Dünya Basını
Hamas’ı IŞİD ve El Kaide ile bir tutanların hataları

Çevirmenin notu: 7 Ekim’deki Aksa Tufanı saldırısının ardından başta Başbakan Binyamin Netanyahu olmak üzere İsrailli yetkililer, Hamas ve silahlı kolunun uygulamalarını IŞİD ve El Kaide ile bir tutmakta gecikmedi. Fakat Selefi cihatçı örgütleri Hamas’tan ayıran ciddi nüanslar söz konusu. Hatta Hamas ve silahlı kolunun IŞİD tarafından yıllar önce “tekfir edildiği” hesaba katılırsa, bu iddianın altı epey boş görünüyor. Stanford Üniversitesi Hoover Enstitüsü’nde öğretim üyesi olan araştırmacı Cole Bunzel’in değerlendirmesi.
Gazze ve küresel cihat: Hamas-İsrail savaşının IŞİD ve El Kaide’yi canlandırması neden mümkün değil
Cole Bunzel
2 Kasım 2023
Hamas’ın 7 Ekim’deki ölümcül saldırısının ardından İsrail, örgütü IŞİD ile karşılaştırmakta gecikmedi. İsrail hükümetinin resmi hesabı, eskiden Twitter olarak bilinen X’te, “Aynı taktikler, farklı isimler. Dünya IŞİD’i yendi. Biz de Hamas’ı yeneceğiz,” dedi. Bu hissiyat anlaşılabilirdi: Hamas’ın aralarında kadın, çocuk ve yaşlıların da bulunduğu yaklaşık 1400 İsrailliyi katlederken sergilediği ve çoğu videoya kaydedilen tarifsiz vahşet, IŞİD’in zirve dönemindeki vahşetini ve kana susamışlığını anımsatıyordu. Saldırıdan sonraki günlerde Hamas, IŞİD’in en karanlık günlerini hatırlatırcasına rehinelerin infazını yayımlamakla tehdit etti.
7 Ekim’den bu yana, Hamas’ın saldırısı ve İsrail ordusunun Gazze Şeridi’nde verdiği karşılığın, küresel cihatçı hareketin yıllar süren düşüşünün ardından yeniden canlanması açısından bir fırsat penceresi oluşturabileceğine dair endişeler söz konusu. Cihatçı örgütler ve destekçileri Yahudi ve Batılı hedeflere yönelik terör saldırıları için çok sayıda çağrı yayımladı ve şu ana kadar Avrupa’da en az bir saldırının sorumluluğu IŞİD adına üstlenildi. İsrail’in Gazze’de binlerce Filistinli Müslümanın hayatına mal olan uzun süreli bir harekâtı IŞİD gibi grupların istismar etmeye çalıştığı öfke duygularını daha da derinleştirebilir.
Yine de Hamas ve küresel cihatçı örgütlerin ideolojik olarak derin bir anlaşmazlık içinde olduklarını kabul etmek önemli. Nitekim IŞİD ilk günlerinde Hamas’ı bir dizi algılanan ihlalinden dolayı tekfir ya da aforoz ettiğini ilan etti. Ayrıca 7 Ekim saldırısını övmekten de özenle kaçındı. IŞİD’in küresel cihatçılıkta üstünlük için rakibi olan El Kaide ise saldırıyı kutladı ve savaşı genişletme çağrısında bulundu ama Hamas’ı ideolojik farklılıkları nedeniyle suçlayan bir mazisi de var. Sahadaki durum kayda değer ölçülerde değişebilir. Çatışma ne kadar uzun ve kanlı olursa, Müslümanlar arasındaki öfkeyi o kadar körükler ve İslam’ın küfür güçleriyle karşı karşıya geldiği cihatçı dünya görüşüne itibar kazandırır. Fakat ideolojik farklılıklar, cihatçıların bu dönemi hareketlerini yeniden canlandırmak için değerlendirebilme imkanlarını sınırlayacaktır.
Haddinden fazla politik
Küresel cihatçıların temel meşguliyeti, Orta Doğu’nun “mürted” yöneticilerine ve onların destekçilerine karşı savaşmak. Bugün Suudi Arabistan’da Muhammed bin Selman, Mısır’da Abdülfettah el-Sisi ve Suriye’de Beşar Esad rejimleri başlıca hedefler arasında yer alıyor. IŞİD veya El Kaide’ye bağlı gruplar Filistin topraklarında hiçbir zaman özellikle aktif olmadılar, ancak Filistin meselesi cihatçı söylemde önemli bir yer tutuyor. El Kaide’nin bir sloganı “Geliyoruz ey Aksa” şeklinde ve Müslümanların İslam’ın üçüncü en kutsal mekânı olarak gördükleri ve ibadet eden Müslümanlarla İsrail güvenlik güçleri arasında sık sık çatışmaların yaşandığı Kudüs’teki camiye atıfta bulunuyor. Usame bin Ladin’in 11 Eylül saldırıları öncesinde kaydettiği meşhur yemininde ABD’ye hitaben şöyle diyordu: “Zahmetsizce gökleri yükselten yüce Allah’a ant olsun ki, Filistin’de yaşayan bizler için güvenlik gerçek oluncaya ve tüm kafir orduları Muhammed’in topraklarını terk edinceye kadar ne Amerika ne de Amerika’da yaşayanlar güvende olacaktır.”
Hamas 1987 yılında Müslüman Kardeşler’in Filistin kanadı olarak kuruldu; bu, cihatçıların İslamlaşmaya dönük tedrici yaklaşımı ve mevcut siyasi sistemler içinde faaliyet göstermeye istekli olması nedeniyle kınadıkları bir siyasi teşkilatlanma. Bu tür farklılıklara rağmen, cihatçı liderlerin Yahudi devletine karşı silahlı direnişi nedeniyle Hamas’ı methettikleri bir dönem oldu. Bin Ladin’in kendisi de Aralık 2001’de bunu yapmıştı: “Bizim mücadelemiz Hamas gibi Filistin’deki kardeşlerimizin mücadelesinden farklı değil. Biz Filistin’de ve başka yerlerde ezilenlerin zulmünü hafifletmek için savaşıyoruz.”
Yine de 2006 yılında Hamas, Filistin Yasama Konseyi seçimlerine katıldı ve kazandı, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün baskın fraksiyonu olan El Fetih ile bir birlik hükümeti kurdu. El Kaide liderliği kınama yağmuru yaşadı. Bin Ladin Hamas’ı demokrasinin çok tanrıcı fıtratı konusunda uyararak “çok tanrıcı meclislere katılmanın yasak olduğunun” altını çizdi. 2007 yılında yaptığı konuşmada, Hamas liderliğinin Filistin Yönetimi’ni kucaklayarak ve böylece İsrail’in var olma hakkını tanıyan “anlaşmaları” kabul ederek (Oslo anlaşmalarına atıfta bulunarak) “dinlerini terk ettiklerini” söyleyecek kadar ileri gitti. İlerleyen yıllarda El Kaide, Hamas’ı Gazze’de İslam hukukunu uygulamadığı, İran’daki Şii İran rejimiyle yakın ilişkiler kurduğu ve Gazze’deki Cund Ensarullah ve Ceyş’ül Ümme gibi yerli cihatçı gruplara zulmettiği için de eleştirecekti (Filistin İslami Cihad’ı, Gazze ve Batı Şeria’da faaliyet gösteren bir diğer paramiliter örgüt. El Kaide ya da IŞİD ile hiçbir bağı yok ve İran’a Hamas’tan bile daha yakın).
Fakat El Kaide, Hamas’ın siyasi kolu ile silahlı kanadı Kassam Tugayları’nı birbirinden ayırma politikasını benimseyerek Hamas’ı tamamen gözden çıkarmamaya özen gösterdi. Ancak bazı hatalar da oldu. 2009 yılında Mustafa Ebu el-Yezid adlı üst düzey bir El Kaide komutanı, El Cezire’ye “Biz ve Hamas aynı düşünceyi ve aynı metodolojiyi paylaşıyoruz,” deme hatasını yaptı. Önde gelen bir cihatçı ideolog tarafından kamuoyu önünde azarlandıktan sonra komutan yanlış konuştuğunu kabul etti. El Kaide’nin Hamas’a yaklaşımının, Hamas’ı sayısız hata işleyen siyasi bir örgüt olarak görmek ve Hamas bayrağı altında savaşan dürüst mücahitleri birbirinden ayırmak olduğunu açıkladı.
Ancak cihatçı hareket içindeki daha sert düşünenler açısından Hamas’a dönük bu uzlaşmacı yaklaşım işe yaramadı. Örneğin, Ürdünlü etkili bir ideolog ve genelde El Kaide destekçisi olan Ebu Muhammed el-Makdisi, Hamas’ın siyasi kuruluşu ile silahlı kanadı arasında ayrım yapılabileceği fikrini reddetti. İsrail ile Hamas arasında 2021 yazında çatışmalar başladığında, Hamas’ın savaşta ölenlerinin şehit olduğu iddiasına açıkça karşı çıktı ve internette “Demokrasi yolunda, şeriatı uygulamaktan kaçınan ve demokrasiyi seçen bir örgütü desteklemek için öldürülen kişi şehit değil, cesettir,” diye yazdı. El Kaide o dönemde Gazze’deki “mücahitleri” selamlayan ve Hamas’ın öldürülen savaşçıları için başsağlığı dileyen bir açıklama yayımladığında Makdisi, El Kaide’nin yolunu kaybedip kaybetmediğini sorguladı. El Kaide’nin Hamas’ı, İran ve Suriye’de Esad’la aynı safta yer alıp demokratik süreçlere katılırken nasıl övebileceğini sordu.
Kaybedilmiş dava
IŞİD, bütünüyle mürted bir örgüt olarak gördüğü Hamas’a karşı daha da az tolerans gösteriyor. IŞİD’e göre Hamas, sadece desteklenmeyi hak etmeyen değil, düpedüz tekfir edilmesi de gereken bir örgüt; bu yaklaşım, IŞİD’in Selefiliğin dışlayıcı doktrinel ilkelerine daha fanatik bir şekilde bağlılığını ve dini “şirk” kokan her şeyden arındırma vurgusunu yansıtıyor.
IŞİD yıllar boyunca Hamas’ı rutin olarak kınadı. IŞİD’in Arapça haftalık bülteni en-Neba’da 2016 yılında çıkan başyazıda “mürted Hamas hareketi demokrasinin çok tanrıcılığını” uyguladığı ve şeriat hukukunu uygulamadığı için azarlandı. Makalede, “Kudüs’ü Yahudilerin elinden geri almak amacıyla cihat etmek, oradaki putperest yöneticilerin egemenliğini ortadan kaldırmak ve dini orada tamamen tesis etmek yolunda olmadıkça caiz değildir,” deniyordu. IŞİD’in bakış açısına göre, İslami bir devlet kurmanın Hamas’ın amacı olmadığı aşikâr. Filistinli örgüt İsrail’i yenmeyi başarsa bile, bu sadece bir putperest yönetim sisteminin yerine başka bir sistemin geçmesi anlamına gelecektir.
Başyazı ayrıca hem stratejik hem de teolojik önceliğin komşu Arap ülkelerindeki rejimlerle savaşmak olması gerektiğini açıkça ortaya koyuyor. Yahudi devletinin koruyucuları ve destekçileri oldukları için onlarla savaşmak İsrail’le savaşmaktan daha öncelikli. Dahası, bu yöneticiler İslam’dan “dönenler” olarak kabul ediliyor ve IŞİD için dinleri İslam’ın güya terk edilmesinden daha az saldırgan olan Yahudiler gibi “orijinal kafirler” olarak görülmüyor.
Bir zamanlar Irak’taki El Kaide’nin lideri olan Ebu Musab el-Zerkavi de dahil olmak üzere IŞİD’in öncülerinden bazıları, Kudüs’ün fethinin —yani İsrail devletinin yok edilmesinin— cihadın gelecekteki bir aşamasına ait olduğu fikrini geliştirdi. Bir konferansında Zerkavi, Orta Çağ’ın büyük Müslüman savaşçısı Selahaddin’in 1187’de Kudüs’ü Haçlılardan geri almadan önce Mısır’daki Fatımi İmparatorluğu’nu yıkması gibi, bugün Kudüs’e ulaşmak için önce Hıristiyan ve Yahudilerle işbirliği yapan “mürtedlerle” savaşmak gerektiğini öne sürdü.
Hakikaten de IŞİD’in medya aygıtı, Filistin topraklarında cihadın önceliğini vurgulamaktan kaçınmış ve hatta bunu yapmayacağını kabul etmişti. Örneğin en-Neba’daki başyazıda, bazı İslamcı grupların aksine IŞİD’in Filistin davasını “abartmadığı” belirtiliyordu. On yıllar boyunca fırsatçı siyasi aktörlerin bunu “Müslümanların birincil meselesi” haline getirdiğini ve bazılarının bunu bir “put” olarak gördüğünü öne sürdüler. IŞİD bunun yanlış olduğunu, cihadın önceliği açısından hiçbir toprağın diğerinden üstün tutulmaması gerektiğini savundu. Beş yıl sonra, en-Neba’daki bir başka başyazıda “hilafetin askerlerinin Filistin meselesini abartmadıkları ve Müslümanların meseleleri arasında bir istisna haline getirmedikleri” yinelendi. Filistin meselesi, IŞİD açısından önemli olsa da dikkatleri başka yerlerdeki önemli savaş alanlarından başka yöne çekecek bir mesele değildi.
IŞİD’in İsrail ve Filistin topraklarındaki faaliyetleri, El Kaide’de olduğu gibi, asgari düzeyde olmakla birlikte yok değil. 2022 yılının başlarında IŞİD, halifeliğe biat etmiş bir İsrailli Arap tarafından İsrail’in güneyinde gerçekleştirilen bir bıçaklama ve araçla çarpma saldırısının sorumluluğunu üstlenmişti.
Sessiz övgü
Şaşırtıcı olmayan bir şekilde El Kaide, 7 Ekim saldırısını alkışladı ve bunu “Siyonist-Haçlı” ittifakına karşı küresel bir cihat çerçevesinde değerlendirdi. El Kaide’nin Hindistan, Kuzey Afrika, Sahel, Somali, Suriye ve Yemen’deki bölgesel kollarının her biri Filistinli “mücahitleri” tebrik eden açıklamalar yayımladı. Bazıları özellikle Kassam Tugayları’nın adını verdi ama hiçbiri El Kaide’nin resmi politikasına uygun olarak Hamas’ı alkışlamadı.
15 Ekim’de El Kaide’nin üst düzey liderliği tarafından yapılan resmî açıklamada operasyon kutlandı ve savaşa yardım için kitlesel seferberlik çağrısında bulunuldu. Amaçlanan seferberlik, İsrail sınırları boyunca yeni cepheler açmayı ve “haçlıları” ve İsraillileri mümkün olan her yerde hedef almak üzere Ürdün’den ve başka yerlerden Gazze’ye savaşçı kaçırmayı içeriyordu. Bildiride Müslümanlara özellikle Birleşik Emirlikler’de Abu Dabi ve Dubai’de, Fas’ta Marakeş ve Rabat’ta, Suudi Arabistan’da Cidde ve Riyad’da ve Bahreyn’de Manama’da (2020’de İbrahim Anlaşmaları çerçevesinde İsrail ile ilişkilerini normalleştiren ya da Suudi Arabistan örneğinde olduğu gibi normalleştirmeyi uman ülkeler) “sokaklardaki Siyonistleri hedef almaları” çağrısında bulunuluyordu. Açıklamada, 8 Ekim’de iki İsrailli turisti ve Mısırlı tur rehberini vurarak öldüren Mısırlı bir adama atıfta bulunularak “İskenderiye kahramanından” bahsedildi.
IŞİD, saldırıya ancak 19 Ekim’de en-Neba’nın o haftaki sayısında yer alan başyazıda açıkça değindi. O zaman bile yazıda 7 Ekim saldırısından özellikle bahsedilmiyor ve Hamas, “İran ekseninin bayrağı altında” savaşmanın aptallığına dikkat çekilerek kınanıyordu. Başyazıda, “Yahudilerin küçük devletine” son verme konusunda “pratik bir plan” öneriliyordu. Böyle bir çaba sadece Filistin topraklarında savaşmayı değil, aynı zamanda başta ABD ve Avrupa’daki Yahudi toplulukları olmak üzere tüm dünyadaki “Yahudi varlığını” hedef almayı da içerecekti. Yahudi devletini ortadan kaldırmak aynı zamanda Batı’ya ve İsrail’in varlığını destekleyen “mürted Arap ordularına ve hükümetlerine” saldırmayı da gerektirecekti. Gazze ve Batı Şeria’daki savaşçılara gelince, başyazı onları altında savaştıkları “bayrağı arındırmaya”, yani IŞİD’in savunduğu İslam versiyonunu benimsemeye ve ancak bundan sonra cihat yoluna girmeye çağırıyor.
El Kaide gibi IŞİD de savaşı hemen herkesi —küresel olarak Yahudileri, Batı’yı ve Arap devletlerini— hedef alacak şekilde genişletmek istiyor. Fakat El Kaide’den farklı olarak IŞİD, sahadaki Filistinli militanlara destek vermedi, bunun yerine kendilerini reforme etmeleri gerektiğini öne sürdü. IŞİD “Filistin’deki Müslüman halka” sempati duyduğunu ifade etse de Filistinlilerin doğru yolda olduğuna dair bir güven yansıtmadı.
Yerel kalmak
El Kaide ve IŞİD gibi küresel cihatçı örgütler Filistin davasına çok az kaynak ayırdılar ve Gazze ya da Batı Şeria’da sahada çok az varlık gösteriyorlar. Hamas’ın Filistinli İslamcı militan sahnesi üzerindeki tekele yakın konumu, El Kaide ya da IŞİD’in İsrail’in Gazze’yi karadan işgaline karşı herhangi bir direnişte önemli bir rol oynamasını muhtemelen engelliyor. Buradaki savaşa katılmaya hevesli cihatçı aktörler, tecrit edilmiş şeride erişimde muhtemelen aşılmaz engellerle karşılaşacaktır.
Yabancı savaşçılar İsrail’de ya da Gazze’de savaşa katılmasa bile bu cihatçı şiddetin başka yerlerde alevlenmeyeceği anlamına gelmez. El Kaide ve IŞİD’in İslam dünyasının yanı sıra Avrupa ve ABD’de de destekçileri var ve bunlardan bazıları terör eylemleri gerçekleştirme çağrılarına pekâlâ yanıt verebilir. Çok daha geniş bir destek ağına sahip olan IŞİD söz konusu olduğunda tehdit daha büyük. 13 Ekim’de IŞİD’e biat etmiş bir Çeçen göçmen, Fransa’da bir öğretmeni bıçakla öldürmüştü. Ve 16 Ekim’de Tunuslu bir göçmen Belçika’da bir futbol maçının dışında iki İsveç vatandaşını vurarak öldürmüş ve nedenini İsveç’teki Kuran yakma olaylarının ve Chicago’da altı yaşındaki Filistinli-Amerikalı bir çocuğun öldürülmesinin intikamını almak olarak açıklamıştı. IŞİD’in medya kanadı ise Tunuslu saldırganın örgütün Irak ve Suriye’de IŞİD’e karşı savaşan ülkelerin vatandaşlarına saldırma çağrılarına yanıt verdiğini iddia etmiş, İsrail’den ya da Filistin davasından söz edilmemişti.
Gazze’deki savaş Batı’daki bireysel cihat sempatizanlarını daha fazla şiddet eylemi gerçekleştirmeleri için kışkırtabilir. İsrail-Hamas savaşının daha geniş çaplı cihatçı harekete enerji vermesi daha az olası. IŞİD’in lider kadrosu Suriye’de hala saldırı altında ya da hapiste ve örgütün Suriye ve Irak’taki saldırılarının hızı önemli ölçüde yavaşlamış durumda. Bugün IŞİD’in ana varlığı Orta Doğu’da değil Sahra altı Afrika ve Afganistan’da. El Kaide de Yemen’de oldukça aktif bir kolu olmasına rağmen bölgedeki eski dayanaklarında çok az varlık gösteriyor ve Washington’a göre Afganistan’daki yeni Taliban yönetiminden faydalanmakta zorlanıyor.
El Kaide, İsrail ve Hamas arasındaki yeni bir savaştan kazançlı çıkmaya hevesli olabilir ama son on yıldır uluslararası teröre ilham verme konusunda IŞİD’den daha az yetenekli oldu. IŞİD açısından sorun, Filistin davasını hiçbir zaman rakibi El Kaide kadar hararetle benimsememiş olması ve İsrail’e karşı savaşan başlıca Filistinli örgüt olan Hamas’a destek vermeyecek olması. Her ne kadar IŞİD Yahudi hedeflere karşı terör görmekten mutlu olsa da Filistin topraklarında yalnızca “saf” cihadı, yani kendi ideolojisine bağlı olanların cihadını destekliyor. El Kaide ya da IŞİD bir şekilde Filistin sahnesinde bir yer edinmediği sürece Gazze’deki krizin her iki örgütün de talihini yeniden canlandıracağını düşünmek zor.
Dünya Basını
Emekli Orgeneral Kujat, Ukrayna’nın Rus stratejik bombardıman uçaklarına yönelik saldırılarını değerlendirdi

Emekli Orgeneral ve eski NATO-Rusya Konseyi Başkanı Harald Kujat, Ukrayna’nın Rus stratejik bombardıman uçaklarına yönelik son drone saldırılarını “son derece riskli bir oyun” olarak değerlendiriyor. Kujat’a göre bu saldırılar, askeri açıdan büyük etki yaratmasa da Rusya’yı kışkırtarak Batı’yı savaşa çekme ve nükleer tesislere yakınlığı nedeniyle ciddi tehlikeler barındırıyor. Müzakereler devam ederken yapılan bu eylemlerin zamanlamasına dikkat çeken emekli orgeneral, Rusya’nın Batı’dan farklı bir tırmanma stratejisi izlediğini ve sert bir karşılık verebileceğini öngörüyor. Ancak Kujat, ABD ve Rusya arasındaki iletişim kanalları açık kaldığı sürece nükleer savaş riskinin arttığına inanmadığını vurguluyor.
‘Son derece riskli bir oyun’: Emekli Orgeneral Kujat, stratejik bombardıman uçaklarına yönelik drone saldırılarını değerlendirdi
Éva Péli
NachDenkSeiten
2 Haziran 2025
Emekli Orgeneral Harald Kujat, pazar günü Rus bombardıman uçaklarına yönelik drone saldırılarının geniş kapsamlı sonuçları konusunda uyarıda bulunuyor. Saldırıyı, savaşı genişletebilecek “son derece riskli oyun” olarak nitelendiriyor. Kujat, mülalatında saldırının askeri önemini, olası Batı müdahalesini ve devam eden müzakerelere rağmen süren gerilimin tırmanma tehlikesini ele alıyor.
Sayın Orgeneral Kujat, Ukrayna dronlarının Rus stratejik bombardıman filosuna yönelik saldırısını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ukrayna’nın bu saldırısı son dönemdeki drone saldırılarından farklılık gösteriyor. Şüphesiz Ukrayna açısından başarılı “darbe” niteliğinde. Fakat bu saldırının, elde edilen bariz başarılara rağmen, cephedeki duruma veya Ukrayna’nın Rus hava saldırılarına karşı savunmasına kayda değer etkisi bulunmuyor; her ne kadar böyle olduğu izlenimi verilmek istense de. Aslında Ukrayna’nın askeri durumu giderek daha da kötüleşiyor.
Saldırılar, Rusya’nın kıtalararası stratejik bombardıman filosunu hedef aldı. Kaç uçağın imha edildiği ve bunların tam olarak hangi tipler olduğu henüz belirsiz. Gerçekten imha edilen uçak sayısına bağlı olarak Rusya’nın Ukrayna’ya karşı seyir füzesi kullanma imkânları bir miktar kısıtlansa da bu etkinin stratejik yansıması olmayacaktır.
Ukrayna bunu neden yapıyor?
Bu, Rusya’nın stratejik bombardıman filosuna yönelik ilk saldırı değil. Daha önce de Saratov yakınlarındaki Engels üssüne saldırılar düzenlenmişti. Ayrıca, Rus erken uyarı sistemine yönelik iki saldırı gerçekleştirildi ki bu durum iki süper gücün stratejik ilişkileri üzerinde istikrarsızlaştırıcı etki yaratabilir.
Bu saldırılar Ukrayna’daki askeri durumu etkilemediğine göre, asıl amaçlarının ne olduğu sorusu akla geliyor. Ukrayna yönetiminin hedeflerini bilmiyorum ancak Batı’nın müdahalesine yol açacak sert Rus tepkisini provoke ederek savaşı genişletmeye çalıştıkları düşünülebilir. Bu, çok tehlikeli gelişme olurdu.
Bu saldırılar değerlendirilirken, stratejik bombardıman filosu üslerinin hemen yakınında nükleer silah depolarının da bulunduğu gerçeği sıkça göz ardı ediliyor. Bunlar güçlü şekilde korunsalar da dronun yanlış yönlendirilip böyle depoya isabet etme riski her zaman mevcut. Bunun ne gibi sonuçları olacağını herkes tahmin edebilir. Bu bakımdan, burada oynanan son derece riskli oyundur.
Son ve belirleyici nokta: Bu saldırı, ikinci müzakere turuna çok yakın zamanda gerçekleşti ve görünüşe göre Rus demir yollarına yönelik eş zamanlı saldırılarla bağlantılı. Bu, koordineli eylem olabilir. İkinci müzakere turundan bir gün önce neden böyle bir şeyin yapıldığı sorusu ortaya çıkıyor.
Açıklama son derece net: Moskova’nın sadece oyalama taktiği uyguladığı ve gerçek müzakerelerle ilgilenmediği sürekli iddia ediliyor. Oysa müzakereleri Rusya’nın kendisi önerdi ve her iki taraf da bugün İstanbul’da yapılacak müzakerelere temel oluşturması için pozisyonlarını yazılı olarak belirledi. Dolayısıyla bu, ancak Rus tarafının bu saldırılara tepki olarak müzakereleri iptal etmesinin beklenmiş olabileceği anlamına gelebilir.
Ancak bu olmadı…
Hayır, müzakereler devam ediyor. Hatta bu görüşmeler başlamadan önce ABD ve Rusya Dışişleri Bakanlarının tekrar telefonla görüştüklerini öğrendik. Benim için bu, ABD’nin en azından bu müzakerelere eşlik etmeye devam ettiğinin ve tamamen geri çekilmediğinin açık göstergesi – ki bunu çok önemli buluyorum.
Sizin açınızdan ve askeri deneyimlerinize dayanarak böyle saldırı nasıl mümkün olabiliyor? Ukrayna kaynaklarına göre, bir buçuk yıl boyunca planlanmış ve anlatıldığına göre Rusya topraklarından kamyonlarla gerçekleştirilmiş.
Ülkede araçlar kapsamlı şekilde kontrol edilmiyorsa ve böylesi operasyon titizlikle hazırlanmışsa, bu tür şeyler olabilir. Ancak bu durum şu soruyu gündeme getiriyor: Bu, büyük askeri başarı mı? Hayır, bunlar saldırı, kelimenin tam anlamıyla askeri operasyon değil. Bu tür saldırılar her ülkede mümkündür.
Buna ek olarak, ABD ve Rusya arasındaki Yeni START Anlaşması, stratejik bombardıman uçaklarının belirli hava üslerinde, üzerinde anlaşılan denetimler için görünür olacak şekilde konumlandırılmasını zorunlu kılıyor. Pratikte bu, kapalı binalarda gizlenmiş şekilde değil, açık hangarlarda veya pistte anlamına geliyor. Bu düzenleme, anlaşmaya uyulup uyulmadığının doğrulanabilirliğine hizmet ediyor ve karşılıklı güven inşasının parçası. Ancak bu durum, uçakları kolayca hedef alınabilir hâle getiriyor.
Şimdi, Batılı istihbarat kurumlarının uydu görüntüleriyle yardım etmiş olabileceğine dair tahminler veya işaretler var. İngilizler bu konuda zaten açıklama yaptı ve Ukraynalıları da tebrik etti. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Batı yardımı oldu mu?
Prensip olarak spekülasyon yapmıyorum. Ancak bir şey açık: Hareketli hedefler için veriler neredeyse eş zamanlı olarak sağlanıyorsa, bunlar Ukraynalılardan gelmiş olamaz, başka kaynaktan gelmiş olmalı. Ancak uzun vadeli planlanmış operasyonsa, Rus hava üssünün konumunu basit araçlarla bile kendi başlarına tespit etmeleri kesinlikle mümkün. Bu özel durumda, bu nedenle böyle dış istihbaratın gerekli olduğunu düşünmüyorum; Ukraynalılar bunu kendileri yapabilir. Ama elbette Ukrayna’ya Batı uydu keşiflerinden elde edilen üslerin durum planlarının verilmiş olması da mümkün.
Engels yakınlarındaki hava üssüne 2022’de ve Rus erken uyarı radarına 2024’te yapılan önceki saldırılara atıfta bulunarak, nükleer saldırıya varabilecek olası sonuçlar konusunda uyarıda bulunmuştunuz. Asker olarak, şu anki saldırıya Rusya’dan ne gibi tepkiler bekliyorsunuz? Devlet Başkanı Putin’in, artık kırmızı çizgilerin kalmadığını ve Kiev’in bundan pişman olacağını söylediği iddia ediliyor.
Öncelikle, anında tepki olmadı ve bu olumlu gelişme: Bugün için planlanan müzakereler gerçekten yapılıyor, ki bu olumlu olarak kaydedilmeli. İkincisi, bu tür durumlarda her zaman olduğu gibi: Bir taraf belirli önlemle öne çıkarsa, diğer taraf tepki verir. Savaşın şiddet eylemi olduğu yönündeki Clausewitz öğretisini sık sık unutuyoruz. Her taraf diğerine yasayı dikte eder, diğeri uyar ve bunun üzerine aşırıya kaçana kadar tekrar tepki gelir. Bu, modern dilde gerilimin tırmanması [eskalasyon] olarak adlandırılır. Dolayısıyla Rusya’nın karşılık vereceğinden emin olabiliriz.
Ancak Rusya’nın muhtemelen aynı şekilde tepki vermeyeceğini varsayıyorum. Bunun yerine, muhtemelen savaş alanındaki çatışmaları yoğunlaştıracak ve Ukrayna savunmasını zayıflatmak için hava saldırılarını artıracaktır. Ukrayna’nın durumu zaten son derece kritik olduğundan ve Rusya ek çaba gösterirse, askeri durum Ukrayna aleyhine önemli ölçüde değişecektir. Bu makul varsayım olsa da, Rusya’nın gerçekte nasıl tepki vereceğini elbette bilmiyoruz.
Rusya’nın stratejisinin her zaman aceleci tepki yerine ölçülü ama net tepkiyi öngördüğüne dair işaretler var mı? İnternette Rus nükleer doktrinine göre derhal nükleer saldırı çağrıları yapıldı.
Batı’da (özellikle ABD’de) ve Rusya’da tırmanma stratejileri arasındaki büyük farkın altını çizmek gerekir ki bu Batı’da sıkça hafife alınır. Batı küçük adımlarla tırmandırır: Rakibin nasıl tepki vereceğini —ya da hiç tepki verip vermeyeceğini— bekler ve sonra bir sonraki adımı atar. Böylece tırmanmanın kontrolünü elinde tutar. Rusya’nın tolerans eşiği ise çok daha yüksektir. Rusya bekler, ancak belirli noktada sert şekilde karşılık verir. Buradaki sorun, böyle tırmanma stratejisinde karşı saldırının ne zaman ve nasıl gerçekleşeceğini hesaplamanın çok zor olmasıdır. Bu da Rus tepkisini bu kadar öngörülemez kılıyor.
Sonuçta Rusya’nın tepkisi, Moskova’nın hangi stratejik hedefleri izlediğine bağlı. Eğer hedef Ukrayna’nın hızlı ve mutlak yenilgisi olsaydı, tepki, Rusya’nın savaşın müzakere yoluyla çözümünü birincil seçenek olarak görmeye devam etmesinden farklı olurdu. Şimdiye kadar ikincisini görüyoruz. Sadece bunun böyle kalmasını ve her türlü müzakere olasılığını ortadan kaldıracak tepkinin gelmemesini umabilir ve bekleyebiliriz.
Önceki uyarınızı da göz önünde bulundurarak son soru: Dünya şimdi nükleer savaşa bir adım daha mı yaklaştı?
Hayır, buna inanmıyorum. Önemli olan her zaman iki nükleer süper gücün bağlantılarını sürdürmesidir. Bu durumda Ukrayna gibi üçüncü tarafların eylemlerinin her iki nükleer güç tarafından doğru şekilde değerlendirilmesi son derece önemli. Her ikisi de nükleer çatışmayı önleme yönündeki üstün menfaatlerini izlemeye devam ediyor. Asıl önemli nokta bu: İstenmeyen tırmanma sarmalına sürüklenmemek gerekir.
Ne Amerika Birleşik Devletleri’nin ne de Rusya’nın bu iki büyük güç arasında çatışmaya en ufak ilgisi olmadığını çok net görebiliyoruz. Tam da bu nedenle, eskiden “kırmızı hat” olarak bilinen bu bağlantının iki taraf arasında sürdürülmesi kesinlikle hayati önem taşıyor.
Bir not olarak: Rusya’daki bu ikili bağlantının uç noktası “Nükleer Risk Azaltma Merkezi” olarak adlandırılıyor. Bu, bu iki süper güç arasındaki gerilimi azaltıcı önlemler için kendilerinin seçtiği etiketi açıkça ortaya koyuyor.
Sayın Orgeneral Kujat, röportaj için çok teşekkür ederiz.
Dünya Basını
İkinci Trump yönetiminde sermaye hizipleri

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, yeni Trump yönetiminin arkasında sermaye ittifakını ve bu ittifakın olası gerilim, hatta dağılma dinamiklerini inceliyor.
Özel sermaye fonları ve Büyük Teknoloji ile “MAGA popülizmi” ittifakı olarak tanılmayabileceğimiz II. Trump yönetiminin ömrünü, bu sermaye hiziplerinin çıkarlarını yönetebilme beceresi de belirleyecek. Öte yandan, geleneksel finansa, yani Wall Street’e yönelik düşmanlık konusunda bir ortaklaşma görülüyor.
Nitekim Wall Street’in sözcüsü olarak nitelendirebileceğimiz mecralar, bir süredir Trumpçı “maceranın” ABD’den sermaye kaçırdığını “kanıtlayıp” duruyorlar. Yeni finansal araçlara sahip olanların bankalara yönelik hücumunun başarısı, Trumpizm’in de kaderini belirleyecek gibi görünüyor. Yakın zamanda Elon Musk ile Trump arasında vergi kesintisi ve harcama yasa tasarısı nedeniyle patlayan büyük kavga, geleceğe dair ipuçları sunuyor.
Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.
Amerika’nın Braudel’ci sonbaharı: İkinci Trump yönetiminde sermaye hizipleri
Benjamin Braun ve Cédric Durand
Phenomenal World
29 Mayıs 2025
Tarihçi Fernand Braudel’e göre, hegemonyanın çöküşü tarihsel olarak finansallaşma ile birlikte gelmiştir. Üretim ve ticarette kârlılığın azalmasıyla birlikte, sermaye sahipleri varlıklarını giderek finans sektörüne kaydırırlar. Braudel’e göre bu, imparatorlukların “sessiz ve ayrıcalıklı bir yaşamı garanti edecek her şeyi arayan rantçı-yatırımcı topluma dönüştüğü” bir “sonbahar belirtisi”dir.(1)
Braudel’in öngördüğü bu çöküş senaryosu, Trump’ın ikinci yönetiminin kilit isimlerini rahatsız ediyor. Şu anda Hazine Bakanı olan Scott Bessent, seçim kampanyası sırasında düşünceli bir tavırla şöyle demişti: “Eski rezerv para birimlerinin ortak noktası nedir? Portekiz, İspanya, Hollanda, Fransa, Birleşik Krallık… Bu ülkeler rezerv para birimi statüsünü nasıl kaybettiler?” Cevap: “Aşırı borçlandılar ve ordularını artık destekleyemez hale geldiler.” Eski bir hedge fonu yöneticisi Bessent, doların değerinin düşürülmesi programını resmi olarak reddediyor, fakat spekülatörler Trump’ın ocak ayında göreve gelmesinden bu yana ABD’nin döviz kurunu aşağı çekiyor. Dışişleri Bakanı Marco Rubio, 2019 yılında yayınlanan “21. yüzyılda Amerikan yatırımları” başlıklı raporun yazarı. Bu raporda, Wall Street’i, “iş kararlarını uzun vadeli kurumsal kapasite geliştirme yerine, yatırımcılara hızlı ve öngörülebilir bir şekilde para kazandırmaya yönelten” hissedar değeri rejimini sert bir dille eleştiriyor. Rubio’nun finans konusundaki görüşleri, Josh Hawley gibi kendini “popülist” olarak tanımlayan Cumhuriyetçiler tarafından da paylaşılıyor.
Wall Street’e karşı bu kalıcı düşmanlık, Trump’ın ikinci yönetiminin ilk aylarında ideolojik bir kırılmaya neden oldu; bir yandan, Başkan’ın “Kurtuluş Günü” gümrük vergileri finansal piyasaları altüst ederken, diğer yandan Wall Street finansal paniğe yol açarak Beyaz Saray’ı disipline etmeye çalıştı. Kendini MAGA [Amerika’yı Yeniden Büyük Yap] popülisti olarak tanımlayanlar ile Trump’ın seçim tabanının oluşturduğu koalisyonun sürdürülebilir olup olmadığı, ikinci Trump yönetiminin temel sorusu olmaya devam ediyor. Bu koalisyon, gümrük vergileriyle ABD imalat sektörünün canlandırılması ve sınır dışı edilmelerle işgücü piyasasının sıkılaştırılması yoluyla yaşam standartlarının yükselmesi ve iş güvenliğinin sağlanmasını bekliyor. Fosil yakıt şirketleri ve Palantir ve Anduril gibi savunma odaklı teknoloji şirketleri, militarize milliyetçilikte pek çok şey buluyor. Fakat Trump’ın ticaret politikası, Trump’ı sürekli destekleyen ve karşılığını almayı bekleyen iki sektör olan özel finans ve büyük teknolojiye açıkça zarar veriyor. Bu sektörlere saldırmak, onu yeniden başkanlığa taşıyan ABD sermayesinin tam da o kesimlerini kendinden uzaklaştırma tehlikesi yaratıyor.
Bu sermaye grupları için ABD’nin gerilemesi görecelidir ve Japonya örneğinde olduğu gibi zarif bir şekilde yönetilebilir. Giovanni Arrighi’nin 1994 yılında gözlemlediği gibi, finans her zaman hegemonik geçişlerin aracısı olmuş ve bu geçişlerden faydalanmıştır.(2) Bugün, varlık yönetimi devleri, ABD’nin portföylerini gerileyen hegemondan uzaklaştırarak ve Çin ve diğer yükselen Asya ekonomilerinden gelen hızlı büyüyen sermaye havuzlarına ABD varlıklarına erişim imkanı sunarak kâr elde ediyor. Bu arada, büyük teknoloji şirketleri bilgi ve iktisadi koordinasyon üzerinde genel kontrolü hedefliyor.(3) Veriye erişimini kesintiye uğratabilecek, ağ etkisini azaltabilecek, maddi altyapı maliyetlerini artırabilecek ve bağlantısız siyasi yapıları dijital egemenlik peşinde koşmaya itebilecek jeoiktisadi parçalanmadan çok şey kaybedecekler.
Amerikan İmparatorluğu’nu yeniden canlandırma çabalarında Trump yönetimi, imalat odaklı nativistler ile çıkarları küresel boyuta yayılan sermaye gruplarının çıkarları arasında hassas bir denge kurmak zorunda kalacak. Bu çelişkili gündemleri uzlaştırmak, Trump koalisyonunun uzun ömürlülüğü ve küresel finansal sistemin istikrarı için büyük bir meydan okuma oluşturacak.
Özel finans Trump’a arka çıkıyor
2016 seçimleri Wall Street’te dramatik bir bölünmeye yol açtı. Batmak için fazla büyük bankalar ve “kamu sermayesi” varlık yöneticileri retorik olarak Demokratlarla aynı çizgide yer alırken, “özel sermaye” veya alternatif varlık yöneticileri (özel sermaye, risk sermayesi ve hedge fonları) Trump’ın ilk başkanlık adaylığının yüksek sesli destekçileri olarak ortaya çıktı. Bu bölünme, Birleşik Krallık’taki bölünmeyi yansıtıyordu. Birleşik Krallık’ta cesaretlenen bir grup özel sermaye ve hedge fon patronu Brexit’e destek verirken, geleneksel finans dünyası Remain [AB’de kalma] kampını destekleme eğilimindeydi.(4)
Alternatif varlık yöneticileri sadece iki şey istiyor: vergi ayrıcalıkları ve deregülasyon. Forbes 400 sıralamasında özel finans patronlarının durmak bilmeyen yükselişinin ardındaki en önemli tek faktör, başarı primi faizi [carried-interest] vergisi yasal boşluğu. Son yirmi beş yılda, özel fon genel ortaklarının performansa dayalı ücretleri olan “başarı primi” 1 trilyon dolara ulaştı.(5) 2010 yılında Obama, bu boşluğu kapatmaya çalıştı ama başarısız oldu ki bu hamleyi, Blackstone CEO’su Stephen Schwarzman, Nazi Almanya’sının Polonya’yı işgaline benzetmeye uygun bulmuştu. Bu yasal boşluğun korunması, Senatör Kristen Sinema’nın son anda Biden yönetiminin Enflasyonu Düşürme Yasasına [IRA] eklediği talep ile sağlandı ve Biden döneminde şirketler ve zenginlere vergi artırımı konusunda yaşanan genel başarısızlığı tamamladı.
Deregülasyon cephesinde, özel finans kesimi için en büyük kazanç, bireysel emeklilik varlıklarının oluşturduğu devasa havuza erişimdir. Şu anda, özel sermaye ve hedge fonları, süper zengin bireylerden ve kurumsal varlık sahiplerinden para topluyor. En büyük müşteri grubu, açık ara farkla, sabit yükümlülükleri bulunan kurumsal yatırımcılar olan kamu ve özel sektördeki tanımlanmış fayda emeklilik fonları. Fakat 2008 finansal krizinden bu yana, 401(k) ve IRA planları gibi bireysel, tanımlanmış katkı planları, toplu emeklilik planlarına göre iki kat daha hızlı büyüdü. Bugün, bu iki tür planda 10 trilyon doların biraz altında bir meblağ bulunuyor ve bunların tümü, BlackRock, Vanguard ve State Street gibi Wall Street’in liberal kesiminin sadık destekçileri tarafından yönetiliyor.
Bu devasa para havuzuna erişim sağlamak için uzun süredir mücadele eden özel finans grubu, Trump’ın ilk döneminde ilk zaferini elde etmişti. 2020 yılında, önde gelen muhafazakâr Yüce Mahkeme yargıcı Antonin Scalia’nın oğlu Eugene Scalia’nın başkanlık ettiği Çalışma Bakanlığı (DOL), bir mektup yayınlayarak mevcut kuralların 401(k) sponsorlarının plan fonlarını özel sermaye şirketlerine tahsis etmesine zaten izin verdiğini açıkladı. Elbette, SEC’in [Menkul Kıymetler ve Borsa Komisyonu] katı kural değişikliğinin aksine, DOL’in mektubu zayıf bir hukuki temele dayanıyor, fakat yine de önemli bir adım. Trump ikinci kez göreve başladıktan kısa bir süre sonra, özel sermaye devleri, fonlarına olan talebi iki katına çıkarabileceğine inandıkları 401(k) musluğunu açmak için çabalarını yoğunlaştırdı.
Özel sermaye fonlarının, Amerika’daki 60 milyon 401(k) planı katılımcılarına erişim sağlamaya kararlı olmasında bir gizem yok. Saldırı hattı açık: Regülatörler, yatırım seçeneklerini halka açık hisse senetleri ve tahvillerle sınırlayarak, 401(k) sahiplerini çeşitlendirme ve getiri fırsatlarından mahrum bırakıyor. Apollo CEO’su Marc Rowan, 401(k) fonlarının “çoğunlukla S&P 500 olmak üzere günlük likit endeks fonlarına yatırıldığından” şikayet etmişti. Son zamanlarda altyapı varlıklarına yönelen BlackRock’un CEO’su Larry Fink de benzer şekilde, bu varlıkların “özel piyasalarda, yüksek duvarlarla çevrili, sadece en zengin veya en büyük piyasa katılımcılarına açılan kapıları olan” varlıklar olduğunu belirtmişti. BlackRock’un özel sermayeye yönelmesi, özel sermaye getirilerine erişimin Amerikan emeklilik tasarruf sahiplerine daha fazla finansal demokrasiye doğru bir adım olarak satılmasıyla, kamu sermayesi varlık yöneticileri arasında yaşanan daha geniş sağa kayışı temsil ediyor.
Gerçekte, özel sermaye sektörü, ekonomist Ludovic Phalippou’nun “milyarder fabrikası”(6) olarak adlandırdığı şey için kurtarma paketi arıyor. 2006 yılından bu yana, milyarder sayısı 2005’te üç iken 2020’de yirmi ikiye çıkmış olsa bile, özel sermaye fonlarının yatırım getirileri borsa performansını geçemedi. Son yıllarda, bu tür satın alma fonları yatırımlarından çıkmakta zorlandı ve bunun yerine sektör genelinde kestaneleri ateşten alma oyunu oynayarak yatırımlarını birbirlerine devretti. 2024 yılında, özel sermaye sektörü on yıllardır ilk kez küçüldü. Biden döneminde hedef tahtasına oturan kurumsal anlaşmalar, büyümeye geri dönüş için bir yol sunuyor. Alternatif varlık yöneticisi Sixth Street’in baş yatırım sorumlusu, geçtiğimiz günlerde yatırımcılara, “Sektör, topladıkları sermayenin miktarını haklı çıkarmak için kısmen M&A’nın [Birleşme ve Satın Alma] geri döneceğini söyleyip duruyor,” dedi. “Sorun, 2019 ile 2022 yılları arasında insanların varlıklar için çok fazla para ödemiş olması ve kimse bu varlıkları kabul edilebilir bir getiri olmadan satmak istememesi.”
Gerçekçi olmayan getiri beklentileri birikmişken, mevcut yatırımcılar için kârlı bir çıkışın en kesin yolu yeni yatırımcılar çekmek. Sektörün düşüncesine göre, 1 trilyon dolarlık “suskun” 401(k) parasını çekmek, emeklilik fonlarının, varlık fonlarının ve büyük bireysel varlık sahiplerinin hisselerini kârla satmalarını sağlayacak. Daha küçük tasarruf sahipleri ise bu aşırı değerli varlıkların yükünü üstlenmek zorunda kalacak. Başka bir deyişle, bir saadet zinciri.
Büyük Teknolojinin yeniden düzenlenmesi
Finans iki siyasi gruba bölünürken, Silikon Vadisinin seçkinleri şaşırtıcı bir birlik içinde sağa doğru ilerledi. Otuz yıl boyunca, teknoloji girişimcileri ve özel finansörler, devletin uyguladığı büyük yaptırımlardan korkmadan “hızlı hareket edip işleri bozabilirdi.” Her şeyi çok kolay elde eden bu zirvedeki avcılar, Biden yönetimi ve Demokrat Partinin artan antitekel uygulamalarının durdurulması gerektiğine karar verdi. Bu anlamda, Trump’ın bayrağı etrafında toplanmaları, Obama-Trump antitekel statükosunu geri getirmekle ilgili. Sektör liderlerinin hissettiği endişeden bahseden risk sermayedarı Marc Andreesen, kampüslerde ve Silikon Vadisinde “toplumsal devrim” belirtileri gördüğünü ve “Yeni Sol’un yeniden doğuşu”nun işgücünü radikalleştirdiğini söylüyordu:
Açıkça görülüyor ki, şirketler temelde toplumsal değişim ve toplumsal devrimin motorlarına dönüştürülüyor. Çalışan tabanı vahşileşiyor. [Birinci] Trump döneminde, tanıdığım birçok şirketin kendi kampüslerinde kendi çalışanları tarafından şiddetli ayaklanmaların patlak vermesine saatler kaldığını hissettiği vakalar yaşandı.
Silikon Vadisi liberalizminin, ABD kapitalizminin artık geçmişte kalan maksimum likidite ve minimum regülasyon dönemiyle bağlantılı geçici bir aşama olduğu ortaya çıktı. Ardından Covid salgını patlak verdi ve devlet işçilere önemli miktarda ödeme yaptı. Bu ödemelerden yararlanan bazı işçiler, yeni taleplerini dile getirme gücü kazandıklarını hissettiler. Aynı zamanda, Biden yönetiminin en aktivist kolu olan Lina Khan’ın Federal Ticaret Komisyonu, antitekel uygulamalarını büyük teknoloji şirketlerine yöneltti. Biden’ın Hazine Bakanı Janet Yellen’in kurumsal vergilendirme konusunda geçici uluslararası koordinasyon çabaları ve Demokrat Başkan’ın sendika mobilizasyonuna verdiği retorik destek de eklenince, Andreesen’in bunu “devasa bir radikalleşme anı” olarak neden yaşadığı ve grup sohbetlerinde milyarder sınıf bilincini teşvik etmek için neden bu kadar çok zaman harcadığı anlaşılabilir.
Bu koşullar, büyük teknoloji şirketlerinin Trump’ın dönüşünü destekleyen ikinci sermaye grubu olarak özel finans sektörüne katılmalarına neden oldu. Büyük teknoloji şirketlerinin patronlarının göreve başlama töreninde bir araya gelmeleri bu ittifakı kesinleştirdi. Bunun karşılığında, yapay zeka şirketleri için kamu güvenliği önlemlerini ve kripto şirketleri için düzenleyici engelleri ortadan kaldıran bir dizi başkanlık kararnamesi ile hızla ödüllendirildiler. Nitekim, Biden yönetiminin 2019’da başlatılan ve 2022’de rafa kaldırılan Facebook’un Libra küresel ödeme sistemi planına karşı hızlı bir şekilde karşı çıkmasının aksine, yeni yönetim kripto sektörünü devletin tam güveni ve kredisiyle desteklemeye hazır görünüyor.
Kripto para yatırımcıları, emeklilik fonlarının parasını çekmek için özel sermaye stratejisini benimsedi. Trump’ın yeniden seçilmesinden bu yana, yirmi üç eyalet yasa tasarısı kabul ederek kamu kurumlarının kripto para yatırımına izin verdi. Bazı durumlarda, yasa tasarıları özellikle kamu emeklilik fonlarını da kapsıyor. Ve stabilcoinler için izin veren bir düzenleyici çerçeve sağlamayı amaçlayan “ABD Stabilcoinleri için Ulusal İnovasyonun Yönlendirilmesi ve Kurulması” (Genius) Yasası Senatoda önemli bir engeli aşarken, Menkul Kıymetler ve Borsa Komisyonundan (SEC) Tüketici Finansal Koruma Bürosuna (CFPB) kadar finansal düzenleyici kurumlara yönelik DOGE saldırısı, denetimi zayıflatıyor ve finansal sistem genelinde risk almayı teşvik ediyor. Elon Musk’ın Visa ile ortaklaşa X Money Account oluşturma planının önünde neredeyse hiçbir engel kalmadı. Silicon Valley Bank krizinin çok daha büyük bir versiyonunun tohumları atıldı.
Sonuç olarak, yeni yönetimin ilk birkaç ayında sorun yaratan ciddi mali sıkıntılar, Başkan’ın kurumsal koalisyonunun bir kusuru olduğu kadar bir özelliği de olabilir. Yeni Silikon Vadisi seçikinlerinin hedefleri, federal bürokrasiyi işlevsiz hale getirmekle kalmayıp, Wall Street’i de tahtından indirmek.
Fed’in ikilemi
Bu da bizi, finans ve devletin karşı karşıya geldiği her türlü mücadelede belirleyici rol oynayan Federal Rezerv’e getiriyor. Büyük bir finansal krize rağmen, Fed ABD makro iktisadi politikasında sağlam bir para politikası hakimiyetini sürdürdü. Yeniden açılma enflasyonu başladığında, para politikası hem finansal istikrar hem de fiyat istikrarı için umut verici bir araç sunarken, maliye politikası arka plana çekildi. Yellen’in pandemi kaynaklı durgunluğa yanıt olarak uyguladığı “büyük ve erken harekete geçme” stratejisi ile oluşturulan yüksek basınç ekonomisi, pandemi kaynaklı tedarik zinciri gecikmelerinden kaynaklanan fiyat artışlarıyla birleşerek, Fed’in hem finansal piyasaları hem de işgücü piyasalarını deflasyona sokmak için para politikasını sıkılaştırmasının gerekçesini oluşturdu.
Ne var ki, Trump’ın ikinci döneminde Fed çok daha tehlikeli bir yolda ilerliyor. Trump’ın gümrük vergileri ve zayıf dolar, enflasyonist baskıların geri dönme olasılığını artırıyor. Yetkin ve disiplinli bir yönetim, stratejik stoklama ve fiyat kontrolleriyle temel ihtiyaç maddelerinde fiyat artışlarını önleyebilir.(7) Ne var ki mevcut yönetim ne yetkin ne de disiplinli ve DOGE’nin federal hükümete yönelik sistematik saldırıları, enflasyonu dizginleme yükünün tek başına Fed’in omuzlarına bineceği izlenimini pekiştiriyor.
Burada [Fed Başkanı] Jerome Powell bir ikilemle karşı karşıya. Gümrük vergileri ve zayıf doların çifte etkisiyle enflasyonist baskılar artarsa, Fed’in faizleri yükseltmesi beklenir. Fed şimdiden tahvil getirilerinin yükselmesine izin veriyor. Ne var ki, beklenenden yüksek faiz oranları ve beklenenden düşük gelir artışı nedeniyle derinleşen finansal stres (otomobil sahipleri, en yüksek oran ile son otuz yılın en yüksek seviyesinde kredi ödemelerini yapamaz haldeler), Fed’i 2019 sonu ve 2023 başında yaptığı gibi, acil kredi ve varlık alımları yoluyla varlık değerlerini desteklemek için müdahale etmeye zorlayabilir. Dahası, Trump ve Bessent, ABD hükümetinin borçlarına daha düşük faiz oranları uygulanmasını istediklerini açıkça belirtmişlerdi. Bu durum, para politikasında sıkılaştırma yönündeki her türlü girişimi büyük ölçüde zorlaştıracaktır.
Powell’ın ikilemi, en büyük varlık tehlikede olduğu için daha da acil hale geliyor: ABD hazine tahvillerinin küresel güvenli varlık statüsü ve dolayısıyla ABD dolarının küresel rezerv ve fonlama para birimi statüsü. Resmi rezerv yöneticilerinin ABD menkul kıymetlerine olan ilgisi yıllardır azalıyor, çünkü küresel rezerv varlıklarında doların payı 2000 yılındaki yüzde 71’den 2024 yılında yüzde 57’ye düştü. Tahvil yatırımcıları arasında endişenin arttığına dair işaretler şubat ayında ortaya çıktı. Fransız varlık yönetimi şirketi Amundi’nin yatırım direktörü, Beyaz Saray’ın menkul kıymetler düzenlemelerini zayıflatma talimatına yanıt olarak, “ABD sistemine, Fed’e ve ABD ekonomisine olan güveni sarsabilecek adımlar atılmaya başlandı,” demişti. Takip eden haftalarda, bu üstü kapalı tehdit, borsalarda güçlü bir düzeltme ve daha da endişe verici bir şekilde ABD hazine tahvili faizlerinin yükselişiyle somutlaşmaya başladı. Trump’ın 2 Nisan’da “karşılıklı” gümrük vergileri uygulayacağını açıklamasının ardından ABD olağanüstü bir olay yaşadı: sermaye kaçışı. Fed, enflasyon yükselirken reel faizlerin düşmesine izin vermeye zorlanırsa, çok daha büyük ölçekli bir sermaye kaçışı gerçek bir olasılık haline gelir.
ABD’nin ticaret açığını ortadan kaldırırken doların rezerv para birimi statüsünü korumak gibi hedeflerin birbiriyle bağdaşmadığı uzun zamandır biliniyor. Robert Triffin’in 1950’lerin sonlarında “dolar bolluğu” üzerine yaptığı çalışmalardan bu yana, uluslararası para iktisatçıları ticaret yoluyla küresel iktisadi büyümenin rezervlerin mevcudiyetine bağlı olduğunu anladılar. Yeni bir rezerv standardının yokluğunda, bu durum, ABD’nin sürekli ticaret açığı yoluyla dünyanın geri kalanına bol miktarda dolar sağlanması gerektiği şeklinde yorumlandı. Avrodolarların ve sınırsız brüt sınır ötesi finansal akışların olduğu bir dünyada, küresel likidite mutlaka ABD cari hesabına bağlı değil fakat yönetimin ikisini birbirinden ayırma fikirleri pek de güven verici değil. Bunlar arasında özellikle, “dünya çapında yasal ve meşru dolar destekli stabilcoinlerin geliştirilmesini ve büyümesini teşvik etme” vaadi yer alıyor. Eric Monnet bunu, stabilcoinlerin değeri dolar varlıklarıyla destekleneceği için, küresel para sisteminde doların hakimiyetini zayıflatmak yerine genişletmeyi amaçlayan bir strateji olan “kriptomerkantilizm” olarak adlandırdı.
Yönetici sınıfın yönetiminin tuzakları
Trump’ın göreve dönüşü, onun zaferine katkıda bulunan koalisyonun içindeki çatlakları ortaya çıkardı. Popüler MAGA hizipleri, ana akım finans ve teknoloji sektörünün açık küresel finans ve dijital pazarlara olan ilgisiyle pek ortak noktası olmayan Trump’ın milliyetçi tutumuna destek verdi. Teknoloji ve MAGA, ABD’nin sanayi tabanını canlandırma hedefinde orta yol bulabilir, fakat bu, hem ana akım hem de özel finansın üstünlüğü için dayandığı güçlü doların temelini sarsacaktır. Steve Bannon’un dediği gibi, “birçok MAGA’cı Medicaid’den yararlanıyor” olsa da, Cumhuriyetçilerin kontrolündeki Temsilciler Meclisinde kısa süre önce kabul edilen federal bütçe, özel finansın desteklediği radikal sosyal yardım kesintilerini içeriyor. Retoriklere rağmen, bu harcama kesintileri vergi indirimlerini telafi etmiyor: kamu açıkları devam edecek ve yönetimin gümrük vergileri ve deregülasyon gündemi finansal istikrarı tehdit edecek.
Devlet teorisyenleri uzun zamandır “yönetici sınıf yönetmez” iddiasını savunmaktadır. Fred Block’un isabetli ifadesiyle, liberal demokrasiler, şirketlerini yöneten kapitalistler ile hükümeti yöneten “devlet yöneticileri” arasındaki iş bölümü ile karakterize edilir.(8) Tekil kapitalistler kendi kârlarını görmeye eğilimli oldukları için, servetleri devlet yöneticilerinin toplumsal, ekolojik ve finansal yeniden üretim koşullarını sürdürmedeki başarılarına bağlıdır.
Block’a göre, kapitalist devlet kendi çıkarlarını birleştirerek hayatta kalmaya çalışır. Şimdi şu soru ortaya çıkıyor: Mevcut ABD hükümeti, zayıflamış haliyle, ikinci Trump dönemini destekleyen çok sayıda rakip grubun çıkarlarını birleştirebilecek mi? ABD teknoloji şirketlerinin Çin’deki üretim çıkarlarını korurken MAGA milliyetçilerini yatıştıran gümrük vergileri, uluslararası düzeyde koordine edilen doların devalüasyonu ile birleştiğinde, Bidenomics’in imalat yatırım patlamasını sürdürmek için önemli bir adım olacak. Finansal deregülasyon ve özel sermaye için 401(k) musluklarının açılması, Trump’ın federal bütçe tartışmaları sırasında ortaya attığı gibi, yüksek gelir vergisi oranlarının yüzde 37’den 2017 öncesi seviyesi olan yüzde 39,6’ya geri döndürülmesi ile birleştirilebilir. Ne var ki böyle bir konsensüsün ortaya çıkıp çıkmayacağı henüz belli değil. Sadece birkaç ay içinde, Trumponomics’in çelişkileri tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı ve görünürde bir çözüm de yok.
Dipnotlar:
- Braudel, F. (1984). Civilization and capitalism, 15th-18th century. University of California Press, s. 246 ve 266-267.
- Arrighi, G. (1994). The long twentieth century: Money, power, and the origins of our times. Verso.
- Durand, C. (2024). How Silicon Valley Unleashed Techno-feudalism: The Making of the Digital Economy. Verso Books.
- Marlène Benquet and Théo Bourgeron, Alt-Finance: How the City of London Bought Democracy, Pluto: London, 2022.
- Phalippou, L. (2024). The Trillion Dollar Bonus of Private Capital Fund Managers (SSRN Scholarly Paper No. 4860083). https://papers.ssrn.com/abstract=4860083
- Ludovic Phalippou, “An Inconvenient Fact: Private Equity Returns and the Billionaire Factory,” The Journal of Investing, December 2020, 30 (1) 11 – 39.
- Weber, I. M., Lara Jauregui, J., Teixeira, L., & Nassif Pires, L. (2024). Inflation in times of overlapping emergencies: Systemically significant prices from an input–output perspective. Industrial and Corporate Change, 33(2), 297–341. https://doi.org/10.1093/icc/dtad080
- Block, F. (1987). The ruling class does not rule: Notes on the Marxist theory of the state. In Revising state theory: Essays in politics and postindustrialism (s. 51–68). Temple University Press.
Dünya Basını
Batı basını, İstanbul’daki ikinci Rusya-Ukrayna görüşmelerine nasıl tepki verdi?

Rusya ve Ukrayna heyetleri, çatışmanın çözümüne yönelik ikinci tur müzakereler için 2 Haziran’da İstanbul’daki Çırağan Sarayı’nda bir araya geldi. Bir saatten fazla süren görüşmede, Rus heyetine Devlet Başkanı Yardımcısı Vladimir Medinskiy, Ukrayna heyetine ise Savunma Bakanı Rustem Umerov başkanlık etti.
Müzakereler sonucunda tarafların çatışmanın çözümüne ilişkin belgeleri masaya yatırdığı ve yeni bir esir takası için hazırlıklara başlandığı bildirilirken, uluslararası basın kuruluşları görüşmelerden önemli bir ilerleme beklemediklerini aktardı.
Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy, görüşmelerin ardından yaptığı açıklamada, tarafların çatışmanın çözümüne ilişkin belgeleri teati ettiğini ve yeni bir esir serbest bırakma sürecinin hazırlıklarına başladıklarını belirtti.
Ukrayna Savunma Bakanı Umerov ise müzakerecilerin tüm ağır hasta esirler ile 25 yaş altındaki kişilerin takası konusunda anlaşmaya vardığını açıkladı.
Rus heyetine başkanlık eden Medinskiy, Rusya’nın gelecek hafta tek taraflı olarak Ukrayna’ya hayatını kaybeden 6 bin askerin naaşını teslim edeceğini söyledi. Ayrıca Medinskiy, Moskova’nın Kiev’den çatışma nedeniyle zor durumda kalan 339 çocuğun isim listesini aldığını da sözlerine ekledi.
Reuters: Atılım beklentisi düşük
İngiliz haber ajansı Reuters, “Pazartesi günü bir atılım beklentisi düşüktü. Ukrayna, Rusya’nın bugüne kadarki yaklaşımını kendisini teslim olmaya zorlama girişimi olarak görüyor ki Kiev bunu asla yapmayacaktır. Diğer yandan, Mayıs ayında son altı ayın en hızlı ilerlemesini kaydeden Moskova ise Kiev’in Rusya’nın şartlarıyla barışı kabul etmesi gerektiğini, aksi takdirde daha fazla toprak kaybıyla yüzleşeceğini belirtiyor,” ifadelerini kullandı.
Associated Press: Taraflar kilit konularda uzak
Amerikan haber ajansı Associated Press (AP), “ABD’nin her iki tarafı ateşkese teşvik etme çabaları henüz başarıya ulaşmadı. Ukrayna bu adımı kabul etti ancak Kremlin fiilen reddetti. Her iki ülkeden üst düzey yetkililerin son yorumları, askeri faaliyetlerin durdurulmasına yönelik kilit şartlar konusunda hâlâ anlaşmadan uzak olduklarını gösteriyor,” değerlendirmesinde bulundu.
Bloomberg: Barış umudu uzak görünüyor
Bloomberg haber kuruluşu ise “Bu görüşme, çatışmanın başlangıcından bu yana savaşan iki taraf arasında kamuoyuna açık ikinci görüşme oldu ve Mayıs ayındaki ilk tur müzakerelerin ardından geldi. ABD Başkanı Donald Trump’ın aylardır süren ve ilerleme kaydedilememesi nedeniyle giderek hayal kırıklığına uğradığı çabalarına rağmen barış olasılığı uzak görünüyor. Moskova, ABD’nin 30 günlük ateşkes önerisine hâlâ direniyor,” diye yazdı.
The New York Times: Müzakereler tıkanırken sahada saldırılar artıyor
ABD’nin önde gelen gazetelerinden The New York Times, “Moskova ve Kiev, her iki ülke liderlerini kâh ikna etmeye çalışan kâh eleştiren Başkan Trump’ın baskısı altında müzakere ediyor. Ancak Rusya ve Ukrayna sert bir duruş sergiliyor ve hiçbir tarafın diğer taraf için kabul edilebilir şartlar sunması beklenmiyor. Müzakereler çıkmaza girerken, savaş alanında saldırılar yoğunlaşıyor,” yorumunu yaptı.
CNN: Belirsizlik sürüyor
Amerikan haber kanalı CNN, “Geçen ay Türkiye’de yapılan ve düşman ülkeler arasında 2022’den bu yana ilk olan birinci tur görüşmelerin ardından her iki taraf da tam bir ateşkes ve potansiyel olarak uzun vadeli bir barış için şartlarını teati etmeyi kabul etmişti. Ukrayna’nın pazar günkü hava saldırısının bu yolu kolaylaştırıp kolaylaştırmayacağı ya da daha da çetrefilli hâle getirip getirmeyeceği henüz belirsiz,” ifadelerine yer verdi.
Financial Times: İlerleme belirtisi yok, Trump hayal kırıklığı yaşıyor
İngiliz Financial Times gazetesi ise, “Heyetler el sıkışmadı ve potansiyel bir anlaşmaya varılması yönünde herhangi bir ilerleme belirtisi göstermedi. Rusya’nın uzlaşmaz tutumu, göreve geldiği ilk gün çatışmayı çözebileceğiyle övünen ve Putin ile yakın ilişkilerinin bir anlaşmaya varılmasına yardımcı olacağına inanan ABD Başkanı Donald Trump’ı hayal kırıklığına uğrattı,” değerlendirmesini okuyucularıyla paylaştı.
-
Dünya Basını2 hafta önce
Çin’de üretilen güneş panelleri ve bataryalar neden bu kadar ucuz?
-
Görüş2 hafta önce
Çin-Afrika enerji işbirliği: Kurak bölgelerin temiz enerji vahalarına dönüşümü
-
Diplomasi2 hafta önce
Lavrov’un ziyareti ve Ermenistan’da son durum: Denge mi, savrulma mı?
-
Görüş2 hafta önce
Rusya ile müzakerelerde aklıselimin galip gelme ihtimali
-
Söyleşi2 hafta önce
Eski AP Türkiye Raportörü Kati Piri Harici’ye konuştu: AB’nin tutarlı bir Türkiye stratejisi yok
-
Görüş2 hafta önce
Trump’ın Rusya-Ukrayna barışını teşvik girişimi stratejik açmaza dönüştü
-
Dünya Basını2 hafta önce
Tantura katliamı: İsrail’in örtbas ettiği savaş suçu
-
Avrupa5 gün önce
Max Otte: Alman ekonomisinde bir gerileme değil, çöküş yaşanıyor