Görüş
Hint toplumunda Hindu-Müslüman ayrışması – 5

Hindistan’da “çeşitliliğin birliğini” anlamlandırmaya dair notlar
Hindistan için “çeşitliliğin birliği” diye basmakalıp bir deyiş var. Ancak bu ne kadar anlaşılır? Ya da Hindistan ulusundan söz ederken basitçe “Hint” olarak ifade ederiz. Ancak bu ne ölçüde anlaşılır?
İkinci sorudan başlamam gerekiyor; yaşadığımız çağdaki dünya politikası sisteminin “ulus-devlet” düzeni üzerine kurgulanmış bir versiyonunu deneyimlediğimiz için her devletin bir ulustan oluştuğu üzerine genelleme bir varsayım dikkate alarak tanımlama yapmak durumundayız. Dolayısıyla bu, Hindistan söz konusu olduğunda “Hint” olarak karşılığını buluyor. (Bunun “Hintli” olarak yanlış kullanımına denk gelmek açıkçası irite edici…) Ancak ulus tanımını dikkate aldığımızda bu üstünkörü açıklama bir anda bulanıklaşıyor Kİ bir ulusta ortak tarih, dil ve kültürel karakter gibi birleştirici elementler yer alır; hatta bazıları daha da ileri gider ve bir soyağacı bekler. Ve böyle bir a priori veya verili düşünmeye koşullandığımız için işler bir anda karmaşıklaşır ve Hindistan ulusuna Hint demek bir anda kulağa yanlış bir çağrışım gibi gelir. Burada durumu kurtaran parametre “ulus” kavramı yerine veya bundan daha çok, yani ulus konseptini dışlamayarak ancak “toplum” nosyonunu odak alarak düşünmektir. Yani, Hindistan toplumu alışılmışın sınırlarını aşan, olağanüstü düzeyde çeşitli, katmanlı, karmaşık ve girift halk ve toplulukların oluşturduğu bir ulustur ve biz böylece bunu Hint ulusu diye ifade ederiz, diyerek durum bir ölçüde kurtarılabilir.
İşte burada -özellikle Hindistan’a atfedilen- “çeşitliliğin birliği” fenomeni devreye giriyor.
Evet, Hindistan, çeşitliliğin birliğidir; diğer deyiş ile Hindistan toplumu ya da diğer deyiş ile Hint ulusu, çeşitliliğin birliğidir VE öyle de olmalıdır, öyle de kalmalıdır.
Ancak burada devasa “çeşitliliği ayrıntılamak” niyetinde değilim, o zaman yukarıdaki gibi yüzeysel genelleme yolu ile bir kalıp çizerek durumu kurtarmak çok zor ki başlı başına böyle bir kalıp inşa etmek zaten çok sağlıklı olmaz. Aksine biz burada bu kalıbı “çeşitliliğin birliği” üzerine yani paradoksal olarak “birliğin” nasıl “ayrımlardan” gelişebildiği üzerine inşa etme yoluna gideceğiz; kulağa ironik geldi, değil mi?
Toplumsal düzlemde ilk söylenmesi gereken sosyal katman veya katmanlı yapı.
Bu, -tarih boyunca göç sirkülasyonunun etkisini de göz ardı etmeden- esas olarak “kast sistemi”nden gelir.
Burada öncelikle bir noktaya açıklık getirmek şart:
“Kast” aslında ve basitçe terminoloji olarak İngilizceden Hindistan toplumuna uyarlanagelmiş bir sözcük ve aslında sağlıksız bir anlaşılmaya neden olur. Başka anlatım ile “kast”, Hindistan bağlamında tarihsel olarak sosyal açıdan önemli iki farklı fikri kapsayan, belirsiz bir İngilizce terim: Bu iki farklı fikir “varna” ve “jati”dir. Hindistan toplumundaki kast fenomeninin, eski Avrupa geleneğindeki “kast” ve/veya “sınıf” olgusundan aslında çok farklı dinamikleri var VE ÜSTELİK Hindistan’ın her yerinde farklı şekilde işler. Ancak yanlış bir kabul de olsa kast sistemi olarak kanıksanmış ve içselleştirilmiş olduğu için böyle de ifade etmeye devam edeceğiz ama en azından anlaşılabilir kılmak adına temel bir ayrımlama yapmalıyız. Hindistan için “kast sistemi” olarak dediğimiz şey çoğunlukla (veya yalnızca) “varna” katmanlaşması yani “varna sistemi” olarak anlaşılır ve böylelikle –çoğu Hint olmayanların düşündüğü şekli ile– Hindistan toplumu en azından dört rütbeye ayrılır:
“Hiyerarşik” sıra ile;
Brahminler (rahipler, entelektüeller)
Kshatriyalar (savaşçılar ve hükümdarlar)
Vaishyalar (tüccarlar, sanatkarlar, bazı çiftçiler)
Shudralar (emekçiler/işçiler)
Ve bunların altında “kasta dahil edilmeyen” veya “kast dışı” kalan Dokunulmazlar veya Dalitler var.
Buraya bir parantez açmak istiyorum, sonra konuya geri döneriz:
(Önceden esasen ismini Güneydoğu Hindistan’daki bir kabileden alan Parya ifadesi kast dışı kalmışlar veya dokunulmazlar için yaygın olarak kullanılıyordu. Parya esasen Tamilce davul(cu) anlamına gelir. Ancak sonrasında toplumda bu ifadenin çok aşağılayıcı olduğuna dair bir anlayış birliği gelişmiş ve yerine zamanla Dalit ifadesi geçmiş. Gerçi Dalit sözcüğü de bazılarınca aşağılayıcı bir ifade olarak kabul edilir. Aslında Hindistan toplumunda kast dışı kalanları niteleyen Harijan vs. gibi daha birçok ifade var. Oysa Harijan Tanrı’nın çocukları anlamına geliyor. Aslında Harijan Gandhi’ye Dalit ise Ambedkar’a atfedilir. Neyse, bu arada, Hint toplumunda birisi onları aşağılamak istediğinde kimse aslında Dalit olduklarını söylemiyor. Bunun yerine daha çok onlara Bhangi, Chamar gibi kast isimleri ile seslenirler veya onlara Achhoot yani dokunulmaz veya Planlanmış Kast/Kabile veya “ayrılmış kategori” derler. Neyse, Dalit ifadesi ise Sanskrit dal kökünden gelir ve ezilmiş, bastırılmış anlamına gelir. 19. yüzyıl sosyal reformcusu Jyotiba Phule tarafından Marathi yazılarında kullanılmış. Ancak sözcük yalnızca bir kast ismi değil, özellikle eski dokunulmaz kastlar olmak üzere bir grup kastı belirten siyasi bir kimliktir. Dalit terimi, “Ambedkarite” -Ambedkar’ın kastsız, sınıfsız ve ırksız toplum yaratma felsefesi, devrimci bir toplumsal değişim yaratmayı amaçlayan hareket Ambedkarizm’in takipçileri- inancına sahip giderek daha fazla Marathi edebiyat yazarının denemelerinde, şiirlerinde, dramalarında, otobiyografilerinde, romanlarında ve kısa öykülerinde kullanmaya başlaması ile 1960’larda geçerlik kazanırken 1972’de Dalit Panterleri’nin -kast ayrımcılığı ile mücadele etmeyi amaçlayan bir sosyal örgüttü, 1980’lerin sonunda dağıldı- kurulması ile daha fazla meşruiyet kazandı. Ve Dalit Panterleri, Dalit sözcüğüne çok daha geniş bir tanım getirdi. Manifestolarına göre, Dalitler Planlanmış Kastların ve Kabilelerin üyeleri, Neo-Budistler, çalışan insanlar, topraksız ve fakir köylüler, kadınlar ve politik, ekonomik olarak ve din adına sömürülen herkes idi. Bu gibi açılardan Dalit sözcüğü olumsuz çağrışımlara sahip ve toplumu damgalıyor olarak algılanır. Tüm bunların yerine yalnızca Planlamış Kast/Kabile gibi yasal isimlendirmenin kullanılması gerektiği görüşü de var ancak anayasal terim olan Planlanmış Kastların da Dalit sözcüğünün politik gücünden yoksun olduğu için iyi bir yedek olmadığı düşüncesi de var; örneğin, Planlanmış Kast statüsünün Dalit Müslümanlar ve Dalit Hristiyanlar için mevcut olmaması bir dayanaktır. Neyse, dil statik bir varlık değil. Her dönemin kendine özgü terminolojileri var. Sakat sözcüğü bir zamanlar kabul edilebilirdi ancak engelli sözcüğü yaygınlaştıkça kullanılmaz hale geldi ve şimdi dahi bu sözcüğün modası geçiyor ve yerini farklı yetenekli ifadesi alıyor. Yani Hint toplumunun da gelecekte bir noktada Dalit sözcüğünü de kullanmayı bırakması mümkün.)
Varna durumunda tabakalaşmanın hem sosyoekonomik hem de ritüel boyutu var: Örneğin, “üst kast” üyeleri, “alt kast” üyeleri tarafından hazırlanmış yiyecekleri kabul edemez veya alt kast üyelerinin kendilerine dokunmalarını dahi kabul edemez çünkü bu “ritüel kirliliğe” neden olur. Öte yandan, en eski Hindu kutsal metinleri Vedalar’da anlatıldığı şekli ile varna sistemi mutlaka “kalıtsal” değildi ve bazı yönlerden Batı’da daha belirgin olan sınıf sistemine benziyordu.
ANCAK kastın yalnızca varna olarak düşünülmesi, onun daha belirgin olan jati yönünü gizler.
Dolayısıyla, Hindistan’ın kast sistemi “jati” katmanlaşması hesaba katılmadan düşünülemez.
Günlük yaşamda çoğu Hint’in “kast” dediği zaman anladığı ve kastettiği şey “jati” konseptidir.
Kastın sosyolojik tanımına benzer:
Ekonomik olarak kendi grubu dışındaki insanlar ile (özelleşmiş ekonomik roller yoluyla) etkileşimde bulunan ancak sosyal olarak endogami / içevlilik ile (kendi dışındaki insanlar ile evlilik yapmayarak) kendini izole eden grup.
Jatinin Hindistan’da yasal olarak bir dayanağı yok artık ama Hintler için tarihsel olarak en önemli sosyal gerçeklik; bu en azından 1,500 yıllık geçmişi ile böyledir.
Binlerce jati grubu veya “kast” var: 4 bin küsürden 40 bine varıncaya kadar!..
Varna sisteminde her birine belirli bir rütbe atanır, geçmişte tüm jati grupları ritüel statülerini yükselterek varna rütbelerini değiştirmişti. Ancak güçlü ve karmaşık endogami kuralları, aynı varna düzeyinde olsalar dahi çoğu jatiden insanların birbirleri ile karışmasını engeller… Her şeyden çok, belirli bir jati ile ilişkili içevlilik ve yeme (vejetaryenlik genellikle brahminler ve vaishyalar, et kshatriyalar ve shudralar, pirinç, sakatat ve sığır etinin olmaması dalitler ile ilişkilendirilir), giyim ve diğer yaşam tarzı gelenekleri, sosyal düzey için en önemli unsurlardı; varna değil (bazı İngiliz nüfus sayımları, tüm jatileri varna sıralamasında düzenlemeyi ve sabitlemeyi denemişti).
AYRICA, Kast ve Hinduizm hayati olarak bağlantılı değil: Her ikisi de birbiri olmadan işleyebilir ve hayatta kalabilir. Kast birçok yönden Güney Asya’nın sosyal düzeni için temel: Müslüman, Hristiyan ve Budist kastlar da var ve ayrıca Pakistan ve Sri Lanka’da da bu fenomen mevcut. Ancak hem varna hem de jati, Manusmriti gibi antik Hindu metinlerinde ayrıntılı olarak ele alınmış Kİ yani Hindistan’da Hinduizm ve kastın çok uzun süredir birlikte evrimleştiği dikkate alınırsa, ikisi arasında bazı düzeylerde iç içe geçme durumunun olması şaşırtıcı değil.
Ancak geleneklerden dolayı hala sıklıkla zemin düzeyinde işliyor olsa dahi kalıtsal kastın artık neredeyse hiçbir yasal ve ideolojik desteği yok. Hindistan’ın modernite ve Batı aydınlanması ile teması, kasttan arındırılmış ancak antik manevi değerleri içeren modern, yeni bir Hinduizm’in ortaya çıkmasını kaçınılmaz kıldı.
Kast sistemi her halükarda son derece karmaşık ve Hindistan’ın her yerinde farklı şekilde işler. Örneğin, kshatriyalar (ve rajputlar) ve vaishyalar Güney Hindistan’da nadir, çünkü bu grupların erkek soyundan gelenlerin çoğu kuzey ve batı Hindistan’da kalmış ve Güney Hindistan’daki küçük brahmin nüfusu, yaklaşık 1.500 yıl önce gerçekleşen bir dizi göçün sonucu ki çünkü o bölgedeki gelişmekte olan devletler, ritüel ve idari amaçlar için brahminlere ihtiyaç duyuyordu. Bu nedenle, teknik olarak, Güney Hindistan’daki çoğu elit, yani yüksek rütbeli yönetici kastların çoğu shudradır, ancak tüm pratik amaçlar açısından, güneyde geleneksel varnalar fikrini anlamsız hale getirecek şekilde kshatriya olarak işlev görür.
Buradan -Güney Hindistan’dan kapıyı açmışken- konuyu kültürel ve tarihi coğrafyaya dair ayrımlama noktasına çekmeden önce,
İleri gelen Hint antropolog ve sosyolog Irawati Karve (1905-1970) tarafından, sistemin neden bu şekilde geliştiğine dair bir hipoteze yer vermek istiyorum: Çünkü bu teori, Hindistan’a yayılırken yeni grupları bünyesine katarak ve asimile ederek genişleyen Aryan toplumunun kanıtları ile iyi uyum sağlıyor. Ki antik çağlarda yeni seçkinlerin dahil olması ve ayrıca diğer gruplardan eş alınması gibi konularda orta çağa göre daha fazla açıklık olmuş olmalı ki genetik kanıtlar, modern Hintlerin atalarını oluşturan kastlar ve gruplar arasındaki karışımın 4 bin ile 2 bin yıl önce gerçekleştiğini gösteriyor. Ve Manusmriti gibi metinler muhtemelen 2 bin ile 1.500 yıl önce yazıldı ve uygulandı; muhtemelen siyasi baskıdan çok, toplumsal baskı yolu ile Ki Sonuçta, eğer bu zamana kadar üst kast grupları bu yapıyı benimsemiş ise bu, tüm grupların taklit etmek isteyeceği, sosyal açıdan arzu edilen bir norm haline gelmiş olmalıdır. Gupta Dönemi’nde, “ortodoksluğu” ile bilinen bir dönem, MS 400 civarında, jati sisteminin Hint toplumunun tüm kesimlerine yayıldığı ve bu dönemde karışmanın durduğu varsayılabilir.
Neyse hipotez şu:
“Binlerce yıl önce Hintler, bugün dünyanın diğer yerlerindeki kabile grupları gibi, birbirleri ile karışmayan, iç-eşli kabile grupları halinde yaşıyorlardı. Siyasi seçkinler daha sonra kendilerini toplumsal sistemin tepesine yerleştirdiler (rahipler, krallar ve tüccarlar olarak), kabile gruplarının Shudralar ve Dalitler olarak toplumun en altında kalan emekçi gruplar biçiminde topluma dahil edildiği katmanlı bir sistem yarattılar. Kabile organizasyonu böylece erken jatileri oluşturmak için sosyal tabakalaşma sistemi ile birleştirildi ve sonunda jati yapısı toplumun üst katmanlarına kadar yayıldı, böylece bugün hem yüksek kastlardan hem de alt kastlardan birçok jati var. Bu antik kabile grupları, kast sistemi ve endogami kuralları sayesinde farklılıklarını korumuşlardır.”
Kalıtsal, genetik faktörden dolayı kast kavramı, sosyolojik sınıf ve ırk fikirleri arasında bir yerde yer alır. Sınıf, bir toplumun sosyal ve ekonomik duruma göre bölünmesini ifade ederken ırk, benzer fiziksel özellikleri ve kökenleri paylaşan insan gruplarını ifade eder. Bir anlamda, farklı dilleri veya dinleri olmayan kastlar, aynı “ırk”a ait alt kültürler veya etnik kökenler olarak işlev görüyordu.
(Burada ırk konusuna girmeyeceğim, çok uzun ve karışık bir konu, ancak yapılan pek çok tarihi, genetik ve dilbilimsel çalışmalar bir şeyi ortaya koymuş ki Hindistan’daki her grup, farklı oranlarda da olsa aynı atadan gelen halkın soyundan geliyor).
Ancak burada konuyu kapatmadan önce bir de Ambedkar’ın sözlerine yer vermek istiyorum, “Annihilation of Caste” (Kastın Yok Edilmesi) kitabında şöyle yazıyor:
“Kast sistemi, Hindistan’ın farklı ırkları kan ve kültürde birleştikten çok sonra ortaya çıktı. Kast ayrımlarının aslında ırk ayrımları olduğunu iddia etmek ve farklı kastları sanki çok farklı ırklarmış gibi ele almak gerçekleri büyük ölçüde çarpıtmaktır. Punjablı Brahmin ile Madraslı Brahmin arasında ne tür bir ırksal yakınlık vardır? Bengalli dokunulmazlar ile Madraslı dokunulmazlar arasında ne tür bir ırksal yakınlık vardır? Punjablı Brahmin ile Punjablı Chamar [kalıtsal mesleği deri işçiliği, kuzey Hindistan’da yaygın bir kast, dokunulmazlar olarak isimlendirilenler arasında] arasında ne tür bir ırksal fark vardır? Madraslı Brahmin ile Madraslı Pariah[/Parya] arasında ne tür bir ırksal fark vardır? Punjablı Brahmin, ırksal olarak Punjablı Chamar ile aynı soydandır ve Madraslı Brahmin, Madraslı Pariah ile aynı ırktandır.”
Yakın zamana kadar, kast kısıtlamalarına uyma konusundaki titizlik, Hindistan’ın toplum hiyerarşisinin tepesinde oldukça farklı ve dar görüşlü bir rol geliştirmek için muhtemelen varna sisteminin tepesindeki statülerini jati fikri ile birleştiren brahminler ile daha çok ilişkilendiriliyordu; bu sentezlere entelektüel şeklini ve rasyonelleşmesini verenler de muhtemelen brahminlerdi. Modern Hindistan’da kastların giyim ve yemek yeme farklılıklarının çoğu hızla siliniyor; geriye yalnızca farklı evliliklerden kaçınma kalıyor ancak kentsel alanlarda bu da değişebilir ama kuşkusuz zaman ile… Ve aksi şekilde kalıtım durumu kırsal alanlarda daha uzun ve katı gidebilir…
Evet, şimdi gelelim kültürel ve tarihi coğrafyaya dair ayrımlama konusuna:
Hindistan’ın kültürel ve tarih coğrafyası genellikle Kuzey Hindistan, Güney Hindistan, Batı Hindistan veya Kuzeydoğu Hindistan gibi coğrafi kategoriler üzerinden yorumlanır. Hintler, tarihsel olarak altkıtalarının bölgelerdeki kültürel ve tarihi bölünmeleri daha iyi yansıtan iki büyük bölgeyi kapsadığını düşünmüşler: Aryavarta ve Deccan. Bunlar Hindistan’da kuzey-güney ayrımı olduğu yönündeki yaygın anlayışı bir şekilde yansıtsa da, Aryavarta ve Deccan tam olarak Kuzey ve Güney Hindistan fikirlerine uymuyor. Bu iki bölge farklı topografyalar ve jeolojiler ile ve sonuç olarak farklı sosyal kalıplar ve tarımsal kalıplar ile tanımlanıyor.
Deccan, genellikle yarımada Hindistan’ın beş Dravid dili konuşan devleti olarak tanımlanan Güney Hindistan’dan farklı; çünkü Goa, Maharashtra, Odisha, Chhattisgarh’ın büyük bir kısmı ve Gujarat, Madhya Pradesh ve Jharkhand’ın bazı kısımlarını içerir. Başka anlatımla Deccan’ın kabaca ters üçgen masa benzeri arazisi, yarımada Hindistan’ın tüm üst bölgesini kaplar. Sınırları batıda Batı Ghatlar, doğuda Doğu Ghatlar, kuzeyde Satpura ve Vindhya Sıradağları ile ve kuzeydoğu sınırı ise Mahanadi ve Godavari Nehirleri arasındaki su havzası tarafından belirlenir. Plato, Hint-Ganga havzasının güney kesiminde yer alır ve Maharashtra, Karnataka, Andhra Pradesh, Telangana, Tamil Nadu ve Kerala olmak üzere sekiz Hindistan devletini kısmen veya tamamen kaplayan —Madhya Pradesh ve Chhattisgarh’ın Gonds ve Bhils ormanlarından Maharashtra, Telangana, Karnataka ve Andhra Pradesh’in kurak kayalık alanlarına, Kerala ve Tamil Nadu’nun yeşil tepelerine kadar Hindistan kara kütlesinin yaklaşık yüzde 43’ünü oluşturan 4.22.000 km2’lik bir alanı kaplar.
Geleneksel olarak, orta Hindistan’daki Vindhya Dağları veya Narmada Nehri, Aryavrata ve Deccan arasında kuzey ve güney Hindistan arasındaki sınırı oluşturmuş. Gerçekten de bugün belirgin olan Aryavarta ve Deccan’ın tarihi Hint bölgeleri arasında önemli farklılıklar var. Aryavarta’ya hakim olan Hint-Ganga Ovası, hem büyük ve oldukça yoğun bir nüfusu hem de topografik engellerin olmaması nedeni ile hem hızla genişleyen hem de düşen imparatorlukları desteklemiş. Adından da anlaşılacağı gibi, Aryavarta esas olarak Hint-Aryan dillerini konuşan kişiler tarafından iskan edilmişti ve Hinduizm ve Hint kültüründe “standart” olarak kabul edilen şeylerin çoğunun anavatanıdır: Sanskrit, ineğe saygı, kutsal bir görev olarak vejetaryenliğe vurgu, iyi tanımlanmış kast bölünmeleri, tanrı Rama’ya tapınma, diğer özellikler arasında. Bu, MÖ 500 ile MS 500 arasında ortaya çıkan ve ünlü Maurya ve Gupta imparatorluklarını kapsayan klasik Hint kültürüdür.
Kültürel ve politik olarak, Deccan yalnızca Aryavarta’nın güneye doğru bir uzantısı değil; Tibet ve Güneydoğu Asya toplumları gibi, klasik Hint uygarlığının yeni bir ortama uyarlanmasıdır. Sözcüğün kendisi, güney; Aryavarta’nın güneyi anlamına gelen Sanskrit “dakshina” sözcüğünden türemiş Prakrit “dakkhin” sözcüğünden İngilizceleştirilmiş. Bu onu Aryavarta’dan daha az Hint yapmaz, ancak kesinlikle onu farklı kılar. Satavahanalar, Vatakatalar, Rashtrakutalar, Chalukyalar, Cholalar, Pallavalar, Tondaiman, Vijayanagara ve Marathalar gibi imparatorlukların egemen olduğu Deccan; yine de tarihi açıdan Ganga merkezli Mauryalar, Guptalar, Delhi Sultanlığı ve Babürlülerin ününe ulaşamamış birçok önemli devlete ev sahipliği yapmıştı.
Deccan’ın büyük bir kısmı kurak ve engebeli, Orta Hindistan’dan güney ucuna doğru yükselen üçgen bir plato ve uzun kıyı şeritleri boyunca Batı ve Doğu Ghatlar olmak üzere iki dağ sırası ile çevrili olduğu için Aryavarta’ya kıyasla onu daha yakından bağlayan kıyılardan, Pers ve Orta Asya’dan, Greko-Romen ve Güneydoğu Asya ticaretinden daha fazla etkilenmiştir. Aryavrata, tarımın yayılması ve Batı ve Orta Asya’dan gelen göçler ile büyük demografik değişimlere uğrarken Deccan, kuzeyden yalnızca az miktarda tüccar ve Brahmin’i özümsedi ve nüfus yoğunluğu Ganga Vadisi’nden önemli ölçüde düşük kaldı. Deccan’ın kuzey uçlarındaki Maharashtra ve Odisha Sanskritleştirilmiş ve kuzey Hindistan’da bulunan Hint-Aryan dillerini konuşurken platonun geri kalanı dilsel olarak Dravid olarak kalmaya devam ediyor. Bunlara, Rajasthan’daki Thar Çölü dışında Hindistan’ın en kurak bölgelerinden bazıları, örneğin kuzeydoğu Karnataka dahil. Bu arada bölgenin diğer kısımları, özellikle Batı ve Doğu Ghatlar ile kıyılar arasında – Kerala, Goa ve Maharashtra’nın Konkan bölgesi ve kıyı Andhra Pradesh, yemyeşil.
Bu faktörlerin hepsi Deccan’ın özelliklerini açıklıyor: Daha uzun süreli siyasi oluşumlara ev sahipliği yaptı ve nadiren birleşti. Her ikisi de Deccan’dan olan Tamil ve Kannada, herhangi bir Hint dilinin en eski sürekli edebi tarihlerine sahip ve bu, sık sık siyasi değişimlere uğrayan kuzey Hindistan’da imkansız olan kültürel sürekliliği ima eder. Sonuç olarak, Deccan Aryavarta’dan daha az tarımsal ve daha çok ticaret odaklı olmuş. Kuzeyde bulunan herhangi bir imparatorluk tarafından nadiren fethedilmiş ve çok daha az yönetim altında tutulmuş, bu da bugün dahi siyasi ve sosyal kalıplarının Hindistan’ın geri kalanından farklı olmasının nedenini açıklar:
Örneğin; 2014 ve özellikle 2019 ve 2024 genel seçimlerinde Hindistan’ın geri kalanını kasıp kavuran Bharatiya Janata Partisi (BJP) dalgası güneyde çok daha sönüktü.
Deccan, paradoksal olarak Aryavarta’dan hem daha modern hem de daha geleneksel; bazı yönlerden Japonya ve Tayland gibi farklı kültürleri aracılığı ile moderniteyi aracılık eden toplumlara benzer. Aryavarta’da gelenek ve modernite arasındaki ikilik daha keskin, çünkü oradaki toplumun doğası daha fazla şoka ve değişime eğilimli ki bu nedenle genellikle ya eski ya da yeni var.
(Yazı dizisinin sonu)
Görüş
Orta Asya stratejisi ısınıyor: AB liderlik arıyor, Çin kazan-kazan işbirliğini savunuyor

Ma Jinting, Şanghay Üniversitesi Türkiye Araştırmaları Merkezinde Araştırma Görevlisi
İlk AB-Orta Asya Zirvesi 3-4 Nisan 2025 tarihlerinde Özbekistan’ın Semerkant şehrinde düzenlendi. Zirve, AB ile beş Orta Asya ülkesi (Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Özbekistan) arasındaki diyalog mekanizması olan “5+1” formatında organize edildi.
Zirve, AB-Orta Asya ilişkilerinde bir dönüm noktası niteliğinde olup, AB ile Orta Asya ülkeleri arasındaki işbirliğini daha da derinleştiriyor ve daha derin bir stratejik ortaklığa işaret ediyor. Zirvenin temaları ekonomik işbirliği ve yatırım, jeopolitik ve güvenlik işbirliği, iklim değişikliği ve bölgesel enerji işbirliği, sürdürülebilir kalkınma için işbirliği ile beşeri etkileşimler ve tıbbi işbirliği konularına odaklandı. Bu aynı zamanda Orta Asyalı liderlerin Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen ve Avrupa Konseyi Başkanı António Costa ile ilk kez bir araya geldiği toplantı oldu.
Şüphesiz, zirvenin hem ölçeği hem de sonucu, AB’nin Orta Asya’ya verdiği önemi ve Orta Asya’nın AB ile işbirliği yapma kararlılığını gösteriyor. Bir yandan AB, “Küresel Geçit” programına yatırım yapmayı önerirken, diğer yandan Orta Asya önemli konularda AB’nin yanında yer aldı. Zirveden sonra kaydedilen somut ilerleme henüz bilinmemekle birlikte, AB’nin karmaşık uluslararası durumda AB’nin etkisini artırmak amacıyla kurumsallaşmış işbirliği yoluyla Orta Asya’da daha sürdürülebilir bir düzen gerçekleştirmeye çalıştığı görülüyor.
Semerkant Bildirisi: AB-Orta Asya ilişkilerinde yeni bir aşama
Küreselleşme ve çok kutupluluk manzarasındaki derin değişimler altında, AB ile Orta Asya arasındaki işbirliği ilişkilerinin derinleşmesi kaçınılmaz bir eğilim. António Costa, zirveden önce AB Konseyi’ne yaptığı resmi açıklamada, “Düzensizlik ve bölünmüşlük içinde bir dünyada yaşıyoruz, AB için uygulanabilir bir çözüm, güçlü bir ortaklık kurmak ve böylece AB için refah ve kalkınmayı teşvik etmektir,” dedi.
Günümüzde, tek taraflılık ve jeopolitik çatışmaların yaşandığı bir ortamda, çok taraflılığa dayalı uluslararası işbirliği mekanizması giderek daha fazla önem kazanıyor. Çok taraflılık, ulusötesi sorunların kurumsallaşmış uluslararası işbirliği, diyalog mekanizmaları ve kural sistemleri aracılığıyla çözülmesini vurgulayarak AB’nin uluslararası konulardaki etkisini artırıyor. Bu nedenle AB, “5+1” konferans formatı aracılığıyla kurumsallaşmış ve açık bir platform oluşturmada öncü rol üstlendi. Orta Asya ülkeleri açısından bakıldığında, çok taraflılık kavramına dayanarak diyalog platformuna aktif katılımları, büyük güçlere dayanmadan stratejik özerkliklerini artırabilir ve ulusal çıkarlarını maksimize edebilir.
Zirveden önce, AB’nin Orta Asya politikası için nispeten istikrarlı bir çerçeve zaten oluşturulmuştu. Siyasi ve diplomatik alanlarda AB ve Orta Asya ülkeleri, Üst Düzey Yetkililer Diyalog mekanizması aracılığıyla güvenlik ve terörle mücadele gibi sınır ötesi yönetişim konularını ele alıyor. Ekonomi ve ticaret alanında AB, enerji konularına odaklanıyor ve karşılıklılık yoluyla uzun vadeli ekonomik işbirliği sağlıyor. Örneğin, AB, Kazakistan’ın ana ekonomik ve ticari ortağı olup, AB yatırımları 2024 itibarıyla ülkenin yabancı yatırımlarının yüzde 40’ından fazlasını oluşturuyor. Buna karşılık Kazakistan, AB’den çok çeşitli sanayi ve tüketim malları ithal ediyor. İnsandan insana temaslar alanında AB, Küresel Geçit Programı aracılığıyla Orta Asya ülkelerine eğitim, sağlık, hukuk ve demokrasi inşası konularında yardım sağlıyor. Aynı zamanda AB, üniversitelerde çeşitli fırsatlar sunuyor ve akademik kurumlar arasında bilgi paylaşımını teşvik ediyor.
Önceki işbirliği temelinde, hem AB hem de Orta Asya ülkeleri zirvede ortak bir bildiri, ilk Avrupa Birliği-Orta Asya zirvesinin ardından ortak bildiri (aynı zamanda “Semerkant Bildirisi” olarak da anılır) yayımladılar. Semerkant Bildirisi altı ana unsuru içeriyor: Birincisi, AB ile Orta Asya arasındaki stratejik ortaklığın tanımlanması; ikincisi, “Gelişmiş Ortaklık ve İşbirliği Anlaşmaları”nın (GOİA) ilerletilmesi; üçüncüsü, “Küresel Geçit” programının çeşitli alanlarda uygulanmasının teşvik edilmesi. Üçüncüsü, AB’nin 12 milyar avro yatırım yapacağını belirttiği “Küresel Geçit” programının çeşitli alanlarda uygulanmasının teşvik edilmesi; dördüncüsü, orta koridorların inşasının desteklenmesi; beşincisi, terörle mücadele ve sınır güvenliğinde güvenlik işbirliğinin güçlendirilmesi; altıncısı, iklim değişikliği ve su kaynakları yönetimi gibi uluslararası sorunların ortaklaşa ele alınması. Kısacası zirve, mevcut işbirliği mekanizmaları temelinde ilişkinin siyasi ve ekonomik yönlerini yükselterek AB’nin Orta Asya’ya yönelik stratejik yöneliminin bir üst seviyeye çıktığını gösterdi. Semerkant Bildirisi, artan küresel belirsizlik karşısında AB ve Orta Asya’nın işbirliğini derinleştirme isteğini ortaya koyuyor ve AB’nin Orta Asya’da kurumsallaşmış bir işbirliği sistemi kurma girişimlerini vurguluyor.
Büyük güç rekabetinde Orta Asya: AB’nin angajman mantığı ve zorlukları
AB’nin Orta Asya’ya yönelik değerlendirmesi üç ana noktadan oluşuyor. Birincisi, Orta Asya, Asya ve Avrupa kıtalarının iç kesimlerinde yer almakta olup Asya ve Avrupa’nın kara ulaşım merkezi, bu nedenle Orta Asya büyük güçler tarafından “stratejik bir mihenk taşı” olarak da kabul ediliyor. Geleneksel olarak Orta Asya uzun süredir Rusya’nın etki alanında olmuş ve Rusya, ittifaklar yoluyla Orta Asya’daki etkisini sürdürdü. Örneğin, Rusya liderliğindeki askeri ittifak olan Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü (KGAÖ) ve ekonomik kalkınmaya odaklanan Avrasya Ekonomik Birliği (AEB). Ukrayna krizinden bu yana AB, Rusya’nın Orta Asya’daki etkisini zayıflatmak amacıyla bölgedeki stratejik yapılanmasını hazırlandırdı. Amerika Birleşik Devletleri ise Orta Asya’yı bölgesel istikrarı korumak, terörle mücadele etmek ve büyük güçleri kontrol altında tutmak için bir dayanak noktası olarak görüyor. ABD askerlerinin Afganistan’dan çekilmesinden bu yana ABD, Orta Asya’nın “geçiş bölgesi” rolünü vurgulamaya başladı. Bu arada, Küresel Geçit Programı, Çin’in Orta Asya’daki etkisini sınırlamak amacıyla Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi’ni dengelemeyi amaçlıyor. Küresel Geçit Programı, AB’nin “Asya-Avrupa Koridoru”nu inşa etmek için altyapı ve dijital bağlantı alanlarında alternatifler sunuyor.
İkincisi, bol enerji kaynakları Orta Asya’yı uluslararası toplumda oldukça bağımlı kılıyor. Orta Asya, petrol, doğalgaz ve nadir metal kaynakları açısından dünyanın zengin bölgelerinden biri. Özellikle Kazakistan ve Türkmenistan, güçlü enerji ihracat kapasitelerine sahip olup bu da onları dış güçler için son derece cazip hâle getiriyor. AB-Orta Asya Zirvesi, enerji ve ulaştırma alanlarında iki tarafın birbirini tamamlayıcılığını artırmak için bir “orta koridor” inşasını daha da planlayacaktır.
Son olarak, Orta Asya geniş bir nüfusa ve geniş bir pazara sahiptir. Avrupa ile Orta Asya arasında sık ticaret olmasına rağmen, bu ticaret esas olarak doğal kaynaklar üzerinde yoğunlaşıyor. Orta Asya’nın önemli ticaret ortakları olan Çin ve Rusya, uzun süredir Orta Asya ülkelerinin dış ticaret yapısına hakim durumda. AB, kurumsallaşmış bir platform yardımıyla Orta Asya pazarındaki payını genişletmeyi umuyor. Ancak, son yıllarda Orta Asya ülkelerinin stratejik özerkliği güçlendi ve AB’nin vizyonunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceği hâlâ belirsiz.
Sonuç olarak AB, bu zirve aracılığıyla Orta Asya’daki etkisini ve cazibesini daha da genişletmek istiyor, fakat resmi politikalar ile sahadaki gerçekler arasında büyük bir uçurum olabilir. Siyasi-güvenlik açısından bakıldığında, Orta Asya, Rusya ile bir askeri savunma sistemi inşa edilmesi yoluyla halihazırda nispeten derin bir güvenlik bağına sahip. Aynı zamanda Orta Asya, Türkiye ve NATO ile yakın temas hâlinde. Siyasi ve güvenlik perspektifinden AB’nin etkisi sınırlı. AB, Orta Asya ülkelerini ancak uluslararası güncel sorunlara katılım yoluyla çekebilir. İktisadi ve ticari açıdan bakıldığında, AB’nin Orta Asya’da belirli bir etkisi var, ancak genel ekonomik ilişkilerde hâlâ Çin’in gerisinde Örneğin, Kazakistan İstatistik Kurumu tarafından yayımlanan rapora göre, 2024 itibarıyla Çin, Kazakistan’ın en büyük ticaret ortağı. Uluslararası alanda ise AB, hukukun üstünlüğü ve sürdürülebilir kalkınma gibi değerleri vurguluyor, ancak Orta Asya ülkeleri arasındaki farklılıklar nedeniyle bu değerlerin kabulü değişiklik gösteriyor. Sonuç olarak, AB’nin Orta Asya’daki genel etkisi sınırlı ve Orta Asya meselelerinde “dış lider” konumunda değil, bunun yerine etkisini belirli uluslararası konular aracılığıyla yayıyor.
Çin: Çatışma yerine işbirliği arayışı
Çin, çok taraflı ilişkilere karşı sürekli olarak çoğulcu ve açık fikirli bir tutum sergiledi. Çin, çok taraflılık ilkelerini benimsiyor, uluslararası ilişkiler normlarına bağlı kalıyor ve Birleşmiş Milletler Şartı’nın amaç ve ilkelerine riayet ediyor.
Çin, Küresel Kalkınma, Güvenlik ve Medeniyet Girişimi bağlamında somut eylemlerle çok taraflı diplomatik ilişkileri sürdürme konusunda aktif rol aldı. Her bölgenin kalkınma durumuna ve medeniyet çeşitliliğine saygı duyan Çin, uluslararası toplumda barış, istikrar ve kalkınmayı teşvik etmek için Orta Asya, AB ve diğer aktörlerle birlikte çalışmayı umuyor.
Çin açısından bakıldığında, Çin hiçbir zaman AB’yi stratejik bir rakip olarak görmedi ve uluslararası konularda işbirliği yapmayı dört gözle bekliyor. Orta Asya’da bazı küçük ve orta ölçekli ülkelerin dış politikası, kalkınma için alan aramalarına olanak tanıyan dengeli diplomasi modelini izliyor. Orta Asya’nın AB ile aktif işbirliği, sadece büyük güçlere aşırı bağımlılığını azaltmakla kalmaz, aynı zamanda bölgenin istikrarlı kalkınmasını da teşvik edebilir.
Aslında, Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi açık ve kapsayıcı bir kalkınma platformu ve Çin, uluslararası toplumun sürdürülebilir kalkınmasını ortaklaşa teşvik etmek için diğer aktörlerle işbirliği yollarını keşfetmeye istekli. Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi Dış İlişkiler Bakanı Liyu Ciençao, Kazakistan Parlamentosu Üst Kanadı Genç Uzmanlar Kulübü’nde yaptığı konuşmada şöyle demişti: “Orta Asya, Asya ve Avrupa’nın merkezinde yer almakta olup özel ve önemli bir coğrafi konuma ve geniş kalkınma beklentilerine sahip. Çin ve Orta Asya ülkeleri, ortak kalkınma arayan, barışı paylaşan ve birlikte ilerleyen dünya haritasında bölgesel işbirliği modeli şekillendirerek Çin-Orta Asya kader birliği inşasını teşvik etmişlerdir.”
Son yıllarda, özel jeopolitik ortama bağlı olarak Orta Asya ülkelerinin kendi aralarındaki işbirliği kayda değer ölçüde arttı. 2018’den itibaren beş Orta Asya ülkesinin liderleri, zirveler düzenleyerek bölgesel kimliği ve işbirliği mekanizmalarını güçlendiriyor. AB-Orta Asya Zirvesi’nin düzenlenme formatı da bölgesel uzlaşıya dayalı çok taraflı bir işbirliği. Orta Asya ülkeleri sadece AB ile sık temas hâlinde olmakla kalmayıp, aynı zamanda “Orta Asya-Çin” ve “Orta Asya-ABD” C5+1 diyaloglarına katılarak uluslararası meselelerde aktif rol alıyorlar. Bu istekleri, uluslararası meselelerde harekete geçme yeteneklerini gösterdi.
Orta Asya’da enerji gelişimi ve bölgesel istikrar kritik konular hâline geldi. Ulusal kalkınma ile büyük güçler arasındaki ilişkiyi nasıl yönetecekleri ve önemli konularda taraf tutmak ile stratejik özerklik arasında dengeyi nasıl koruyacakları, Orta Asya ülkelerinin ele alması gereken meseleler.
Görüş
İspanya’dan Türkiye’ye bakmak

12-17 Mayıs 2025 tarihlerinde Avrupa Birliği’nin hayata geçirdiği ve başarıyla uyguladığı Erasmus+ programı akademik hareketliliği bursuyla İstanbul Kent Üniversitesi ile anlaşması olan İspanya’nın Murcia şehrindeki UCAM Katolik Üniversitesi’nde (Universidad Católica San Antonio de Murcia) bulunma, burada bazı dersler verme ve akademik çalışmalara katılma, üniversite görevlileriyle temaslarda bulunma ve İspanya’yı gezme fırsatı yakaladım. Bu vesileyle Murcia dışında Madrid, Granada ve Alicante gibi bazı şehirleri de gezerek İspanya’yı daha yakından tanımaya ve insanları gözlemlemeye çalıştım. Öncelikle İspanya’nın gerçekten Türkiye’ye benzer şekilde çok güzel ve gelişmiş bir ülke olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Ayrıca bazı din ve kültür farklılıklarına karşın, İspanyolların yaşam tarzlarının özellikle bizim Akdeniz ve Ege bölgelerimizdeki vatandaşlarımızın yaşam biçimlerine çok benzer olduğunu da fark ettim. Yani aslında siyasal sorunları aşabilirsek, Türkiye’nin Avrupa ile toplumsal olarak bütünleşmesi ve Birliğe gelecekte tam üye olması bence kesinlikle gerçekçi ve makul bir hedef. Bu yazıda, İspanya gözlem ve deneyimlerimi Türkiye’de devam eden siyasi süreçlerle paralel şekilde değerlendirmeye çalışarak, sizler için halen İstanbul’a dönüş yolundayken özgün bir yazı kaleme almayı deneyeceğim.
Öncelikle akademik faaliyetlerimizi değerlendireyim. AB üyesi olduktan sonra hızlı bir şekilde gelişen İspanya, bugün birçok Afrika, Ortadoğu, Latin Amerika, Avrupa ve hatta Asya ülkelerinden çok sayıda öğrenciyi kendisine çekebilen önemli bir yükseköğretim cazibe merkezi olmuş durumda. Times Higher Education raporlarına göre, dünyanın en gelişmiş 1.000 üniversitesinden 35’i İspanya’da bulunuyor. Bu rakamın eğitim alanında gayet iyi durumda bir ülke olan Türkiye için henüz 11 olduğunu düşünürsek, İspanya’nın eğitimde epey başarılı bir ülke olduğunu varsayabiliriz. UCAM da bu paralelde çok sayıda yabancı öğrenciyi bünyesine katmış ve Katolik dünyası ile sahip olduğu güçlü bağların üzerine bir de modern ve sportif bir üniversite imajı oluşturarak İspanya’nın elit üniversiteleri arasına adını yazdırmış durumda. Öyle ki, halen 15.000 civarında öğrencisi olan ve büyümeye devam eden kurum, spor bursları ile İspanya milli ve olimpiyat takımlarına çok sayıda sporcu yetiştirmesiyle biliniyor ve takdir topluyor. UCAM’da Türk ve Kıbrıslı Türk öğrencilerle de karşılaştım. İlerleyen yıllarda eminim Erasmus ve yurtdışı eğitim olanakları ile bu sayı daha da artacaktır.
Benim UCAM’da salı ve çarşamba günleri iki uzun dersim vardı. Bu derslere daha ziyade 10 civarında uluslararası öğrenci katıldı ve İspanyol öğrencilerle etkileşimde bulunma ve ders yapma olanağımız maalesef olmadı. Anlaşmalı olduğumuz programın daha ziyade uluslararası öğrencileri kabul etmesi ve üniversitede yoğun aktivitelerin düzenlendiği bir haftada olmamız sebebiyle bu şekilde daha az katılımlı ama benim açımdan oldukça başarılı geçen iki ders oldu. İlk derste Birleşmiş Milletler sistemini ve güncel sorunları, ikinci derste ise Türkiye-İspanya ilişkilerini anlattım. Özellikle ikinci gün dersine iyi hazırlanmıştım ve şansım da yaver gidince derse paralel olarak Türkiye-İspanya ilişkilerine dair üst üste iyi haberler gelmeye başladı. İlk olarak İspanya’nın önde gelen hava yolu şirketlerinden Air Europa’nın İGA İstanbul Havalimanı uçuşlarına başladığı haberi geldi. Daha sonra ise Türkiye’nin ilk milli jet eğitim ve hafif taarruz uçağı HÜRJET için TUSAŞ ile İspanya Savunma Bakanlığı arasında mutabakat anlaşmasının imzalandığı duyuruldu. Bunlara bir de UCAM’ın Dekan ve Rektör Yardımcısı ile yaptığımız ön görüşmelerde ortak bir yüksek lisans programının açılması projesi eklenince, bir anda mutluluğum daha da arttı. Derslerde ve üniversitedeki faaliyetlerde bana destek olan değerli akademisyen ve idareci dostlarımıza buradan sevgilerimi gönderiyorum. Kendilerini İstanbul’da “krallar” gibi ağırlamaya hazırız. Ayrıca umuyorum iki üniversitenin ortak bir program açması ve karşılıklı seçmeli dil derslerinin müfredata eklenmesiyle iki ülke ve toplum arasındaki bağlar ilerleyen dönemde daha da kuvvetlenecektir. İspanya’nın özellikle İspanyolca bağlamında ve AB ile ortak şekilde ileride Latin Amerika başta olmak üzere birçok farklı coğrafyada etkin önemli bir dünya gücü olacağına ve merkezi devlet statüsünü güçlendirerek devam ettireceğine de samimiyetle inanıyorum. İspanya Başbakanı Pedro Sanchez’i de Türkiye’ye dostane yaklaşımları ve İslam dinine saygısı nedeniyle kutluyorum.
Sert siyasi konulara girmeden biraz da turistik işlere bakalım… Turizm konusunda bizim gibi gayet endüstrileşmiş ve gelişmiş bir ülke olan İspanya’da Murcia, Granada ve Alicante’de bulunduğum günlerde gerçekten çok keyifli ve öğretici anlar geçirdim. Granada’daki El Hamra Sarayı (Elhambra), gerçekten de bir dönem İspanya’da Büyükelçilik yapan usta yazarımız Yahya Kemal Beyatlı’nın “Dünyanın hiçbir yerinde Allah adını bu kadar çok zikreden sütun, kemer, kubbe, tavan, kapı ve duvara sahip başka bir saray bulmak mümkün değildir.” dediği kadar görkemli ve kutsal bir yapı. Öyle ki, Sarayı gezmek için alınan randevular bir ay öncesinden tükeniyor ve dünyanın dört bir yanından her gün binlerce turist El Hamra’ya akın ediyormuş. Arapça “kırmızı” anlamına gelen El Hamra’nın hikâyesi ise dünya tarihine İspanya’nın bir dönem nasıl yön verdiğini gösteriyor. Nitekim Katoliklerin burayı Nasrilerden fethi sonrasında Yahudilerin İspanya’dan sürülmeleri ve Kristof Kolomb’un Kilise’yi kendisine sponsor yapması sayesinde -ki biliyorsunuz aynı yıl içinde Hindistan’ı ararken Amerika’yı keşfedecektir- dünya tarihi o andan itibaren çok farklı bir yönde ilerledi. Bugün ise, El Hamra, Türkiye (Erdoğan) ve İspanya (Zapatero) hükümetlerinin başlattığı ve Birleşmiş Milletler’in sahiplendiği “Medeniyetler İttifakı” projesine benzer şekilde üç semavi dinin dostluğunu sembolize ediyor. Fakat ne kadar acıdır ki, 2000’lerin başında ABD’de baş gösteren ve Irak işgali nedeniyle İslam ve Hıristiyan dünyasını karşı karşıya getiren fanatik yaklaşımlar bugün de İsrail’e hâkim olmuş ve Yahudileri Müslüman toplumlarla karşı karşıya getiriyor. Bu konuda İspanya, İrlanda, Norveç ve Fransa gibi Hıristiyan nüfusu yoğun ülkelerin çabaları ise takdire şayan. Türkiye ise bu konuda zaten taraf durumda ve Filistin’in tanınmasını ve “iki devletli çözüm”ü savunuyor.
Ülkemizde az bilinen Alicante şehrinin de çok güzel bir turizm merkezi olduğunu belirtmek isterim. Keza Murcia da özellikle öğrenciler için harika bir seçenek. İspanya şehirlerinin uçak, tramvay, hızlı tren ve otobüs gibi gelişmiş ulaşım imkânları ile birbirlerine ve diğer ülkelere kolay erişilebilir durumda olması da bu açıdan büyük avantaj. Kabul edelim ki, bu konuda Türkiye de son yıllarda muazzam atılımlar yaptı ve özellikle havayolu trafiği anlamında gerçekten dünya çapında bir “hub” olmayı başardı. Elbette önemli bir fark, bizde nüfusun birkaç büyük şehirde toplanması nedeniyle muazzam kalabalık şehirlerimizde ulaşım şartlarının tüm atılımlara rağmen yetersiz kalabilmesi. Avrupa devletleri ise, AB’nin sponsorluğunda bölgesel eşitsizlikleri giderme mantığı ile hareket ederek, daha küçük ve rahat yaşanabilir, ulaşım imkânları kolay şehirler oluşturuyor. Bu nedenle İspanya’da başkent Madrid ve kısmen Barcelona dışında trafik sorunu o kadar da mühim bir mesele değil. Ayrıca şehirlerde yeşil alanların sıklığı ve yerlerin temizliği gibi konularda Avrupa standartlarının biraz gerisinde kaldığımızı gözlemledim. Ama inanın Türkiye’nin Avrupalı kimliği çok güçlü ve benzerliklerimiz farklılıklara kıyasla çok daha yoğun. Diyebilirim ki, karşılıklı pozitif bir ortam oluşsa, 5 yıl içerisinde, Türkiye, AB tam üyeliğine rahatlıkla hazır hale gelebilir.
İşte bu bağlamda, MHP Genel Başkanı Sayın Dr. Devlet Bahçeli’nin büyük bir cesaretle başlattığı ve Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın da yürekten sahiplendiği “açılım süreci” veya “barış süreci”nin demokratikleşme öncesinde en kritik dönemeç olacağını düşünüyorum/umuyorum. Maalesef 2000’lerde AB üyeliği yolunda demokratikleşme adımlarını atarken ordu-sivil ilişkilerindeki geleneksel dengeleri bir anda bozan ve kültürel kodlarımıza fazla gelen aşırı sivilleşme mantığı yerine, günümüzde sivillerin üstünlüğünü garanti altına almak ve 15 Temmuz benzeri girişimleri önlemek adına Cumhurbaşkanı’nın tek yetkili haline geldiği aşırı merkezi bir sisteme geçmek durumunda kaldık. Ama sivil siyasetin üstünlüğünün iyice oturması, darbeci geleneğin/kültürün tamamen sonlandırılması ve son aşama olarak da PKK terörü ile Kürt sorununun bitirilmesi/çözülmesi ile, eminim ki Türkiye’de daha demokratik bir dönemin başlaması yakında mümkün olabilecek. Elbette bunun olabilmesi için bu sürecin başarıyla ve -İspanya’nın Zapatero döneminde başardığı şekilde- sonuna kadar götürülmesi gerekiyor. Bu minvalde muhalefet partilerine de büyük ve tarihi bir sorumluluk düştüğünü belirtmem gerekir.
Fakat kendi içerinde çok sayıda özerk bölge olan İspanya örneğinden yola çıkarak ülkemizdeki siyasal sistemde köklü ve büyük idari değişiklikler mi gerekiyor derseniz, buna yanıtım “hayır” olur. Zira Ortaçağ’dan başlayarak feodalizm etkisinde dağınık/gevşek olarak bütünleşen Avrupa devletlerinin birçoğundan farklı olarak, Türkiye, Fransız tipi merkezi yönetim geleneğini ve Bonapartist yönetim felsefesini benimsemiş merkezi özellikleri baskın bir devlettir. Hatta günümüz standartlarında merkezi bir devlet olmayan Osmanlı İmparatorluğu bile o dönem Avrupalı feodal devletlerden kendisini net şekilde ayıran tımar sistemine dayalı yönetim modeliyle öne çıkmıştır. Bu bağlamda günümüzde Kürt nüfusun ihtiyaç duyduğu şeyler, benim gözlemlediğim kadarıyla, özerklik veya federalizm değil, üniter devlet yapısı içerisinde demokratik belediyelerin işlerlik kazanması, T.C. vatandaşı olan Kürt halkının kendi yöneticilerini özgürce seçerek güneydoğudaki şehirlerini imar etmesi, Kürt kimliğinin devlet nezdinde ikincil veya alt kimlik olarak tanınması ve bu yönde bazı kültürel açılımların (Fransa’daki ELCO sistemine benzer şekilde anadilde ikincil eğitim) yapılmasıdır. Bunların yapılması gayet mümkün ve olasıdır ki, zaten hiçbir şekilde Türkiye’den kopmak istemeyen Kürtler bölünmeme konusunda en büyük garantimiz durumundadır.
Bu konularda Cumhuriyet Halk Partisi’nin ilerici konumunu koruması ve derinleştirmesi, İYİ Parti ve Zafer Partisi gibi partilerin de MHP’nin ve çağın gerisinde kalmamak adına yapıcı davranmaları gerekmektedir. Tesadüfe bakın ki, mülteci düşmanlığının ABD’de Donald Trump -ki ABD’de suç olgusu nedeniyle bunun haklı bazı gerekçeleri de var-, Hollanda’da Geert Wilders, Almanya’da ana muhalefet partisi AfD ve ülkemizde Ümit Özdağ ile gündeme gelen sığınmacı karşıtlığı konusuna da İspanya’dan güzel bir cevap verildi. 18 yaşındaki fakir bir aileden gelen Fas kökenli sevimli bir İspanyol çocuk (Lamine Yamal), göçün doğru yönetilirse nasıl faydalı olacağını ispatlarcasına, önceki gün -2024’te İspanya milli takımını Avrupa Şampiyonu yapmasının ardından- takımı Barcelona’yı da İspanya “La Liga” şampiyonu yaptı. Bugün spor gazetelerinde Yamal’ı manşetlerde görünce bir kez daha anladım; biz ülkemize savaş ve terörizm riskleri nedeniyle haklı ve yasal olarak gelmiş insanları (özellikle Suriyeliler) kovalamak için harcadığımız zamanı onları yetiştirip ülkemize faydalı Türk vatandaşları yapmak için harcasak, belki şimdi kendi Lamine Yamal’larımız olacaktı. Ama Türklüğü bir kültür ve hukuki statü yerine ırk temelinde görenler için, elbette Kürt de, Suriyeli de, Afgan da kalitelerine bakılmaksızın halen potansiyel tehdit gibi algılanıyor.
İspanya’dan Türkiye’ye bakınca aklıma gelenler şimdilik bunlar. İlerleyen günlerde zamanım olursa bunları akademik düzleme oturtarak daha da somut şekilde ifade edeceğim. İspanya’daki son gecemde büyük Türkiye’ye sevgiler…
Görüş
Trump’ın Orta Doğu’daki ‘hasat turu’ dolu dolu sona erdi

Orta Doğu saatiyle 16 Mayıs’ta, ABD Başkanı Trump Orta Doğu’daki üç Arap ülkesine yaptığı dört günlük resmi ziyaretini tamamladı. Bu, Trump’ın Beyaz Saray’a yeniden dönmesinden sonra gerçekleştirdiği ilk devlet ziyareti olup, Orta Doğu’nun ticari ve jeopolitik önemine verdiği değerin bir devamı niteliğindeydi. Her ne kadar Trump, ABD’nin bölgedeki bir numaralı müttefiki olan İsrail’i bu ziyarette “beklenmedik şekilde” es geçse de, “hasat turu” olarak görülen bu üç ülkelik gezi oldukça verimli geçti. Silah satışı, yatırım çekme, politika açıklama ya da düşman ve stratejik rakip “hasadı” açısından son derece parlak sonuçlar elde edildi. Trump’ın devasa “para çekme” başarısı bile tek başına ABD’nin askeri hegemon konumunu sağlamlaştırdığını, jeopolitik etki gücünü sürdürdüğünü ve diğer büyük güçlerin kısa vadede erişemeyeceği bir mali cazibe etkisine sahip olduğunu gösteriyor. Kısacası, ABD hâlâ Orta Doğu üzerinde güçlü biçimlendirme gücüne sahip tek dış güç.
13 Mayıs’ta başlayan Trump’ın Orta Doğu turu, Suudi Arabistan’dan başlayıp, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri ile sona erdi. Bu süreç, onun “güç diplomasisi” ve “ticaret diplomasisi” özelliklerini ön plana çıkardı. Söz konusu üç ülke Arap dünyasının en zengin ülkeleri olup, ulusal güvenlik açısından ABD’ye oldukça bağımlı. Trump’ın bu gezide büyük miktarda “para çekeceği” herkesçe bekleniyordu, ancak sonuçlar yine de şaşırtıcıydı.
Suudi Arabistan gibi “zengin ama zayıf” Körfez monarşilerinin ABD’ye büyük paralar ödeyerek güvenlik ve statü “satın alma” politikasını sürdürmesini sağlamak adına, Trump Beyaz Saray’a döner dönmez ilk dış ziyaretinin “ilk gecesini” Riyad’a vereceğini yüksek sesle duyurdu. Dahası, ABD-Rusya arasında ilk üst düzey görüşmenin ev sahipliğini yapması için Suudi Arabistan’ı özellikle seçti, bu ülkeye büyük prestij verdi. Hatta “Basra Körfezi”nin adını “Arap Körfezi” olarak değiştirmeyi bile önerdi — hazırlıklarını ve siyasi jestlerini eksiksiz yaptı.
Sekiz yıl önce Trump, Körfez’e ilk ziyaretinde Suudi Arabistan’dan 115 milyar dolardan fazla silah satışı elde etmiş, Riyad’dan 10 yıl içinde ABD’ye 400 milyar dolarlık yatırım taahhüdü almış, Katar ile de 40 milyar dolarlık silah anlaşması imzalamıştı. Bu ziyarette, Trump daha önce Beyaz Saray’da doğrudan yüzüne çıkıştığı Suudi Veliaht Prensi ve Başbakanı Muhammed bin Selman’a karşı önceki kibirli tutumunu tamamen bıraktı. 13 Mayıs’ta düzenlenen “Suudi-Amerikan Yatırım Forumu 2025”te adeta eğilerek, ev sahibi gence övgüler yağdırdı, onun “ne kadar büyük” ve “ne kadar bilge” olduğunu defalarca dile getirdi. Bu tutumu, genç liderin yüzünde tebessüm, coşkulu alkışlar ve ayakta teşekkür ile karşılık buldu.
ABD-Suudi ilişkileri yeni bir balayı dönemine girmiş durumda, hatta bu ilişkiler 21. yüzyıldaki en yüksek seviyeye ulaşmış olabilir. Bu durumun temelinde ise çıkar alışverişi ve petro-dolarlar yatıyor. Trump’ın Riyad’a vardığı gün, ABD ve Suudi Arabistan 142 milyar dolarlık bir silah anlaşması imzaladı; bu, 10’dan fazla Amerikan savunma şirketini kapsayan beş ayrı savunma ekipmanı ve hizmetini içeriyor. Ayrıca Suudi Arabistan, ABD’ye 600 milyar dolarlık yatırım sözü verdi; stratejik ortaklığı derinleştirme, ekonomik refahı artırma ve önümüzdeki birkaç ay içinde toplam yatırımı 1 trilyon dolara çıkarma hedefiyle ortak çalışma sözü verildi. Bu, ABD-Suudi tarihinde imzalanmış en büyük silah ve yatırım anlaşmasıdır. Suudi yatırımları, ABD’nin enerji güvenliğini, savunma sanayisini, teknoloji üstünlüğünü ve küresel altyapı ile kritik maden kaynaklarına erişimini güçlendirecek.
Trump, Suudi Arabistan, BAE ve Katar gibi “dünyanın en zengin” Arap komşuları arasındaki hassas ilişkileri çok iyi biliyor. Suudi Arabistan ve BAE hem Arap Birliği’nin “yeni güç merkezleri” hem de kendi aralarında ekonomik ve siyasi rekabet içindeler. Katar ise daha önce bu iki ülkenin baskı ve dışlamasına uğramış, ancak serveti ve ABD’nin desteği sayesinde “yıkılamayan küçük Körfez gücü” unvanını kazanmıştı. Trump’ın bu üç ülkeyi birlikte ziyaret etme amacı, Suudi Arabistan’ı kaldıraç olarak kullanıp Katar ve BAE’yi sürece dâhil ederek “trilyon dolarlık hasat turu” hedefini gerçekleştirmekti.
Trump’ın ziyaretinden hemen önce, Katar kraliyet ailesi ABD yasalarını aşarak Pentagon aracılığıyla Trump’a 400 milyon dolar değerinde lüks bir Boeing 747-8 uçağı bağışladı. Bu uçak, 40 yılı aşkın süredir kullanılan “Air Force One”ın yerine geçecekti. Trump, 14 Mayıs’ta Doha’ya yaptığı ziyarette Katar Emiri Tamim ile görüşmesinde, ABD-Katar ilişkilerini “sadık bir dostluk” olarak niteledi ve iki tarafın birbirini “çok sevdiğini” söyledi. Aynı gün ABD ve Katar, toplam değeri 243,5 milyar doları aşan ekonomik iş birliği anlaşmaları imzaladı. Bunlar arasında Katar’ın 96 milyar dolar değerinde 210 adet Boeing uçağı satın alması da yer aldı — bu, Boeing tarihinin en büyük siparişi oldu. Katar ayrıca 3 milyar dolar değerinde MQ-9B insansız hava aracı ve anti-İHA sistemleri satın almayı da kabul etti.
2017’de Trump, Suudi Arabistan ve Katar’a ilk ziyaretini gerçekleştirdiğinde, önce Suudi Arabistan’ın Katar’ın “terörizmi finanse ettiği” yönündeki iddialarına destek verdi, ardından kısa sürede Katar’a “temize çıkma” yardımı yaptı. Bu fırsatçı yaklaşım — önce darbe, sonra yumuşatma — sayesinde, ABD’nin Körfez’deki en büyük hava üssüne ev sahipliği yapan Katar, ABD silahlarını çılgınca satın alarak güçlü bir koruma şemsiyesi kazandı ve sonunda Suudi Arabistan ile BAE’nin yoğun baskısından ve “kuşatmasından” kurtulmuş oldu.
Suudi Arabistan ve Katar’dan gelen devasa “hediye paketleri” zemininde, 15’inde Trump son durağı olarak BAE’yi ziyaret etti. Bu ziyarette ABD ile 200 milyar doları aşan iş birliği anlaşmaları imzalandı. Ayrıca 260 bin metrekare alana kurulu, 5 GW kapasiteli bir veri merkezi ortak girişimi de duyuruldu — bu merkez, 2.5 milyon Nvidia B2000 çipini çalıştırabilecek kapasitede olacak. Aslında, bu yıl Mart ayında BAE Ulusal Güvenlik Danışmanı Şeyh Bin Zayed’in ABD ziyareti sırasında, BAE’nin ABD’de 10 yıllık, toplam 1.4 trilyon dolarlık bir yatırım çerçevesi kurma sözü çoktan verilmişti. Yani, Trump Körfez turuna başlamadan önce bile BAE Beyaz Saray’a gönüllü olarak bol keseden hediye sunmuştu.
Trump’ın Körfez turu aynı zamanda bir politika duyuru gezisiydi. Suudi-Amerikan Yatırım Forumu’nda yaptığı bir saatlik doğaçlama konuşmada, Trump, önceki Amerikan hükümetlerinin Orta Doğu’ya müdahalelerini sahnevari bir şekilde kınadı; önceki başkanların Orta Doğu’da “inşa ettiğinden çok daha fazla ülke yıktığını” söyledi, “ABD’nin ebedi düşmanları yoktur” diyerek, “bugün en yakın dostlarımız, geçmişte savaştığımız ülkelerdi” ifadesini kullandı. Suudi Arabistan’ın kalkınma modelini örnek göstererek “kendi başına inşa etmenin” dış müdahaleye göre daha etkili olduğunu vurguladı. Analistler, para odaklı Trump’ın Amerikan değerlerini taşıyan müdahaleci diplomasi ve topyekûn güç politikalarını açıkça terk ettiğini, onun yerine “merkantilist” (ticaret merkezli) bir yaklaşımla Orta Doğu düzenini yeniden şekillendirmeyi hedeflediğini düşünüyor.
Dünya kamuoyunu asıl şaşırtan şey ise Trump’ın bu gezide sadık müttefiki İsrail’i “atlamasıydı.” Bu, ABD’nin büyük çıkarlarının İsrail’in küçük hesapları tarafından gölgelenmesini önlemek ve mevcut yönetimin Netanyahu’nun Gazze savaşındaki bataklığına daha fazla saplanmaması içindi. Daha önce Trump, İsrail’i fazla kayırdığı için Arap kamuoyundan tepki görmüştü. Ancak ABD-İsrail ilişkileri sarsılmaz olduğundan ve Trump’ın Netanyahu ile kişisel ilişkisi güçlü olduğundan, İsrail listede görünmese bile Trump içgüdüsel olarak “eski dostunu” unutmadı: Suudi Arabistan’a İsrail ile barış anlamına gelen “İbrahim Anlaşmaları”na katılması için çağrıda bulundu, Suriye ile İsrail arasında uzlaşma sağlanmasını teşvik etti ve ABD’nin Gazze’yi “alabileceği” yönündeki yanlış anlatısını sürdürdü.
Dünyayı esas sarsan ise, Trump’ın Riyad’da Suriye’nin yeni lideri Admed Şara ile ani ve kamuoyuna açık bir görüşme yapmasıydı. Bu görüşmede Trump, Şara’ya İsrail’le ilişkileri normalleştirme, ülkedeki “Filistinli teröristleri” sınır dışı etme ve kuzeydoğu Suriye’de cihatçıları hapsetmek için cezaevi kurma sorumluluğu üstlenme çağrısı yaptı. Görüşmeye Suudi Veliaht Prensi bizzat katıldı, Türkiye Cumhurbaşkanı da video bağlantısı ile iştirak etti — bu, 25 yıl sonra gerçekleşen ilk ABD-Suriye zirvesiydi. Dahası, Suudi ve Türk liderlerin çağrısıyla Trump, ABD’nin Suriye’ye uyguladığı onlarca yıllık ekonomik ve ticaret yaptırımlarını kaldırdığını açıkladı. Böylece Suriye’nin 46 yıllık uluslararası ve özellikle tek taraflı Amerikan yaptırımlarından kurtuluşu ilan edilmiş oldu.
Trump’ın Şara ile görüşmesi, “değerlerden arınmış diplomasi” ve “düşmanı dost yapma”nın tipik bir örneği sayılabilir. Zira Trump, Şara’nın geçmişte ABD tarafından uzun süre aranan “terörist” bir lider oluşunu ve Şam’daki yeni hükümetin hâlâ BM ve ABD’nin terör listesinde olan “Şam’ın Kurtuluşu” (HTŞ) örgütü tarafından yönetilmesini tamamen görmezden geldi. Hatta Suudi Arabistan’dan ayrılırken Trump, ABD medyasına bu eski “düşmanı” överek, onu “geçmişin sağlam savaşçısı, bugünün güneşli ve yakışıklı sert adamı” olarak niteledi. 16 Mayıs’ta, ABD Dışişleri Bakanı Rubio, Türkiye’nin Antalya kentinde Suriye Dışişleri Bakanı Şeybani ile görüştü ve ABD’nin İran’dan uzak, barışçıl ve istikrarlı bir Suriye inşa edilmesine yardım edeceğini açıkça ifade etti.
Aslında Trump’ın dış politikasına aşina gözlemciler buna şaşırmadı. 2020 yılının Mart ayında, başkanlığının son döneminde, Trump Afganistan savaşını hızla sona erdirmek için ABD’nin 20 yıldır desteklediği Kabil hükümetini bir anda terk etmiş, hiçbir devlet onuru ya da siyasi etik tanımadan, düşman Taliban’la ateşkes karşılığında çekilme anlaşması imzalamıştı. Bu da Afganistan’da “iki hükümetli” bir yapı oluşturmuş ve kısa sürede Taliban’ın yeniden iktidara gelmesine yol açmıştı. Trump, devlet ciddiyetini hiçe sayarak Taliban liderlerini Beyaz Saray’a davet etmeye çalışmış, buna karşı çıkan Ulusal Güvenlik Danışmanı Bolton’u da anında görevden almıştı.
Trump’ın bu son Orta Doğu diplomasi turundaki bir diğer önemli kazancı, “havuç ve sopa” yöntemiyle, “Direniş Ekseni”nin üç büyük gücü olan Yemen’deki Husiler, Filistin İslami Direniş Hareketi (Hamas) ve İran’ı önemli tavizler vermeye zorlaması oldu. Trump’ın ziyareti öncesinde, Ürdün’ün başkenti Amman aracılığıyla ABD ile Husiler arasında bir ateşkes anlaşması sağlandı. Husi güçleri, Kızıldeniz’den geçen gemilere saldırmama sözü verdi. Aynı zamanda Hamas, Trump’a bir “hoş geldin hediyesi” olarak son Amerikalı rehineyi serbest bıraktı — bu hareket, Trump yönetiminin İsrail’e tamamen tabi olmadığını takdir eden bir jest olarak da değerlendirildi. 15 Mayıs’ta Hamas’ın üst düzey yetkilisi Basem Naim medyaya, Hamas’ın ABD ile doğrudan müzakerelerde bulunduğunu ve Gazze çatışmasını sona erdirecek bir ateşkes anlaşması yapmaya çalıştıklarını söyledi… Kalıcı bir ateşkese ulaşılırsa, Hamas Gazze Şeridi’nin kontrolünü devredebilir.
Trump’ın ziyareti öncesinde, Amerikan temsilciler İran’la Umman’ın başkenti Maskat’ta dört tur görüşme gerçekleştirdi. Her iki taraf da bu görüşmelerde “yapıcı” ilerleme kaydedildiğini belirtti. Trump, Riyad’da bulunduğu sırada Tahran’a tekrar seslendi, İran liderlerini “yeni ve daha iyi bir yol” seçmeye ve Washington’la yeni bir nükleer anlaşma yapmaya çağırdı. Bu diplomatik çözüm fırsatının “sonsuza kadar sürmeyeceğini” vurguladı ve “İran liderliği bu zeytin dalını reddederse… başka seçeneğimiz kalmaz, İran’ın petrol ihracatını sıfıra indiririz” diyerek tehditte bulundu.
Belki önceki dört görüşme Trump’ın sınırlarını ve niyetini açık etti, belki Trump’ın ilk dönemindeki “aşırı baskı” kampanyasının acı hatıraları etkili oldu, belki de “Altıncı Orta Doğu Savaşı”nın stratejik fiyaskosu ya da Rusya’nın ABD-İran askeri çatışmasına karışmayacağını açıkça ilan etmesi etkiliydi. Belki de Trump’ın son dönemde Husiler ve Hamas’la kurduğu olumlu temaslar… Tüm bu sert gelişmeler, İran hükümetini Trump’ın yumuşak ve sert taktiklerini harmanladığı diplomatik saldırısına karşı hızlı ve net bir yanıt vermeye itti.
14 Mayıs’ta, İran’ın dini lideri Hamaney’in danışmanı Şemhani, NBC’ye verdiği demeçte İran’ın ekonomik yaptırımların kaldırılması karşılığında ABD ile bir anlaşma yapmaya hazır olduğunu söyledi. Şemhani, İran’ın asla nükleer silah üretmeyeceği sözünü vereceğini, yüksek oranda zenginleştirilmiş uranyum stokunu yok edeceğini, uranyum zenginleştirmeyi sadece sivil ihtiyaçlar için gerekli düşük düzeyde tutmayı kabul edeceğini ve bu sürecin uluslararası denetçilere açık olacağını ifade etti.
Gözlemciler, bunun İran’ın nükleer meselede şimdiye kadar sergilediği en hızlı ve en esnek taviz olduğunu düşünüyor. Daha önce İranlı müzakereciler sert bir tutum sergilese de, Trump’ın Körfez’deki “hasat turunun” bu denli başarılı geçmesi, ABD-Arap ilişkilerinin daha da güçlenmesi, ABD-Suriye ilişkilerindeki tarihi yön değişimi ve “Direniş Ekseni” üyelerinin kendi yollarına gitmesi Tahran’ı hızlıca diplomatik duruşunu ve nükleer kriz pozisyonunu değiştirmeye zorladı. 15 Mayıs’ta Trump, Doha’dan BAE’ye geçmeden önce yaptığı açıklamada, ABD ile İran’ın nükleer anlaşmaya varmaya “çok yaklaştığını” ve Tahran’ın “belirli ölçüde” şartları kabul ettiğini belirtti.
Kısacası, Trump bu Orta Doğu gezisinden çok önemli kazanımlarla döndü. Beklenmedik gelişmeler, onun güç temelli ve “anlaşma odaklı” diplomasisinin Orta Doğu jeopolitiğini dönüştürdüğünü ve şekillendirdiğini ortaya koydu. İç ve dış sorunlara rağmen, ABD’nin stratejik temeli hâlâ güçlü ve istikrarlı. Egemen varlık fonlarının büyük bölümünü zaten ABD pazarına yatırmış olan Körfez’in başlıca petrol üreten ülkeleri, gelecekteki servetlerini korumak, artırmak ve yüksek teknolojiye yönelmek için stratejik müttefik olarak yine ABD’ye güveniyor. Buna karşın, bu ülkelerin diğer büyük ekonomilere yaptığı yatırımlar yok denecek kadar az — “karabiber serpiştirmek” ya da “çiseleyen yağmur” gibi — bu da ABD’nin hâlâ sarsılamaz tek süper güç konumunu açıkça ortaya koyuyor.
Aynı zamanda, “Şii Hilali”nin giderek çökmesi, “Direniş Ekseni”nin dağılması, ABD’nin Arap ülkeleri ve Türkiye ile ilişkilerinin güçlenmesi, Arap ülkeleri ile İsrail arasında imzalanan “İbrahim Anlaşmaları”nın genişlemeye devam etmesi ve bu yıl ABD-İran ilişkilerinde büyük bir değişim ihtimalinin belirmesi, yepyeni bir Orta Doğu’nun şekillenmekte olduğunu gösteriyor.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
-
Rusya2 hafta önce
Rusya’da havaalanlarında toplu uçuş ertelemeleri
-
Görüş2 hafta önce
Kim kazandı?
-
Görüş2 hafta önce
Hindistan-Pakistan savaşı henüz başlamadı
-
Görüş2 hafta önce
“Ölüm denir mi hiç öylesine?”
-
Söyleşi2 hafta önce
Alexander Rahr: Bu hükümetin dört yıl dayanması beni şaşırtır
-
Asya2 hafta önce
Cammu ve Keşmir: Yarım asırlık çatışmanın tarihi
-
Amerika1 hafta önce
Zuckerberg ve AI terapistler: Aklınıza mukayyet olun!
-
Görüş2 hafta önce
Çok kutupluluk çağında Türkiye’nin Antalya Diplomasi Forumu