontrolü hedefliyor.(3) Veriye erişimini kesintiye uğratabilecek, ağ etkisini azaltabilecek, maddi altyapı maliyetlerini artırabilecek ve bağlantısız siyasi yapıları dijital egemenlik peşinde koşmaya itebilecek jeoiktisadi parçalanmadan çok şey kaybedecekler.

Amerikan İmparatorluğu’nu yeniden canlandırma çabalarında Trump yönetimi, imalat odaklı nativistler ile çıkarları küresel boyuta yayılan sermaye gruplarının çıkarları arasında hassas bir denge kurmak zorunda kalacak. Bu çelişkili gündemleri uzlaştırmak, Trump koalisyonunun uzun ömürlülüğü ve küresel finansal sistemin istikrarı için büyük bir meydan okuma oluşturacak. 

Özel finans Trump’a arka çıkıyor

2016 seçimleri Wall Street’te dramatik bir bölünmeye yol açtı. Batmak için fazla büyük bankalar ve “kamu sermayesi” varlık yöneticileri retorik olarak Demokratlarla aynı çizgide yer alırken, “özel sermaye” veya alternatif varlık yöneticileri (özel sermaye, risk sermayesi ve hedge fonları) Trump’ın ilk başkanlık adaylığının yüksek sesli destekçileri olarak ortaya çıktı. Bu bölünme, Birleşik Krallık’taki bölünmeyi yansıtıyordu. Birleşik Krallık’ta cesaretlenen bir grup özel sermaye ve hedge fon patronu Brexit’e destek verirken, geleneksel finans dünyası Remain [AB’de kalma] kampını destekleme eğilimindeydi.(4)

Alternatif varlık yöneticileri sadece iki şey istiyor: vergi ayrıcalıkları ve deregülasyon. Forbes 400 sıralamasında özel finans patronlarının durmak bilmeyen yükselişinin ardındaki en önemli tek faktör, başarı primi faizi [carried-interest] vergisi yasal boşluğu. Son yirmi beş yılda, özel fon genel ortaklarının performansa dayalı ücretleri olan “başarı primi” 1 trilyon dolara ulaştı.(5) 2010 yılında Obama, bu boşluğu kapatmaya çalıştı ama başarısız oldu ki bu hamleyi, Blackstone CEO’su Stephen Schwarzman, Nazi Almanya’sının Polonya’yı işgaline benzetmeye uygun bulmuştu. Bu yasal boşluğun korunması, Senatör Kristen Sinema’nın son anda Biden yönetiminin Enflasyonu Düşürme Yasasına [IRA] eklediği talep ile sağlandı ve Biden döneminde şirketler ve zenginlere vergi artırımı konusunda yaşanan genel başarısızlığı tamamladı.

Deregülasyon cephesinde, özel finans kesimi için en büyük kazanç, bireysel emeklilik varlıklarının oluşturduğu devasa havuza erişimdir. Şu anda, özel sermaye ve hedge fonları, süper zengin bireylerden ve kurumsal varlık sahiplerinden para topluyor. En büyük müşteri grubu, açık ara farkla, sabit yükümlülükleri bulunan kurumsal yatırımcılar olan kamu ve özel sektördeki tanımlanmış fayda emeklilik fonları. Fakat 2008 finansal krizinden bu yana, 401(k) ve IRA planları gibi bireysel, tanımlanmış katkı planları, toplu emeklilik planlarına göre iki kat daha hızlı büyüdü. Bugün, bu iki tür planda 10 trilyon doların biraz altında bir meblağ bulunuyor ve bunların tümü, BlackRock, Vanguard ve State Street gibi Wall Street’in liberal kesiminin sadık destekçileri tarafından yönetiliyor. 

Bu devasa para havuzuna erişim sağlamak için uzun süredir mücadele eden özel finans grubu, Trump’ın ilk döneminde ilk zaferini elde etmişti. 2020 yılında, önde gelen muhafazakâr Yüce Mahkeme yargıcı Antonin Scalia’nın oğlu Eugene Scalia’nın başkanlık ettiği Çalışma Bakanlığı (DOL), bir mektup yayınlayarak mevcut kuralların 401(k) sponsorlarının plan fonlarını özel sermaye şirketlerine tahsis etmesine zaten izin verdiğini açıkladı. Elbette, SEC’in [Menkul Kıymetler ve Borsa Komisyonu] katı kural değişikliğinin aksine, DOL’in mektubu zayıf bir hukuki temele dayanıyor, fakat yine de önemli bir adım. Trump ikinci kez göreve başladıktan kısa bir süre sonra, özel sermaye devleri, fonlarına olan talebi iki katına çıkarabileceğine inandıkları 401(k) musluğunu açmak için çabalarını yoğunlaştırdı. 

Özel sermaye fonlarının, Amerika’daki 60 milyon 401(k) planı katılımcılarına erişim sağlamaya kararlı olmasında bir gizem yok. Saldırı hattı açık: Regülatörler, yatırım seçeneklerini halka açık hisse senetleri ve tahvillerle sınırlayarak, 401(k) sahiplerini çeşitlendirme ve getiri fırsatlarından mahrum bırakıyor. Apollo CEO’su Marc Rowan,  401(k) fonlarının “çoğunlukla S&P 500 olmak üzere günlük likit endeks fonlarına yatırıldığından” şikayet etmişti. Son zamanlarda altyapı varlıklarına yönelen BlackRock’un CEO’su Larry Fink de benzer şekilde, bu varlıkların “özel piyasalarda, yüksek duvarlarla çevrili, sadece en zengin veya en büyük piyasa katılımcılarına açılan kapıları olan” varlıklar olduğunu belirtmişti. BlackRock’un özel sermayeye yönelmesi, özel sermaye getirilerine erişimin Amerikan emeklilik tasarruf sahiplerine daha fazla finansal demokrasiye doğru bir adım olarak satılmasıyla, kamu sermayesi varlık yöneticileri arasında yaşanan daha geniş sağa kayışı temsil ediyor. 

Gerçekte, özel sermaye sektörü, ekonomist Ludovic Phalippou’nun “milyarder fabrikası”(6) olarak adlandırdığı şey için kurtarma paketi arıyor. 2006 yılından bu yana, milyarder sayısı 2005’te üç iken 2020’de yirmi ikiye çıkmış olsa bile, özel sermaye fonlarının yatırım getirileri borsa performansını geçemedi. Son yıllarda, bu tür satın alma fonları yatırımlarından çıkmakta zorlandı ve bunun yerine sektör genelinde kestaneleri ateşten alma oyunu oynayarak yatırımlarını birbirlerine devretti. 2024 yılında, özel sermaye sektörü on yıllardır ilk kez küçüldü. Biden döneminde hedef tahtasına oturan kurumsal anlaşmalar, büyümeye geri dönüş için bir yol sunuyor. Alternatif varlık yöneticisi Sixth Street’in baş yatırım sorumlusu, geçtiğimiz günlerde yatırımcılara, “Sektör, topladıkları sermayenin miktarını haklı çıkarmak için kısmen M&A’nın [Birleşme ve Satın Alma] geri döneceğini söyleyip duruyor,” dedi. “Sorun, 2019 ile 2022 yılları arasında insanların varlıklar için çok fazla para ödemiş olması ve kimse bu varlıkları kabul edilebilir bir getiri olmadan satmak istememesi.” 

Gerçekçi olmayan getiri beklentileri birikmişken, mevcut yatırımcılar için kârlı bir çıkışın en kesin yolu yeni yatırımcılar çekmek. Sektörün düşüncesine göre, 1 trilyon dolarlık “suskun” 401(k) parasını çekmek, emeklilik fonlarının, varlık fonlarının ve büyük bireysel varlık sahiplerinin hisselerini kârla satmalarını sağlayacak. Daha küçük tasarruf sahipleri ise bu aşırı değerli varlıkların yükünü üstlenmek zorunda kalacak. Başka bir deyişle, bir saadet zinciri.

Büyük Teknolojinin yeniden düzenlenmesi

Finans iki siyasi gruba bölünürken, Silikon Vadisinin seçkinleri şaşırtıcı bir birlik içinde sağa doğru ilerledi. Otuz yıl boyunca, teknoloji girişimcileri ve özel finansörler, devletin uyguladığı büyük yaptırımlardan korkmadan “hızlı hareket edip işleri bozabilirdi.” Her şeyi çok kolay elde eden bu zirvedeki avcılar, Biden yönetimi ve Demokrat Partinin artan antitekel uygulamalarının durdurulması gerektiğine karar verdi. Bu anlamda, Trump’ın bayrağı etrafında toplanmaları, Obama-Trump antitekel statükosunu geri getirmekle ilgili. Sektör liderlerinin hissettiği endişeden bahseden risk sermayedarı Marc Andreesen, kampüslerde ve Silikon Vadisinde “toplumsal devrim” belirtileri gördüğünü ve “Yeni Sol’un yeniden doğuşu”nun işgücünü radikalleştirdiğini söylüyordu:

Açıkça görülüyor ki, şirketler temelde toplumsal değişim ve toplumsal devrimin motorlarına dönüştürülüyor. Çalışan tabanı vahşileşiyor. [Birinci] Trump döneminde, tanıdığım birçok şirketin kendi kampüslerinde kendi çalışanları tarafından şiddetli ayaklanmaların patlak vermesine saatler kaldığını hissettiği vakalar yaşandı.

Silikon Vadisi liberalizminin, ABD kapitalizminin artık geçmişte kalan maksimum likidite ve minimum regülasyon dönemiyle bağlantılı geçici bir aşama olduğu ortaya çıktı. Ardından Covid salgını patlak verdi ve devlet işçilere önemli miktarda ödeme yaptı. Bu ödemelerden yararlanan bazı işçiler, yeni taleplerini dile getirme gücü kazandıklarını hissettiler. Aynı zamanda, Biden yönetiminin en aktivist kolu olan Lina Khan’ın Federal Ticaret Komisyonu, antitekel uygulamalarını büyük teknoloji şirketlerine yöneltti. Biden’ın Hazine Bakanı Janet Yellen’in kurumsal vergilendirme konusunda geçici uluslararası koordinasyon çabaları ve Demokrat Başkan’ın sendika mobilizasyonuna verdiği retorik destek de eklenince, Andreesen’in bunu “devasa bir radikalleşme anı” olarak neden yaşadığı ve grup sohbetlerinde milyarder sınıf bilincini teşvik etmek için neden bu kadar çok zaman harcadığı anlaşılabilir.

Bu koşullar, büyük teknoloji şirketlerinin Trump’ın dönüşünü destekleyen ikinci sermaye grubu olarak özel finans sektörüne katılmalarına neden oldu. Büyük teknoloji şirketlerinin patronlarının göreve başlama töreninde bir araya gelmeleri bu ittifakı kesinleştirdi. Bunun karşılığında, yapay zeka şirketleri için kamu güvenliği önlemlerini ve kripto şirketleri için düzenleyici engelleri ortadan kaldıran bir dizi başkanlık kararnamesi ile hızla ödüllendirildiler. Nitekim, Biden yönetiminin 2019’da başlatılan ve 2022’de rafa kaldırılan Facebook’un Libra küresel ödeme sistemi planına karşı hızlı bir şekilde karşı çıkmasının aksine, yeni yönetim kripto sektörünü devletin tam güveni ve kredisiyle desteklemeye hazır görünüyor. 

Kripto para yatırımcıları, emeklilik fonlarının parasını çekmek için özel sermaye stratejisini benimsedi. Trump’ın yeniden seçilmesinden bu yana, yirmi üç eyalet yasa tasarısı kabul ederek kamu kurumlarının kripto para yatırımına izin verdi. Bazı durumlarda, yasa tasarıları özellikle kamu emeklilik fonlarını da kapsıyor. Ve stabilcoinler için izin veren bir düzenleyici çerçeve sağlamayı amaçlayan “ABD Stabilcoinleri için Ulusal İnovasyonun Yönlendirilmesi ve Kurulması” (Genius) Yasası Senatoda önemli bir engeli aşarken, Menkul Kıymetler ve Borsa Komisyonundan (SEC) Tüketici Finansal Koruma Bürosuna (CFPB) kadar finansal düzenleyici kurumlara yönelik DOGE saldırısı, denetimi zayıflatıyor ve finansal sistem genelinde risk almayı teşvik ediyor. Elon Musk’ın Visa ile ortaklaşa X Money Account oluşturma planının önünde neredeyse hiçbir engel kalmadı. Silicon Valley Bank krizinin çok daha büyük bir versiyonunun tohumları atıldı. 

Sonuç olarak, yeni yönetimin ilk birkaç ayında sorun yaratan ciddi mali sıkıntılar, Başkan’ın kurumsal koalisyonunun bir kusuru olduğu kadar bir özelliği de olabilir. Yeni Silikon Vadisi seçikinlerinin hedefleri, federal bürokrasiyi işlevsiz hale getirmekle kalmayıp, Wall Street’i de tahtından indirmek.

Fed’in ikilemi

Bu da bizi, finans ve devletin karşı karşıya geldiği her türlü mücadelede belirleyici rol oynayan Federal Rezerv’e getiriyor. Büyük bir finansal krize rağmen, Fed ABD makro iktisadi politikasında sağlam bir para politikası hakimiyetini sürdürdü. Yeniden açılma enflasyonu başladığında, para politikası hem finansal istikrar hem de fiyat istikrarı için umut verici bir araç sunarken, maliye politikası arka plana çekildi. Yellen’in pandemi kaynaklı durgunluğa yanıt olarak uyguladığı “büyük ve erken harekete geçme” stratejisi ile oluşturulan yüksek basınç ekonomisi, pandemi kaynaklı tedarik zinciri gecikmelerinden kaynaklanan fiyat artışlarıyla birleşerek, Fed’in hem finansal piyasaları hem de işgücü piyasalarını deflasyona sokmak için para politikasını sıkılaştırmasının gerekçesini oluşturdu. 

Ne var ki, Trump’ın ikinci döneminde Fed çok daha tehlikeli bir yolda ilerliyor. Trump’ın gümrük vergileri ve zayıf dolar, enflasyonist baskıların geri dönme olasılığını artırıyor. Yetkin ve disiplinli bir yönetim, stratejik stoklama ve fiyat kontrolleriyle temel ihtiyaç maddelerinde fiyat artışlarını önleyebilir.(7) Ne var ki mevcut yönetim ne yetkin ne de disiplinli ve DOGE’nin federal hükümete yönelik sistematik saldırıları, enflasyonu dizginleme yükünün tek başına Fed’in omuzlarına bineceği izlenimini pekiştiriyor. 

Burada [Fed Başkanı] Jerome Powell bir ikilemle karşı karşıya. Gümrük vergileri ve zayıf doların çifte etkisiyle enflasyonist baskılar artarsa, Fed’in faizleri yükseltmesi beklenir. Fed şimdiden tahvil getirilerinin yükselmesine izin veriyor. Ne var ki, beklenenden yüksek faiz oranları ve beklenenden düşük gelir artışı nedeniyle derinleşen finansal stres (otomobil sahipleri, en yüksek oran ile son otuz yılın en yüksek seviyesinde kredi ödemelerini yapamaz haldeler), Fed’i 2019 sonu ve 2023 başında yaptığı gibi, acil kredi ve varlık alımları yoluyla varlık değerlerini desteklemek için müdahale etmeye zorlayabilir. Dahası, Trump ve Bessent, ABD hükümetinin borçlarına daha düşük faiz oranları uygulanmasını istediklerini açıkça belirtmişlerdi. Bu durum, para politikasında sıkılaştırma yönündeki her türlü girişimi büyük ölçüde zorlaştıracaktır.  

Powell’ın ikilemi, en büyük varlık tehlikede olduğu için daha da acil hale geliyor: ABD hazine tahvillerinin küresel güvenli varlık statüsü ve dolayısıyla ABD dolarının küresel rezerv ve fonlama para birimi statüsü. Resmi rezerv yöneticilerinin ABD menkul kıymetlerine olan ilgisi yıllardır azalıyor, çünkü küresel rezerv varlıklarında doların payı 2000 yılındaki yüzde 71’den 2024 yılında yüzde 57’ye düştü. Tahvil yatırımcıları arasında endişenin arttığına dair işaretler şubat ayında ortaya çıktı. Fransız varlık yönetimi şirketi Amundi’nin yatırım direktörü, Beyaz Saray’ın menkul kıymetler düzenlemelerini zayıflatma talimatına yanıt olarak, “ABD sistemine, Fed’e ve ABD ekonomisine olan güveni sarsabilecek adımlar atılmaya başlandı,” demişti. Takip eden haftalarda, bu üstü kapalı tehdit, borsalarda güçlü bir düzeltme ve daha da endişe verici bir şekilde ABD hazine tahvili faizlerinin yükselişiyle somutlaşmaya başladı. Trump’ın 2 Nisan’da “karşılıklı” gümrük vergileri uygulayacağını açıklamasının ardından ABD olağanüstü bir olay yaşadı: sermaye kaçışı. Fed, enflasyon yükselirken reel faizlerin düşmesine izin vermeye zorlanırsa, çok daha büyük ölçekli bir sermaye kaçışı gerçek bir olasılık haline gelir. 

ABD’nin ticaret açığını ortadan kaldırırken doların rezerv para birimi statüsünü korumak gibi hedeflerin birbiriyle bağdaşmadığı uzun zamandır biliniyor. Robert Triffin’in 1950’lerin sonlarında “dolar bolluğu” üzerine yaptığı çalışmalardan bu yana, uluslararası para iktisatçıları ticaret yoluyla küresel iktisadi büyümenin rezervlerin mevcudiyetine bağlı olduğunu anladılar. Yeni bir rezerv standardının yokluğunda, bu durum, ABD’nin sürekli ticaret açığı yoluyla dünyanın geri kalanına bol miktarda dolar sağlanması gerektiği şeklinde yorumlandı. Avrodolarların ve sınırsız brüt sınır ötesi finansal akışların olduğu bir dünyada, küresel likidite mutlaka ABD cari hesabına bağlı değil fakat yönetimin ikisini birbirinden ayırma fikirleri pek de güven verici değil. Bunlar arasında özellikle, “dünya çapında yasal ve meşru dolar destekli stabilcoinlerin geliştirilmesini ve büyümesini teşvik etme” vaadi yer alıyor. Eric Monnet bunu, stabilcoinlerin değeri dolar varlıklarıyla destekleneceği için, küresel para sisteminde doların hakimiyetini zayıflatmak yerine genişletmeyi amaçlayan bir strateji olan “kriptomerkantilizm” olarak adlandırdı.

Yönetici sınıfın yönetiminin tuzakları

Trump’ın göreve dönüşü, onun zaferine katkıda bulunan koalisyonun içindeki çatlakları ortaya çıkardı. Popüler MAGA hizipleri, ana akım finans ve teknoloji sektörünün açık küresel finans ve dijital pazarlara olan ilgisiyle pek ortak noktası olmayan Trump’ın milliyetçi tutumuna destek verdi. Teknoloji ve MAGA, ABD’nin sanayi tabanını canlandırma hedefinde orta yol bulabilir, fakat bu, hem ana akım hem de özel finansın üstünlüğü için dayandığı güçlü doların temelini sarsacaktır. Steve Bannon’un dediği gibi, “birçok MAGA’cı Medicaid’den yararlanıyor” olsa da, Cumhuriyetçilerin kontrolündeki Temsilciler Meclisinde kısa süre önce kabul edilen federal bütçe, özel finansın desteklediği radikal sosyal yardım kesintilerini içeriyor. Retoriklere rağmen, bu harcama kesintileri vergi indirimlerini telafi etmiyor: kamu açıkları devam edecek ve yönetimin gümrük vergileri ve deregülasyon gündemi finansal istikrarı tehdit edecek.  

Devlet teorisyenleri uzun zamandır “yönetici sınıf yönetmez” iddiasını savunmaktadır. Fred Block’un isabetli ifadesiyle, liberal demokrasiler, şirketlerini yöneten kapitalistler ile hükümeti yöneten “devlet yöneticileri” arasındaki iş bölümü ile karakterize edilir.(8) Tekil kapitalistler kendi kârlarını görmeye eğilimli oldukları için, servetleri devlet yöneticilerinin toplumsal, ekolojik ve finansal yeniden üretim koşullarını sürdürmedeki başarılarına bağlıdır.

Block’a göre, kapitalist devlet kendi çıkarlarını birleştirerek hayatta kalmaya çalışır. Şimdi şu soru ortaya çıkıyor: Mevcut ABD hükümeti, zayıflamış haliyle, ikinci Trump dönemini destekleyen çok sayıda rakip grubun çıkarlarını birleştirebilecek mi? ABD teknoloji şirketlerinin Çin’deki üretim çıkarlarını korurken MAGA milliyetçilerini yatıştıran gümrük vergileri, uluslararası düzeyde koordine edilen doların devalüasyonu ile birleştiğinde, Bidenomics’in imalat yatırım patlamasını sürdürmek için önemli bir adım olacak. Finansal deregülasyon ve özel sermaye için 401(k) musluklarının açılması, Trump’ın federal bütçe tartışmaları sırasında ortaya attığı gibi, yüksek gelir vergisi oranlarının yüzde 37’den 2017 öncesi seviyesi olan yüzde 39,6’ya geri döndürülmesi ile birleştirilebilir. Ne var ki böyle bir konsensüsün ortaya çıkıp çıkmayacağı henüz belli değil. Sadece birkaç ay içinde, Trumponomics’in çelişkileri tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı ve görünürde bir çözüm de yok.


Dipnotlar:

  1. Braudel, F. (1984). Civilization and capitalism, 15th-18th century. University of California Press, s. 246 ve 266-267. 
  2. Arrighi, G. (1994). The long twentieth century: Money, power, and the origins of our times. Verso.
  3. Durand, C. (2024). How Silicon Valley Unleashed Techno-feudalism: The Making of the Digital Economy. Verso Books.
  4. Marlène Benquet and Théo Bourgeron, Alt-Finance: How the City of London Bought Democracy, Pluto: London, 2022.
  5. Phalippou, L. (2024). The Trillion Dollar Bonus of Private Capital Fund Managers (SSRN Scholarly Paper No. 4860083). https://papers.ssrn.com/abstract=4860083
  6. Ludovic Phalippou, “An Inconvenient Fact: Private Equity Returns and the Billionaire Factory,” The Journal of Investing, December 2020, 30 (1) 11 – 39.
  7. Weber, I. M., Lara Jauregui, J., Teixeira, L., & Nassif Pires, L. (2024). Inflation in times of overlapping emergencies: Systemically significant prices from an input–output perspective. Industrial and Corporate Change, 33(2), 297–341. https://doi.org/10.1093/icc/dtad080
  8. Block, F. (1987). The ruling class does not rule: Notes on the Marxist theory of the state. In Revising state theory: Essays in politics and postindustrialism (s. 51–68). Temple University Press.
Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Batı basını, İstanbul’daki ikinci Rusya-Ukrayna görüşmelerine nasıl tepki verdi?

Yayınlanma

Rusya ve Ukrayna heyetleri, çatışmanın çözümüne yönelik ikinci tur müzakereler için 2 Haziran’da İstanbul’daki Çırağan Sarayı’nda bir araya geldi. Bir saatten fazla süren görüşmede, Rus heyetine Devlet Başkanı Yardımcısı Vladimir Medinskiy, Ukrayna heyetine ise Savunma Bakanı Rustem Umerov başkanlık etti.

Müzakereler sonucunda tarafların çatışmanın çözümüne ilişkin belgeleri masaya yatırdığı ve yeni bir esir takası için hazırlıklara başlandığı bildirilirken, uluslararası basın kuruluşları görüşmelerden önemli bir ilerleme beklemediklerini aktardı.

Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy, görüşmelerin ardından yaptığı açıklamada, tarafların çatışmanın çözümüne ilişkin belgeleri teati ettiğini ve yeni bir esir serbest bırakma sürecinin hazırlıklarına başladıklarını belirtti.

Ukrayna Savunma Bakanı Umerov ise müzakerecilerin tüm ağır hasta esirler ile 25 yaş altındaki kişilerin takası konusunda anlaşmaya vardığını açıkladı.

Rus heyetine başkanlık eden Medinskiy, Rusya’nın gelecek hafta tek taraflı olarak Ukrayna’ya hayatını kaybeden 6 bin askerin naaşını teslim edeceğini söyledi. Ayrıca Medinskiy, Moskova’nın Kiev’den çatışma nedeniyle zor durumda kalan 339 çocuğun isim listesini aldığını da sözlerine ekledi.

Reuters: Atılım beklentisi düşük

İngiliz haber ajansı Reuters, “Pazartesi günü bir atılım beklentisi düşüktü. Ukrayna, Rusya’nın bugüne kadarki yaklaşımını kendisini teslim olmaya zorlama girişimi olarak görüyor ki Kiev bunu asla yapmayacaktır. Diğer yandan, Mayıs ayında son altı ayın en hızlı ilerlemesini kaydeden Moskova ise Kiev’in Rusya’nın şartlarıyla barışı kabul etmesi gerektiğini, aksi takdirde daha fazla toprak kaybıyla yüzleşeceğini belirtiyor,” ifadelerini kullandı.

Associated Press: Taraflar kilit konularda uzak

Amerikan haber ajansı Associated Press (AP), “ABD’nin her iki tarafı ateşkese teşvik etme çabaları henüz başarıya ulaşmadı. Ukrayna bu adımı kabul etti ancak Kremlin fiilen reddetti. Her iki ülkeden üst düzey yetkililerin son yorumları, askeri faaliyetlerin durdurulmasına yönelik kilit şartlar konusunda hâlâ anlaşmadan uzak olduklarını gösteriyor,” değerlendirmesinde bulundu.

Bloomberg: Barış umudu uzak görünüyor

Bloomberg haber kuruluşu ise “Bu görüşme, çatışmanın başlangıcından bu yana savaşan iki taraf arasında kamuoyuna açık ikinci görüşme oldu ve Mayıs ayındaki ilk tur müzakerelerin ardından geldi. ABD Başkanı Donald Trump’ın aylardır süren ve ilerleme kaydedilememesi nedeniyle giderek hayal kırıklığına uğradığı çabalarına rağmen barış olasılığı uzak görünüyor. Moskova, ABD’nin 30 günlük ateşkes önerisine hâlâ direniyor,” diye yazdı.

The New York Times: Müzakereler tıkanırken sahada saldırılar artıyor

ABD’nin önde gelen gazetelerinden The New York Times, “Moskova ve Kiev, her iki ülke liderlerini kâh ikna etmeye çalışan kâh eleştiren Başkan Trump’ın baskısı altında müzakere ediyor. Ancak Rusya ve Ukrayna sert bir duruş sergiliyor ve hiçbir tarafın diğer taraf için kabul edilebilir şartlar sunması beklenmiyor. Müzakereler çıkmaza girerken, savaş alanında saldırılar yoğunlaşıyor,” yorumunu yaptı.

CNN: Belirsizlik sürüyor

Amerikan haber kanalı CNN, “Geçen ay Türkiye’de yapılan ve düşman ülkeler arasında 2022’den bu yana ilk olan birinci tur görüşmelerin ardından her iki taraf da tam bir ateşkes ve potansiyel olarak uzun vadeli bir barış için şartlarını teati etmeyi kabul etmişti. Ukrayna’nın pazar günkü hava saldırısının bu yolu kolaylaştırıp kolaylaştırmayacağı ya da daha da çetrefilli hâle getirip getirmeyeceği henüz belirsiz,” ifadelerine yer verdi.

Financial Times: İlerleme belirtisi yok, Trump hayal kırıklığı yaşıyor

İngiliz Financial Times gazetesi ise, “Heyetler el sıkışmadı ve potansiyel bir anlaşmaya varılması yönünde herhangi bir ilerleme belirtisi göstermedi. Rusya’nın uzlaşmaz tutumu, göreve geldiği ilk gün çatışmayı çözebileceğiyle övünen ve Putin ile yakın ilişkilerinin bir anlaşmaya varılmasına yardımcı olacağına inanan ABD Başkanı Donald Trump’ı hayal kırıklığına uğrattı,” değerlendirmesini okuyucularıyla paylaştı.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English
OSZAR »