Bizi Takip Edin

Görüş

Netanyahu ve Neo-Con’lar için İran’ı vurmanın dayanılmaz cazibesi

Avatar photo

Yayınlanma

Tüm dünya Ortadoğu’daki savaş sarmalının adeta rehinesi oldu. Hamas’ın 7 Ekim 2023’te ‘Aksa Tufanı operasyonu’ ile İsrail’e saldırarak fitilini ateşlediği savaş her yeri sarıyor. Gazze’de ve ardından Lübnan’da ağır yıkım ve büyük insani dram yaşanıyor. Bir yıl sonra İsrail, ‘Hamas’ı yok etmek ve rehinelerini kurtarmak’ hedeflerinden uzak görünüyor. Fakat ‘Direniş Ekseni’ liderliği ağır darbeler yedi. İsrail-İran sıcak savaşı eli kulağında. Biden yönetiminin retorikteki ‘itidal’ telkinlerinin aksine hamleleri eşliğinde ‘uçurumun eşiğine’ gelindi.

Gazze’yle destek için Lübnan ve Yemen’le genişleyen cephe karşısında İsrail yönetimi, tırmandırma inisiyatifiyle bodoslama gidiyor. İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, bir yıldır Gazze’de tüm ateşkes girişimlerinden sıyrıldı. Eski statükoya geri dönmemekte hep kararlı oldu.  Ötesine geçti ve açılan üç cephenin arkasında gördüğü İran’ın üzerine gitti.

İran yönetimi; 1 Nisan’da Suriye başkenti Şam’da bulunan diplomatik misyonu vurduğunda, zamana yayılan bir füze ve İHA dalgasıyla kalibre edilmiş bir yanıt vermişti. Buna karşılık İsrail, 31 Temmuz’da Tahran’ın göbeğinde Hamas’ın siyasi bürosunun başı İsmail Haniye’yi ekarte etti. Son 2.5 ay ‘Direniş Cephesi’nin komuta kademesi ve liderliğinın ortadan kaldırıldığı bir dalgaya dönüştü.

NETANYAHU ‘GÖKTE ARADIĞINI YERDE BULMUŞKEN’…

Lübnan cephesi kızışırken, 17-18 Eylül’de Beyrut’ta Hizbullah’ın sipariş ettiği çağrı cihazları ve telsizlerin patlatıldığı istihbarat operasyonu geldi. 27 Eylül’de Beyrut’un güneyindeki Dahiye’de Hizbullah’ın Genel Sekreteri Hasan Nasrallah ile birlikte İran Devrim Muhafızları komutanı Abbas Nilfuruşan öldürüldü. İsraillilerin, Hizbullah füzelerinin baskısı altında kuzeydeki evlerine geri dönememelerinden hareketle, 2006 mağlubiyetinden beri neredeyse ‘tabu’ haline gelen Lübnan’ın güneyine adı ‘sınırlı’ diye konan yoklama niteliğindeki ‘kara harekatı’ başlatıldı. Darbe yiyen Hizbullah’ın karadan işgale direnemeyeceğinden hareketle ya Litani ırmağının ötesine ittirilmesi, başarılamazsa ‘geri kaçış seçeneği’ yaratacak şekilde…

Bu silsilede Netanyahu ‘gökte aradığını yerde buldu’. İsrail ordusu tam da Gazze’nin kuzeyini dümdüz etmeye odaklanmışken, Haniye’nin öldürülmesiyle 6 Ağustos’ta yerine getirilen Yahya Sinvar, güneyde Mısır sınırındaki Refah bölgesinde İsrail askerlerinin tesadüf eseri girdiği bir çatışmada öldürüldü. Böylece İsrail 7 Ekim saldırısının asıl mimarını imha etmiş oldu.

Sinvar, İsrail açısından çok işlevsel olan Gazze’deki muhbirlere infazlar eşliğinde Hamas içindeki gücünü konsolide etmiş karizmatik bir isim. İsrail aylardır kendisinin Katar’a kaçıp lüks içinde yaşadığı yahut tünellerde saklandığı ve etrafının rehinelerle çevrili olduğu iddiaları üzerinden psikolojik propaganda yapmaktaydı. Dolayısıyla Sinvar’ın kahramanca savaşırken öldüğünü de ispat eden bizzat İsrail ordusunun yayınladığı görüntüler, herkesi şaşırttı. Belki de kendilerinin de şaşkınlığından… Her koşuda Sinvar’ın bu kutsal davadaki ‘şehitlik’ mertebesinin pekiştiği bir esine dönüştürerek büyük siyasi hata yaptıkları aşikar.

Netanyahu ‘intikamını almış’ görünüyor. Ne ki 7 Ekim’de büyük aşağılanmaya uğramış İsrail ordu ve istihbaratının hamleleri eşliğinde yaşadığı ‘zafer sarhoşluğunu’ gölgeleyen, tam da üzerine üzerine gittiği İran.

‘KAĞITTAN KAPLAN İRAN’DAN ‘KAĞITTAN KAPLAN’ İSRAİL’E…

Devrim Muhafızları; 13-14 Ekim’de Şam’daki diplomatik misyonun vurulmasına misilleme olarak önceden haber vererek 5-6 saate yayılacak şekilde İsrail’i daha ziyade İHA’lar ve az sayıda balistik füze ile vurduğunda, pek çok insan dudak bükmüştü. ‘Şov yaptıkları’ söylendi. Ancak İsrail’in bu salvoyu ABD ve Fransa başta olmak üzere müttefikleriyle ‘savuşturabildiği’ ortadayken askeri uzmanlar İran’ın bu deneyimden ‘çok değerli’ istihbarat sağladığına işaret ediyordu. Buna misilleme olarak İsrail’in 19 Nisan’da Isfahan yakınlarında bir hava üssüne düzenlediği söylenen saldırı doğrusu pek ‘sönük kalmıştı’. Rivayete göre, ABD yönetiminin ‘ölçülü sonu’ getiren arka kanal hamlesi etkili olmuştu.

Ne ki Netanyahu peşini bırakmadı. Mayısta bir helikopter kazasıyla ölen Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin yerine seçilen Mesut Pezeşkiyan’ın yemin töreninden 24 saat geçmeden Hamas lideri İsmail Haniye, misafir olduğu Tahran’da ortadan kaldırıldı. Ve egemenliğinin ihlal edildiğini belirterek sert tepki gösteren İran’dan misilleme beklentisi oluştu. Ancak haftalar geçti, bir türlü gelmedi.

Pezeşkiyan bu durumu daha sonra ‘ABD ve AB’nin Gazze’de ateşkes’ vaadine bağlarken, İran’ın müttefiklerinin öfkesi kulislere yansıyordu. İddiaya göre ağustos ayında – olasılıkla Irak’ta bir yerde – Devrim Muhafızları komutanları Hizbullah heyetinin de yer aldığı ‘Direniş Ekseni’ unsurlarına durumu izah etmeye çalışmıştı. Yumrukların masaya vurulduğu, salonu terk edenlerin rica minnet geri döndürüldüğü bu hararetli toplantı, Tahran’ın tepkisizliğinin Ortadoğu’daki müttefikleriyle yarattığı sıkıntılara işaret ediyordu. Dünyada da ‘kağıttan kaplan’ yakıştırmaları gecikmedi.

Bu arada İsrail eylül ayıyla birlikte hamlelerini Lübnan’a kaydırırken ay ortasında çağrı cihazları ve telsizler üzerinden estirilen terör, biri çocuk ve sağlık görevlilerinin de bulunduğu 37 kişinin ölümünün ötesinde 4 bine yakın Hizbullah mensubunun yaralanmasıyla sonuçlandı. Güvenlik denetiminden geçecek şekilde cihazların içine yerleştirilen patlayıcılarla yapılan bu saldırı İsrail üstlenmese bile doğrusu istihbarat operasyonları tarihine geçecek türdendi.

Ve tüm dünyayı dehşete düşüren bu olayın dumanı tüterken Beyrut’un Hizbullah’ın etkili olduğu güneyine ağır bombardımanlar başladı. Dahiye’yi adeta Gazze’ye çeviren saldırılar büyük sivil kayıplara yol açarken, İsrail 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ı ortadan kaldırmayı başardı. Direniş Ekseni’nin güvenlik zaafiyeti ayyuka çıkmaktaydı.

Nasrallah’ın öldürülmesi ve üstüne Netanyahu’nun son dönemde sandığa ilgisizliği ile yönetime sırtını döndüğü yorumlarına konu olan İran halkına ‘İslami rejimi devirme’ çağrısı yaptığı video bardağı taşırmıştı.

İran 1 Ekim’de İsrail’i nisan ayındakini çok aşan ağır bir saldırı ile vurdu. Hedef esas olarak askeri tesisler olurken, 181 balistik füze ve hatta hipersonik sistemler kullanıldı. İran füzeleri bir bir düşerken, İsrail’in meşhur hava savunma sistemleri Arrow 2-3’ler ve Davut Sapanı’nın yanında bu sefer Batı kalkanının işlevsiz kalmasını dünya ‘canlı yayında’ izledi.

İsrail ordusu ‘hasar fazla değil’ dese de bu kez Financial Times gazetesi İsrail hava savunmasında önleyici füzelerin eksikliğini yazıyordu. Ve bu kez İsrail ‘kağıttan kaplan’ görünümüne büründü. Sebeb-i hikmeti birkaç gün sonra İngiliz devleti ve istihbaratına yakın Daily Telegraph gazetesindeki habere yansıdı.

Daily Telegraph, ‘İran dünyanın en büyük hava savunma sistemini aşabileceğini kanıtladı. Bundan sonra olacaklar yıkıcı olabilir’ başlıklı haberinde; İran’ın İsrail’e saldırısının söylenenden çok daha etkili olduğunu açıkça yazdı.Çıkan uydu görüntüleri Tahran’ın 20 kadar F-35’i imha ettiği iddiasını tam olarak doğrulamaya kafi gelmese bile sadece Necef çölündeki Nevatim üssüne 32 füzenin isabet ettiği belirtildi. Yine Tel Aviv yakınındaki Mossad karargahına evsahipliği yapan Tel Glilot’ta ağır hasar oluştuğu belirtildi.

THAAD VE B-2’LERİN MESAJI

Amerikan yönetimi de 1 Ekim’i ciddiye almış görünüyor. Geçen hafta İsrail’e daha ziyade Kuzey-Güney Kore kriz bölgesinde anılan THAAD (Terminal Yüksek İrtifa Bölgesel Savunma) sistemleri konuşlandırdı. Uzun menzilli balistik füzeleri engellemekte kullanılan bu sistemlerle birlikte 100 kadar Amerikan askeri de İsrail’e gönderildi. Bu sefer İsrail’in kaçınılmaz görünen misillemesi karşısında İran’ın daha güçlü bir saldırıya girişmesi tedirginliği ortada.

Ne ki THAAD’ın İsrail hava savunmasının gediklerini yeterince kapatabileceği tartışmalı. Askeri uzmanlara göre; Lockheed Martin’in 2008’den bugüne kadar üretebildiği sadece 7 batarya ve toplamda 800-1000 önleyici füze bulunuyor. Bu pahalı sistemin yıllık önleyici füze üretimi 50-60 kadar. Bir kısmı Suudi Arabistan ve BAE’de. Suudilerle 44 fırlatıcı ve 360 füze için anlaşma imzalanmış. ABD, İsrail’e var olan 7 bataryadan sadece 1’ini konuşlandırmış durumda.

WSJ’e göre İran’ın balistik füze kapasitesi 3 bini buluyor. Bunların ne kadar İsrail’i etkileyecek menzil ve güçte, bilmiyoruz. Fakat gelen her füzeyi isabetle vurabilmek için iki önleyici füze gerekirken, İran’ın 1 Ekim’de gönderdiği 181 füzeden hareketle İsrail’in kaç saldırı dalgasının karşılanabileceği hesabını yapanlar, THAAD’ın ‘oyun değiştirici’ olamayacağını söylüyor.

Yine THAAD sisteminin aslında gerçek çarpışmada denenmemişliği bir sonun olarak vurgulanıyor. İlk operasyonel kullanımının 2022’de Ensarullah’a karşı olduğu belirtilirken, BAE’nin sadece tekil bir füzenin imha edilebildiğini, kalan füze ve İHA’ların ise sistemi aşarak hasara yol açtığını rapor ettiği belirtiliyor. Amerikalı yetkililer 2019’daki tatbikat vesilesiyle İsrail’e bir THAAD bataryası konuşlandırdıklarını söylemişken, İran’ın 1 Ekim’de X-Band radarını vurduğu iddialarını ekleyelim. Balistik füzelerin hemen hiç önleyici füze görülmeden Nevatim üssünü vurmaları buna bağlanıyor.

ABD’nin Kızıldeniz’deki son hamlesini de not etmeli. Gazze ile dayanışma için dünya ticareti trafiğini altüst eden Yemen’in Ensarullah hareketi karşısında ‘Refah Muhafızı’ operasyonu başarısız bulunan ABD’nin, aniden B-2 Spirit hayalet bombardıman uçağıyla yeraltı mühimmat depolarını hedef alması manidar. İran’ın yeraltında olduğu belirtilen silah ve mühimmatı ile nükleer tesisleri bağlamında ‘caydırıcılık mesajı’ olarak görülebilir.

Dolayısıyla arkasına ABD’yi alıp THAAD’lar için İsrail’e ulaşan Amerikan askerleriyle selfie çektiren Netanyahu’nun düşünecek çok şeyi var.

ASIL FIRSAT VE ‘YILANIN BAŞINI EZMEK’

Ne ki yıllardır İran’ı ABD eşliğinde vurma hesabı yapan Netanyahu’nun pes edeceğini beklememek gerek. Koalisyon ortağı aşırı sağcı bakan Itamar Ben Gvir’in ‘yılanın başını kesme fırsatımız var’ sözleri niyeti yankılamakta.

Haniye ve Sinvar öldürüldü. Hamas ağır yaralı. Nasrallah artık yok. Lübnan’ın güneyi İsrail ordusunu zorlasa da, Hizbullah Genel Sekreter Yardımcısı Naim Kasım, Gazze’de ateşkesin Lübnan’a yansıyacağını açıkça söyledi. İsrailli rehineleri kurtarma imkanı olan Netanyahu, aslında yeni bir seçimle siyasi pozisyonunu bile pekiştirebilir. İran ile tehlikeli ve öngörülemez sonuçlar doğurabilecek bir savaştan kaçınabilir. Ama tüm işaretler durmayacağını gösteriyor. Netanyahu’yla anlaşamadığı söylenen İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant, İran’a saldırılarının ‘şaşırtıcı, kesin ve yıkıcı olacağını’ birkaç kez tekrarladı.

Netanyahu açısından ‘vekil güçlerini koruyamayan’ İran’la hesaplaşma vaktinin cazibesine kapılmasına engel olabilecek tek faktör ABD olabilir. Ancak Pentagon askeri/teknik resmi okusa bile ‘konjonktürün’ Biden yönetiminin Neo-Con’larına* ‘fısıldadıkları’ ihmal edilmemeli.

DİPLOMASİ CEPHESİ, İRAN, KÖRFEZ VE RUSYA FAKTÖRÜ

1 Ekim saldırısı sonrası İran’dan, İsrail’in yanıt vermeye kalkması halinde enerji altyapısı dahil tesislerini hedef seçmekle kalmayıp, ABD’nin Ortadoğu’daki üslerini vurma tehdidi geldi. İran ilişkilerini yeni rayına oturttuğu Körfez’i toprakları veya hava sahalarını kullandırmamaları ve tarafsız kalmaları için uyarıyor. Dışişleri Bakanı Abbas Erakçi’nin Suudi Arabistan ve Mısır’ı da içeren diplomasi turunun özü ‘savaş istemedikleri ancak İsrail diretirse hazır oldukları’… Körfez’in tehlikeyi ciddiye aldığı ABD üzerinde kurdukları baskıdan anlaşılıyor.

Aynı şekilde ‘ılımlı’ Cumhurbaşkanı Pezeşkiyan da Batılı liderlerle konuştu, ‘çatışma aramadıkları’ mesajını verdi. İran ‘savaşın kapıda olduğunu gören bir ülkenin diplomasisinin’ bütün alametlerini sergiliyor. Daha beteri Netanyahu, İran’ı artık caydırıcılık için açıkça nükleer silah üretmeye itiyor.

Denklemin Rusya ayağı da dikkat çekici. İsrail’in Kiev’deki yönetime desteği eşliğinde Netanyahu’nun geçmişte Putin ile tesis ettiği yakınlık aşınmışsa bile Rusya; ABD’nin aksine İsrail ile de İran ile de temas edebilen bir güç. Ortadoğu’da bir savaş yangını, petrol gelirlerini olumlu etkileyecek olsa da Batı cephesinin hedefindeki Moskova’nın BRICS rüzgarı eşliğinde tüm dünyada yarattığı etki ve çok taraflı düzen çabaları zarar görebilir. Aynı şekilde enerji ilişkileri ve ticaret bağlantıları bakımından Çin için de açık savaş tercih edilecek gibi değil.

Bu koşullarda Rusya’nın İran’a verdiği olası destek spekülasyon konusu olurken, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in geçen hafta Aşkabat’da Pezeşkiyan’la görüşmesinin detayları bilinmiyor. Ama Rusya, İran ile savunma alanı büyük önem taşıyan kapsamlı stratejik ortaklık anlaşması imzalamaya hazırlanıyor.

Krizin jeopolitik görünümü tehlikeli durumu yansıtıyor:

Amerikan başkanlık seçiminin eli kulağındayken, gözünü 2027’de Çin’le savaşa hazırlanmaya dikmiş Pentagon, Ukrayna çatışmasının tükettiği silah ve mühimmat stoklarını yenilemek, donanmasını hazırlamak ve hava savunması teknolojisinin yenilenmesinin derdinde. Amerikan başkentindeki tartışmanın harareti; Associated Press ajansının daha önce Washington Post’ta çıkanı yalanlarcasına ‘Netanyahu’nun Biden’a verdiği İran’ın nükleer ve petrol tesislerine saldırmama sözü mutlak değildir ve koşullar değişebilir” vurgulu haberinden belli.

Tam da Biden’ın İsrail’in İran’a nasıl ve ne zaman saldıracağına dair bilgisi olup olmadığı sorusuna, ‘Evet, evet’ yanıtını verdiği bir sırada, İsrail’in saldırı planlamalarının detaylarının sızdırılması önemli. Ulusal Jeo-Uzamsal-İstihbarat Ajansı ile NSA kaynaklı iki gizli belgenin otantikliği doğrulandı. İsrail’in en az 20 savaş uçağı kullanarak İran’a saldırısını içeren bu belgelerin İran bağlantılı bir Telegram hesabında yayınlanması ABD’yi şoke etmiş görünüyor! ‘İsrail’i engellemek için kim sızdırdı’, sorusu doğuruyor.

ABD içindeki fırtına bakımından; Pentagon’un işi rasyonelliğe çeken tutumuna, seçilirse her şey üstüne kalacak olan Trump’ın tedirginliğini ekleyin. Kamala Haris cephesinde de dört yıl önce ‘sonsuz savaşlar ve rejim değişikliği iyi fikir değil’ temalı kitap yazmış dış politika danışmanı Phil Gordon’ın temsil ettiği kesimi anmak faydalı olabilir.

Ne ki Neo-Con’ların ‘Proje Ukrayna’sı çökerken ve Batı hegemonyasını da sarsarken: Rusya ve Çin öncülüğünde yeni bir çok taraflı düzen için seferber olan BRICS’i baltalama fırsatı baş döndürücü. İran’ı ‘zayıf halka’ gördükleri açık. İranlıların henüz nükleer silah caydırıcılığı yokken bunun gerekliliğine kanaat getirmekte oluşları, Neo-Con’larda ‘elin çabuk tutulması’ gereğini gündeme taşıyor.

İsrail’in varoluşunu ‘sonsuz savaşa’ bağlayan Netanyahu 7 Ekim fırsatının cazibesine kapılmışken; bir savaşı bitirip diğerine göz dikme adetleri olan Neo-Con’lar açısından ‘dayanılmaz cazibe’ bu manzarada gizli.

*Neo-Con: Neo-Conservative. Türkçesi; Yeni Muhafazakar. 1960’larda ABD’de ortaya çıkan siyasi bir hareket. Uluslarası ilişkilerde tek taraflı askeri müdahaleciliği savunur. 

Görüş

Orta Asya stratejisi ısınıyor: AB liderlik arıyor, Çin kazan-kazan işbirliğini savunuyor

Yayınlanma

Ma Jinting, Şanghay Üniversitesi Türkiye Araştırmaları Merkezinde Araştırma Görevlisi

İlk AB-Orta Asya Zirvesi 3-4 Nisan 2025 tarihlerinde Özbekistan’ın Semerkant şehrinde düzenlendi. Zirve, AB ile beş Orta Asya ülkesi (Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Özbekistan) arasındaki diyalog mekanizması olan “5+1” formatında organize edildi.

Zirve, AB-Orta Asya ilişkilerinde bir dönüm noktası niteliğinde olup, AB ile Orta Asya ülkeleri arasındaki işbirliğini daha da derinleştiriyor ve daha derin bir stratejik ortaklığa işaret ediyor. Zirvenin temaları ekonomik işbirliği ve yatırım, jeopolitik ve güvenlik işbirliği, iklim değişikliği ve bölgesel enerji işbirliği, sürdürülebilir kalkınma için işbirliği ile beşeri etkileşimler ve tıbbi işbirliği konularına odaklandı. Bu aynı zamanda Orta Asyalı liderlerin Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen ve Avrupa Konseyi Başkanı António Costa ile ilk kez bir araya geldiği toplantı oldu.

Şüphesiz, zirvenin hem ölçeği hem de sonucu, AB’nin Orta Asya’ya verdiği önemi ve Orta Asya’nın AB ile işbirliği yapma kararlılığını gösteriyor. Bir yandan AB, “Küresel Geçit” programına yatırım yapmayı önerirken, diğer yandan Orta Asya önemli konularda AB’nin yanında yer aldı. Zirveden sonra kaydedilen somut ilerleme henüz bilinmemekle birlikte, AB’nin karmaşık uluslararası durumda AB’nin etkisini artırmak amacıyla kurumsallaşmış işbirliği yoluyla Orta Asya’da daha sürdürülebilir bir düzen gerçekleştirmeye çalıştığı görülüyor.

Semerkant Bildirisi: AB-Orta Asya ilişkilerinde yeni bir aşama

Küreselleşme ve çok kutupluluk manzarasındaki derin değişimler altında, AB ile Orta Asya arasındaki işbirliği ilişkilerinin derinleşmesi kaçınılmaz bir eğilim. António Costa, zirveden önce AB Konseyi’ne yaptığı resmi açıklamada, “Düzensizlik ve bölünmüşlük içinde bir dünyada yaşıyoruz, AB için uygulanabilir bir çözüm, güçlü bir ortaklık kurmak ve böylece AB için refah ve kalkınmayı teşvik etmektir,” dedi.

Günümüzde, tek taraflılık ve jeopolitik çatışmaların yaşandığı bir ortamda, çok taraflılığa dayalı uluslararası işbirliği mekanizması giderek daha fazla önem kazanıyor. Çok taraflılık, ulusötesi sorunların kurumsallaşmış uluslararası işbirliği, diyalog mekanizmaları ve kural sistemleri aracılığıyla çözülmesini vurgulayarak AB’nin uluslararası konulardaki etkisini artırıyor. Bu nedenle AB, “5+1” konferans formatı aracılığıyla kurumsallaşmış ve açık bir platform oluşturmada öncü rol üstlendi. Orta Asya ülkeleri açısından bakıldığında, çok taraflılık kavramına dayanarak diyalog platformuna aktif katılımları, büyük güçlere dayanmadan stratejik özerkliklerini artırabilir ve ulusal çıkarlarını maksimize edebilir.

Zirveden önce, AB’nin Orta Asya politikası için nispeten istikrarlı bir çerçeve zaten oluşturulmuştu. Siyasi ve diplomatik alanlarda AB ve Orta Asya ülkeleri, Üst Düzey Yetkililer Diyalog mekanizması aracılığıyla güvenlik ve terörle mücadele gibi sınır ötesi yönetişim konularını ele alıyor. Ekonomi ve ticaret alanında AB, enerji konularına odaklanıyor ve karşılıklılık yoluyla uzun vadeli ekonomik işbirliği sağlıyor. Örneğin, AB, Kazakistan’ın ana ekonomik ve ticari ortağı olup, AB yatırımları 2024 itibarıyla ülkenin yabancı yatırımlarının yüzde 40’ından fazlasını oluşturuyor. Buna karşılık Kazakistan, AB’den çok çeşitli sanayi ve tüketim malları ithal ediyor. İnsandan insana temaslar alanında AB, Küresel Geçit Programı aracılığıyla Orta Asya ülkelerine eğitim, sağlık, hukuk ve demokrasi inşası konularında yardım sağlıyor. Aynı zamanda AB, üniversitelerde çeşitli fırsatlar sunuyor ve akademik kurumlar arasında bilgi paylaşımını teşvik ediyor.

Önceki işbirliği temelinde, hem AB hem de Orta Asya ülkeleri zirvede ortak bir bildiri, ilk Avrupa Birliği-Orta Asya zirvesinin ardından ortak bildiri (aynı zamanda “Semerkant Bildirisi” olarak da anılır) yayımladılar. Semerkant Bildirisi altı ana unsuru içeriyor: Birincisi, AB ile Orta Asya arasındaki stratejik ortaklığın tanımlanması; ikincisi, “Gelişmiş Ortaklık ve İşbirliği Anlaşmaları”nın (GOİA) ilerletilmesi; üçüncüsü, “Küresel Geçit” programının çeşitli alanlarda uygulanmasının teşvik edilmesi. Üçüncüsü, AB’nin 12 milyar avro yatırım yapacağını belirttiği “Küresel Geçit” programının çeşitli alanlarda uygulanmasının teşvik edilmesi; dördüncüsü, orta koridorların inşasının desteklenmesi; beşincisi, terörle mücadele ve sınır güvenliğinde güvenlik işbirliğinin güçlendirilmesi; altıncısı, iklim değişikliği ve su kaynakları yönetimi gibi uluslararası sorunların ortaklaşa ele alınması. Kısacası zirve, mevcut işbirliği mekanizmaları temelinde ilişkinin siyasi ve ekonomik yönlerini yükselterek AB’nin Orta Asya’ya yönelik stratejik yöneliminin bir üst seviyeye çıktığını gösterdi. Semerkant Bildirisi, artan küresel belirsizlik karşısında AB ve Orta Asya’nın işbirliğini derinleştirme isteğini ortaya koyuyor ve AB’nin Orta Asya’da kurumsallaşmış bir işbirliği sistemi kurma girişimlerini vurguluyor.

Büyük güç rekabetinde Orta Asya: AB’nin angajman mantığı ve zorlukları

AB’nin Orta Asya’ya yönelik değerlendirmesi üç ana noktadan oluşuyor. Birincisi, Orta Asya, Asya ve Avrupa kıtalarının iç kesimlerinde yer almakta olup Asya ve Avrupa’nın kara ulaşım merkezi, bu nedenle Orta Asya büyük güçler tarafından “stratejik bir mihenk taşı” olarak da kabul ediliyor. Geleneksel olarak Orta Asya uzun süredir Rusya’nın etki alanında olmuş ve Rusya, ittifaklar yoluyla Orta Asya’daki etkisini sürdürdü. Örneğin, Rusya liderliğindeki askeri ittifak olan Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü (KGAÖ) ve ekonomik kalkınmaya odaklanan Avrasya Ekonomik Birliği (AEB). Ukrayna krizinden bu yana AB, Rusya’nın Orta Asya’daki etkisini zayıflatmak amacıyla bölgedeki stratejik yapılanmasını hazırlandırdı. Amerika Birleşik Devletleri ise Orta Asya’yı bölgesel istikrarı korumak, terörle mücadele etmek ve büyük güçleri kontrol altında tutmak için bir dayanak noktası olarak görüyor. ABD askerlerinin Afganistan’dan çekilmesinden bu yana ABD, Orta Asya’nın “geçiş bölgesi” rolünü vurgulamaya başladı. Bu arada, Küresel Geçit Programı, Çin’in Orta Asya’daki etkisini sınırlamak amacıyla Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi’ni dengelemeyi amaçlıyor. Küresel Geçit Programı, AB’nin “Asya-Avrupa Koridoru”nu inşa etmek için altyapı ve dijital bağlantı alanlarında alternatifler sunuyor.

İkincisi, bol enerji kaynakları Orta Asya’yı uluslararası toplumda oldukça bağımlı kılıyor. Orta Asya, petrol, doğalgaz ve nadir metal kaynakları açısından dünyanın zengin bölgelerinden biri. Özellikle Kazakistan ve Türkmenistan, güçlü enerji ihracat kapasitelerine sahip olup bu da onları dış güçler için son derece cazip hâle getiriyor. AB-Orta Asya Zirvesi, enerji ve ulaştırma alanlarında iki tarafın birbirini tamamlayıcılığını artırmak için bir “orta koridor” inşasını daha da planlayacaktır.

Son olarak, Orta Asya geniş bir nüfusa ve geniş bir pazara sahiptir. Avrupa ile Orta Asya arasında sık ticaret olmasına rağmen, bu ticaret esas olarak doğal kaynaklar üzerinde yoğunlaşıyor. Orta Asya’nın önemli ticaret ortakları olan Çin ve Rusya, uzun süredir Orta Asya ülkelerinin dış ticaret yapısına hakim durumda. AB, kurumsallaşmış bir platform yardımıyla Orta Asya pazarındaki payını genişletmeyi umuyor. Ancak, son yıllarda Orta Asya ülkelerinin stratejik özerkliği güçlendi ve AB’nin vizyonunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceği hâlâ belirsiz.

Sonuç olarak AB, bu zirve aracılığıyla Orta Asya’daki etkisini ve cazibesini daha da genişletmek istiyor, fakat resmi politikalar ile sahadaki gerçekler arasında büyük bir uçurum olabilir. Siyasi-güvenlik açısından bakıldığında, Orta Asya, Rusya ile bir askeri savunma sistemi inşa edilmesi yoluyla halihazırda nispeten derin bir güvenlik bağına sahip. Aynı zamanda Orta Asya, Türkiye ve NATO ile yakın temas hâlinde. Siyasi ve güvenlik perspektifinden AB’nin etkisi sınırlı. AB, Orta Asya ülkelerini ancak uluslararası güncel sorunlara katılım yoluyla çekebilir. İktisadi ve ticari açıdan bakıldığında, AB’nin Orta Asya’da belirli bir etkisi var, ancak genel ekonomik ilişkilerde hâlâ Çin’in gerisinde Örneğin, Kazakistan İstatistik Kurumu tarafından yayımlanan rapora göre, 2024 itibarıyla Çin, Kazakistan’ın en büyük ticaret ortağı. Uluslararası alanda ise AB, hukukun üstünlüğü ve sürdürülebilir kalkınma gibi değerleri vurguluyor, ancak Orta Asya ülkeleri arasındaki farklılıklar nedeniyle bu değerlerin kabulü değişiklik gösteriyor. Sonuç olarak, AB’nin Orta Asya’daki genel etkisi sınırlı ve Orta Asya meselelerinde “dış lider” konumunda değil, bunun yerine etkisini belirli uluslararası konular aracılığıyla yayıyor.

Çin: Çatışma yerine işbirliği arayışı

Çin, çok taraflı ilişkilere karşı sürekli olarak çoğulcu ve açık fikirli bir tutum sergiledi. Çin, çok taraflılık ilkelerini benimsiyor, uluslararası ilişkiler normlarına bağlı kalıyor ve Birleşmiş Milletler Şartı’nın amaç ve ilkelerine riayet ediyor.

Çin, Küresel Kalkınma, Güvenlik ve Medeniyet Girişimi bağlamında somut eylemlerle çok taraflı diplomatik ilişkileri sürdürme konusunda aktif rol aldı. Her bölgenin kalkınma durumuna ve medeniyet çeşitliliğine saygı duyan Çin, uluslararası toplumda barış, istikrar ve kalkınmayı teşvik etmek için Orta Asya, AB ve diğer aktörlerle birlikte çalışmayı umuyor.

Çin açısından bakıldığında, Çin hiçbir zaman AB’yi stratejik bir rakip olarak görmedi ve uluslararası konularda işbirliği yapmayı dört gözle bekliyor. Orta Asya’da bazı küçük ve orta ölçekli ülkelerin dış politikası, kalkınma için alan aramalarına olanak tanıyan dengeli diplomasi modelini izliyor. Orta Asya’nın AB ile aktif işbirliği, sadece büyük güçlere aşırı bağımlılığını azaltmakla kalmaz, aynı zamanda bölgenin istikrarlı kalkınmasını da teşvik edebilir.

Aslında, Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi açık ve kapsayıcı bir kalkınma platformu ve Çin, uluslararası toplumun sürdürülebilir kalkınmasını ortaklaşa teşvik etmek için diğer aktörlerle işbirliği yollarını keşfetmeye istekli. Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi Dış İlişkiler Bakanı Liyu Ciençao, Kazakistan Parlamentosu Üst Kanadı Genç Uzmanlar Kulübü’nde yaptığı konuşmada şöyle demişti: “Orta Asya, Asya ve Avrupa’nın merkezinde yer almakta olup özel ve önemli bir coğrafi konuma ve geniş kalkınma beklentilerine sahip. Çin ve Orta Asya ülkeleri, ortak kalkınma arayan, barışı paylaşan ve birlikte ilerleyen dünya haritasında bölgesel işbirliği modeli şekillendirerek Çin-Orta Asya kader birliği inşasını teşvik etmişlerdir.”

Son yıllarda, özel jeopolitik ortama bağlı olarak Orta Asya ülkelerinin kendi aralarındaki işbirliği kayda değer ölçüde arttı. 2018’den itibaren beş Orta Asya ülkesinin liderleri, zirveler düzenleyerek bölgesel kimliği ve işbirliği mekanizmalarını güçlendiriyor. AB-Orta Asya Zirvesi’nin düzenlenme formatı da bölgesel uzlaşıya dayalı çok taraflı bir işbirliği. Orta Asya ülkeleri sadece AB ile sık temas hâlinde olmakla kalmayıp, aynı zamanda “Orta Asya-Çin” ve “Orta Asya-ABD” C5+1 diyaloglarına katılarak uluslararası meselelerde aktif rol alıyorlar. Bu istekleri, uluslararası meselelerde harekete geçme yeteneklerini gösterdi.

Orta Asya’da enerji gelişimi ve bölgesel istikrar kritik konular hâline geldi. Ulusal kalkınma ile büyük güçler arasındaki ilişkiyi nasıl yönetecekleri ve önemli konularda taraf tutmak ile stratejik özerklik arasında dengeyi nasıl koruyacakları, Orta Asya ülkelerinin ele alması gereken meseleler.

Okumaya Devam Et

Görüş

İspanya’dan Türkiye’ye bakmak

Avatar photo

Yayınlanma

Yazar

12-17 Mayıs 2025 tarihlerinde Avrupa Birliği’nin hayata geçirdiği ve başarıyla uyguladığı Erasmus+ programı akademik hareketliliği bursuyla İstanbul Kent Üniversitesi ile anlaşması olan İspanya’nın Murcia şehrindeki UCAM Katolik Üniversitesi’nde (Universidad Católica San Antonio de Murcia) bulunma, burada bazı dersler verme ve akademik çalışmalara katılma, üniversite görevlileriyle temaslarda bulunma ve İspanya’yı gezme fırsatı yakaladım. Bu vesileyle Murcia dışında Madrid, Granada ve Alicante gibi bazı şehirleri de gezerek İspanya’yı daha yakından tanımaya ve insanları gözlemlemeye çalıştım. Öncelikle İspanya’nın gerçekten Türkiye’ye benzer şekilde çok güzel ve gelişmiş bir ülke olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Ayrıca bazı din ve kültür farklılıklarına karşın, İspanyolların yaşam tarzlarının özellikle bizim Akdeniz ve Ege bölgelerimizdeki vatandaşlarımızın yaşam biçimlerine çok benzer olduğunu da fark ettim. Yani aslında siyasal sorunları aşabilirsek, Türkiye’nin Avrupa ile toplumsal olarak bütünleşmesi ve Birliğe gelecekte tam üye olması bence kesinlikle gerçekçi ve makul bir hedef. Bu yazıda, İspanya gözlem ve deneyimlerimi Türkiye’de devam eden siyasi süreçlerle paralel şekilde değerlendirmeye çalışarak, sizler için halen İstanbul’a dönüş yolundayken özgün bir yazı kaleme almayı deneyeceğim.

Öncelikle akademik faaliyetlerimizi değerlendireyim. AB üyesi olduktan sonra hızlı bir şekilde gelişen İspanya, bugün birçok Afrika, Ortadoğu, Latin Amerika, Avrupa ve hatta Asya ülkelerinden çok sayıda öğrenciyi kendisine çekebilen önemli bir yükseköğretim cazibe merkezi olmuş durumda. Times Higher Education raporlarına göre, dünyanın en gelişmiş 1.000 üniversitesinden 35’i İspanya’da bulunuyor. Bu rakamın eğitim alanında gayet iyi durumda bir ülke olan Türkiye için henüz 11 olduğunu düşünürsek, İspanya’nın eğitimde epey başarılı bir ülke olduğunu varsayabiliriz. UCAM da bu paralelde çok sayıda yabancı öğrenciyi bünyesine katmış ve Katolik dünyası ile sahip olduğu güçlü bağların üzerine bir de modern ve sportif bir üniversite imajı oluşturarak İspanya’nın elit üniversiteleri arasına adını yazdırmış durumda. Öyle ki, halen 15.000 civarında öğrencisi olan ve büyümeye devam eden kurum, spor bursları ile İspanya milli ve olimpiyat takımlarına çok sayıda sporcu yetiştirmesiyle biliniyor ve takdir topluyor. UCAM’da Türk ve Kıbrıslı Türk öğrencilerle de karşılaştım. İlerleyen yıllarda eminim Erasmus ve yurtdışı eğitim olanakları ile bu sayı daha da artacaktır.

Benim UCAM’da salı ve çarşamba günleri iki uzun dersim vardı. Bu derslere daha ziyade 10 civarında uluslararası öğrenci katıldı ve İspanyol öğrencilerle etkileşimde bulunma ve ders yapma olanağımız maalesef olmadı. Anlaşmalı olduğumuz programın daha ziyade uluslararası öğrencileri kabul etmesi ve üniversitede yoğun aktivitelerin düzenlendiği bir haftada olmamız sebebiyle bu şekilde daha az katılımlı ama benim açımdan oldukça başarılı geçen iki ders oldu. İlk derste Birleşmiş Milletler sistemini ve güncel sorunları, ikinci derste ise Türkiye-İspanya ilişkilerini anlattım. Özellikle ikinci gün dersine iyi hazırlanmıştım ve şansım da yaver gidince derse paralel olarak Türkiye-İspanya ilişkilerine dair üst üste iyi haberler gelmeye başladı. İlk olarak İspanya’nın önde gelen hava yolu şirketlerinden Air Europa’nın İGA İstanbul Havalimanı uçuşlarına başladığı haberi geldi. Daha sonra ise Türkiye’nin ilk milli jet eğitim ve hafif taarruz uçağı HÜRJET için TUSAŞ ile İspanya Savunma Bakanlığı arasında mutabakat anlaşmasının imzalandığı duyuruldu. Bunlara bir de UCAM’ın Dekan ve Rektör Yardımcısı ile yaptığımız ön görüşmelerde ortak bir yüksek lisans programının açılması projesi eklenince, bir anda mutluluğum daha da arttı. Derslerde ve üniversitedeki faaliyetlerde bana destek olan değerli akademisyen ve idareci dostlarımıza buradan sevgilerimi gönderiyorum. Kendilerini İstanbul’da “krallar” gibi ağırlamaya hazırız. Ayrıca umuyorum iki üniversitenin ortak bir program açması ve karşılıklı seçmeli dil derslerinin müfredata eklenmesiyle iki ülke ve toplum arasındaki bağlar ilerleyen dönemde daha da kuvvetlenecektir. İspanya’nın özellikle İspanyolca bağlamında ve AB ile ortak şekilde ileride Latin Amerika başta olmak üzere birçok farklı coğrafyada etkin önemli bir dünya gücü olacağına ve merkezi devlet statüsünü güçlendirerek devam ettireceğine de samimiyetle inanıyorum. İspanya Başbakanı Pedro Sanchez’i de Türkiye’ye dostane yaklaşımları ve İslam dinine saygısı nedeniyle kutluyorum.

Sert siyasi konulara girmeden biraz da turistik işlere bakalım… Turizm konusunda bizim gibi gayet endüstrileşmiş ve gelişmiş bir ülke olan İspanya’da Murcia, Granada ve Alicante’de bulunduğum günlerde gerçekten çok keyifli ve öğretici anlar geçirdim. Granada’daki El Hamra Sarayı (Elhambra), gerçekten de bir dönem İspanya’da Büyükelçilik yapan usta yazarımız Yahya Kemal Beyatlı’nın “Dünyanın hiçbir yerinde Allah adını bu kadar çok zikreden sütun, kemer, kubbe, tavan, kapı ve duvara sahip başka bir saray bulmak mümkün değildir.” dediği kadar görkemli ve kutsal bir yapı. Öyle ki, Sarayı gezmek için alınan randevular bir ay öncesinden tükeniyor ve dünyanın dört bir yanından her gün binlerce turist El Hamra’ya akın ediyormuş. Arapça “kırmızı” anlamına gelen El Hamra’nın hikâyesi ise dünya tarihine İspanya’nın bir dönem nasıl yön verdiğini gösteriyor. Nitekim Katoliklerin burayı Nasrilerden fethi sonrasında Yahudilerin İspanya’dan sürülmeleri ve Kristof Kolomb’un Kilise’yi kendisine sponsor yapması sayesinde -ki biliyorsunuz aynı yıl içinde Hindistan’ı ararken Amerika’yı keşfedecektir- dünya tarihi o andan itibaren çok farklı bir yönde ilerledi. Bugün ise, El Hamra, Türkiye (Erdoğan) ve İspanya (Zapatero) hükümetlerinin başlattığı ve Birleşmiş Milletler’in sahiplendiği “Medeniyetler İttifakı” projesine benzer şekilde üç semavi dinin dostluğunu sembolize ediyor. Fakat ne kadar acıdır ki, 2000’lerin başında ABD’de baş gösteren ve Irak işgali nedeniyle İslam ve Hıristiyan dünyasını karşı karşıya getiren fanatik yaklaşımlar bugün de İsrail’e hâkim olmuş ve Yahudileri Müslüman toplumlarla karşı karşıya getiriyor. Bu konuda İspanya, İrlanda, Norveç ve Fransa gibi Hıristiyan nüfusu yoğun ülkelerin çabaları ise takdire şayan. Türkiye ise bu konuda zaten taraf durumda ve Filistin’in tanınmasını ve “iki devletli çözüm”ü savunuyor.

Ülkemizde az bilinen Alicante şehrinin de çok güzel bir turizm merkezi olduğunu belirtmek isterim. Keza Murcia da özellikle öğrenciler için harika bir seçenek. İspanya şehirlerinin uçak, tramvay, hızlı tren ve otobüs gibi gelişmiş ulaşım imkânları ile birbirlerine ve diğer ülkelere kolay erişilebilir durumda olması da bu açıdan büyük avantaj. Kabul edelim ki, bu konuda Türkiye de son yıllarda muazzam atılımlar yaptı ve özellikle havayolu trafiği anlamında gerçekten dünya çapında bir “hub” olmayı başardı. Elbette önemli bir fark, bizde nüfusun birkaç büyük şehirde toplanması nedeniyle muazzam kalabalık şehirlerimizde ulaşım şartlarının tüm atılımlara rağmen yetersiz kalabilmesi. Avrupa devletleri ise, AB’nin sponsorluğunda bölgesel eşitsizlikleri giderme mantığı ile hareket ederek, daha küçük ve rahat yaşanabilir, ulaşım imkânları kolay şehirler oluşturuyor. Bu nedenle İspanya’da başkent Madrid ve kısmen Barcelona dışında trafik sorunu o kadar da mühim bir mesele değil. Ayrıca şehirlerde yeşil alanların sıklığı ve yerlerin temizliği gibi konularda Avrupa standartlarının biraz gerisinde kaldığımızı gözlemledim. Ama inanın Türkiye’nin Avrupalı kimliği çok güçlü ve benzerliklerimiz farklılıklara kıyasla çok daha yoğun. Diyebilirim ki, karşılıklı pozitif bir ortam oluşsa, 5 yıl içerisinde, Türkiye, AB tam üyeliğine rahatlıkla hazır hale gelebilir.

İşte bu bağlamda, MHP Genel Başkanı Sayın Dr. Devlet Bahçeli’nin büyük bir cesaretle başlattığı ve Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın da yürekten sahiplendiği “açılım süreci” veya “barış süreci”nin demokratikleşme öncesinde en kritik dönemeç olacağını düşünüyorum/umuyorum. Maalesef 2000’lerde AB üyeliği yolunda demokratikleşme adımlarını atarken ordu-sivil ilişkilerindeki geleneksel dengeleri bir anda bozan ve kültürel kodlarımıza fazla gelen aşırı sivilleşme mantığı yerine, günümüzde sivillerin üstünlüğünü garanti altına almak ve 15 Temmuz benzeri girişimleri önlemek adına Cumhurbaşkanı’nın tek yetkili haline geldiği aşırı merkezi bir sisteme geçmek durumunda kaldık. Ama sivil siyasetin üstünlüğünün iyice oturması, darbeci geleneğin/kültürün tamamen sonlandırılması ve son aşama olarak da PKK terörü ile Kürt sorununun bitirilmesi/çözülmesi ile, eminim ki Türkiye’de daha demokratik bir dönemin başlaması yakında mümkün olabilecek. Elbette bunun olabilmesi için bu sürecin başarıyla ve -İspanya’nın Zapatero döneminde başardığı şekilde- sonuna kadar götürülmesi gerekiyor. Bu minvalde muhalefet partilerine de büyük ve tarihi bir sorumluluk düştüğünü belirtmem gerekir.

Fakat kendi içerinde çok sayıda özerk bölge olan İspanya örneğinden yola çıkarak ülkemizdeki siyasal sistemde köklü ve büyük idari değişiklikler mi gerekiyor derseniz, buna yanıtım “hayır” olur. Zira Ortaçağ’dan başlayarak feodalizm etkisinde dağınık/gevşek olarak bütünleşen Avrupa devletlerinin birçoğundan farklı olarak, Türkiye, Fransız tipi merkezi yönetim geleneğini ve Bonapartist yönetim felsefesini benimsemiş merkezi özellikleri baskın bir devlettir. Hatta günümüz standartlarında merkezi bir devlet olmayan Osmanlı İmparatorluğu bile o dönem Avrupalı feodal devletlerden kendisini net şekilde ayıran tımar sistemine dayalı yönetim modeliyle öne çıkmıştır. Bu bağlamda günümüzde Kürt nüfusun ihtiyaç duyduğu şeyler, benim gözlemlediğim kadarıyla, özerklik veya federalizm değil, üniter devlet yapısı içerisinde demokratik belediyelerin işlerlik kazanması, T.C. vatandaşı olan Kürt halkının kendi yöneticilerini özgürce seçerek güneydoğudaki şehirlerini imar etmesi, Kürt kimliğinin devlet nezdinde ikincil veya alt kimlik olarak tanınması ve bu yönde bazı kültürel açılımların (Fransa’daki ELCO sistemine benzer şekilde anadilde ikincil eğitim) yapılmasıdır. Bunların yapılması gayet mümkün ve olasıdır ki, zaten hiçbir şekilde Türkiye’den kopmak istemeyen Kürtler bölünmeme konusunda en büyük garantimiz durumundadır.

Bu konularda Cumhuriyet Halk Partisi’nin ilerici konumunu koruması ve derinleştirmesi, İYİ Parti ve Zafer Partisi gibi partilerin de MHP’nin ve çağın gerisinde kalmamak adına yapıcı davranmaları gerekmektedir. Tesadüfe bakın ki, mülteci düşmanlığının ABD’de Donald Trump -ki ABD’de suç olgusu nedeniyle bunun haklı bazı gerekçeleri de var-, Hollanda’da Geert Wilders, Almanya’da ana muhalefet partisi AfD ve ülkemizde Ümit Özdağ ile gündeme gelen sığınmacı karşıtlığı konusuna da İspanya’dan güzel bir cevap verildi. 18 yaşındaki fakir bir aileden gelen Fas kökenli sevimli bir İspanyol çocuk (Lamine Yamal), göçün doğru yönetilirse nasıl faydalı olacağını ispatlarcasına, önceki gün -2024’te İspanya milli takımını Avrupa Şampiyonu yapmasının ardından- takımı Barcelona’yı da İspanya “La Liga” şampiyonu yaptı. Bugün spor gazetelerinde Yamal’ı manşetlerde görünce bir kez daha anladım; biz ülkemize savaş ve terörizm riskleri nedeniyle haklı ve yasal olarak gelmiş insanları (özellikle Suriyeliler) kovalamak için harcadığımız zamanı onları yetiştirip ülkemize faydalı Türk vatandaşları yapmak için harcasak, belki şimdi kendi Lamine Yamal’larımız olacaktı. Ama Türklüğü bir kültür ve hukuki statü yerine ırk temelinde görenler için, elbette Kürt de, Suriyeli de, Afgan da kalitelerine bakılmaksızın halen potansiyel tehdit gibi algılanıyor.

İspanya’dan Türkiye’ye bakınca aklıma gelenler şimdilik bunlar. İlerleyen günlerde zamanım olursa bunları akademik düzleme oturtarak daha da somut şekilde ifade edeceğim. İspanya’daki son gecemde büyük Türkiye’ye sevgiler…

Okumaya Devam Et

Görüş

Trump’ın Orta Doğu’daki ‘hasat turu’ dolu dolu sona erdi

Avatar photo

Yayınlanma

Yazar

Orta Doğu saatiyle 16 Mayıs’ta, ABD Başkanı Trump Orta Doğu’daki üç Arap ülkesine yaptığı dört günlük resmi ziyaretini tamamladı. Bu, Trump’ın Beyaz Saray’a yeniden dönmesinden sonra gerçekleştirdiği ilk devlet ziyareti olup, Orta Doğu’nun ticari ve jeopolitik önemine verdiği değerin bir devamı niteliğindeydi. Her ne kadar Trump, ABD’nin bölgedeki bir numaralı müttefiki olan İsrail’i bu ziyarette “beklenmedik şekilde” es geçse de, “hasat turu” olarak görülen bu üç ülkelik gezi oldukça verimli geçti. Silah satışı, yatırım çekme, politika açıklama ya da düşman ve stratejik rakip “hasadı” açısından son derece parlak sonuçlar elde edildi. Trump’ın devasa “para çekme” başarısı bile tek başına ABD’nin askeri hegemon konumunu sağlamlaştırdığını, jeopolitik etki gücünü sürdürdüğünü ve diğer büyük güçlerin kısa vadede erişemeyeceği bir mali cazibe etkisine sahip olduğunu gösteriyor. Kısacası, ABD hâlâ Orta Doğu üzerinde güçlü biçimlendirme gücüne sahip tek dış güç.

13 Mayıs’ta başlayan Trump’ın Orta Doğu turu, Suudi Arabistan’dan başlayıp, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri ile sona erdi. Bu süreç, onun “güç diplomasisi” ve “ticaret diplomasisi” özelliklerini ön plana çıkardı. Söz konusu üç ülke Arap dünyasının en zengin ülkeleri olup, ulusal güvenlik açısından ABD’ye oldukça bağımlı. Trump’ın bu gezide büyük miktarda “para çekeceği” herkesçe bekleniyordu, ancak sonuçlar yine de şaşırtıcıydı.

Suudi Arabistan gibi “zengin ama zayıf” Körfez monarşilerinin ABD’ye büyük paralar ödeyerek güvenlik ve statü “satın alma” politikasını sürdürmesini sağlamak adına, Trump Beyaz Saray’a döner dönmez ilk dış ziyaretinin “ilk gecesini” Riyad’a vereceğini yüksek sesle duyurdu. Dahası, ABD-Rusya arasında ilk üst düzey görüşmenin ev sahipliğini yapması için Suudi Arabistan’ı özellikle seçti, bu ülkeye büyük prestij verdi. Hatta “Basra Körfezi”nin adını “Arap Körfezi” olarak değiştirmeyi bile önerdi — hazırlıklarını ve siyasi jestlerini eksiksiz yaptı.

Sekiz yıl önce Trump, Körfez’e ilk ziyaretinde Suudi Arabistan’dan 115 milyar dolardan fazla silah satışı elde etmiş, Riyad’dan 10 yıl içinde ABD’ye 400 milyar dolarlık yatırım taahhüdü almış, Katar ile de 40 milyar dolarlık silah anlaşması imzalamıştı. Bu ziyarette, Trump daha önce Beyaz Saray’da doğrudan yüzüne çıkıştığı Suudi Veliaht Prensi ve Başbakanı Muhammed bin Selman’a karşı önceki kibirli tutumunu tamamen bıraktı. 13 Mayıs’ta düzenlenen “Suudi-Amerikan Yatırım Forumu 2025”te adeta eğilerek, ev sahibi gence övgüler yağdırdı, onun “ne kadar büyük” ve “ne kadar bilge” olduğunu defalarca dile getirdi. Bu tutumu, genç liderin yüzünde tebessüm, coşkulu alkışlar ve ayakta teşekkür ile karşılık buldu.

ABD-Suudi ilişkileri yeni bir balayı dönemine girmiş durumda, hatta bu ilişkiler 21. yüzyıldaki en yüksek seviyeye ulaşmış olabilir. Bu durumun temelinde ise çıkar alışverişi ve petro-dolarlar yatıyor. Trump’ın Riyad’a vardığı gün, ABD ve Suudi Arabistan 142 milyar dolarlık bir silah anlaşması imzaladı; bu, 10’dan fazla Amerikan savunma şirketini kapsayan beş ayrı savunma ekipmanı ve hizmetini içeriyor. Ayrıca Suudi Arabistan, ABD’ye 600 milyar dolarlık yatırım sözü verdi; stratejik ortaklığı derinleştirme, ekonomik refahı artırma ve önümüzdeki birkaç ay içinde toplam yatırımı 1 trilyon dolara çıkarma hedefiyle ortak çalışma sözü verildi. Bu, ABD-Suudi tarihinde imzalanmış en büyük silah ve yatırım anlaşmasıdır. Suudi yatırımları, ABD’nin enerji güvenliğini, savunma sanayisini, teknoloji üstünlüğünü ve küresel altyapı ile kritik maden kaynaklarına erişimini güçlendirecek.

Trump, Suudi Arabistan, BAE ve Katar gibi “dünyanın en zengin” Arap komşuları arasındaki hassas ilişkileri çok iyi biliyor. Suudi Arabistan ve BAE hem Arap Birliği’nin “yeni güç merkezleri” hem de kendi aralarında ekonomik ve siyasi rekabet içindeler. Katar ise daha önce bu iki ülkenin baskı ve dışlamasına uğramış, ancak serveti ve ABD’nin desteği sayesinde “yıkılamayan küçük Körfez gücü” unvanını kazanmıştı. Trump’ın bu üç ülkeyi birlikte ziyaret etme amacı, Suudi Arabistan’ı kaldıraç olarak kullanıp Katar ve BAE’yi sürece dâhil ederek “trilyon dolarlık hasat turu” hedefini gerçekleştirmekti.

Trump’ın ziyaretinden hemen önce, Katar kraliyet ailesi ABD yasalarını aşarak Pentagon aracılığıyla Trump’a 400 milyon dolar değerinde lüks bir Boeing 747-8 uçağı bağışladı. Bu uçak, 40 yılı aşkın süredir kullanılan “Air Force One”ın yerine geçecekti. Trump, 14 Mayıs’ta Doha’ya yaptığı ziyarette Katar Emiri Tamim ile görüşmesinde, ABD-Katar ilişkilerini “sadık bir dostluk” olarak niteledi ve iki tarafın birbirini “çok sevdiğini” söyledi. Aynı gün ABD ve Katar, toplam değeri 243,5 milyar doları aşan ekonomik iş birliği anlaşmaları imzaladı. Bunlar arasında Katar’ın 96 milyar dolar değerinde 210 adet Boeing uçağı satın alması da yer aldı — bu, Boeing tarihinin en büyük siparişi oldu. Katar ayrıca 3 milyar dolar değerinde MQ-9B insansız hava aracı ve anti-İHA sistemleri satın almayı da kabul etti.

2017’de Trump, Suudi Arabistan ve Katar’a ilk ziyaretini gerçekleştirdiğinde, önce Suudi Arabistan’ın Katar’ın “terörizmi finanse ettiği” yönündeki iddialarına destek verdi, ardından kısa sürede Katar’a “temize çıkma” yardımı yaptı. Bu fırsatçı yaklaşım — önce darbe, sonra yumuşatma — sayesinde, ABD’nin Körfez’deki en büyük hava üssüne ev sahipliği yapan Katar, ABD silahlarını çılgınca satın alarak güçlü bir koruma şemsiyesi kazandı ve sonunda Suudi Arabistan ile BAE’nin yoğun baskısından ve “kuşatmasından” kurtulmuş oldu.

Suudi Arabistan ve Katar’dan gelen devasa “hediye paketleri” zemininde, 15’inde Trump son durağı olarak BAE’yi ziyaret etti. Bu ziyarette ABD ile 200 milyar doları aşan iş birliği anlaşmaları imzalandı. Ayrıca 260 bin metrekare alana kurulu, 5 GW kapasiteli bir veri merkezi ortak girişimi de duyuruldu — bu merkez, 2.5 milyon Nvidia B2000 çipini çalıştırabilecek kapasitede olacak. Aslında, bu yıl Mart ayında BAE Ulusal Güvenlik Danışmanı Şeyh Bin Zayed’in ABD ziyareti sırasında, BAE’nin ABD’de 10 yıllık, toplam 1.4 trilyon dolarlık bir yatırım çerçevesi kurma sözü çoktan verilmişti. Yani, Trump Körfez turuna başlamadan önce bile BAE Beyaz Saray’a gönüllü olarak bol keseden hediye sunmuştu.

Trump’ın Körfez turu aynı zamanda bir politika duyuru gezisiydi. Suudi-Amerikan Yatırım Forumu’nda yaptığı bir saatlik doğaçlama konuşmada, Trump, önceki Amerikan hükümetlerinin Orta Doğu’ya müdahalelerini sahnevari bir şekilde kınadı; önceki başkanların Orta Doğu’da “inşa ettiğinden çok daha fazla ülke yıktığını” söyledi, “ABD’nin ebedi düşmanları yoktur” diyerek, “bugün en yakın dostlarımız, geçmişte savaştığımız ülkelerdi” ifadesini kullandı. Suudi Arabistan’ın kalkınma modelini örnek göstererek “kendi başına inşa etmenin” dış müdahaleye göre daha etkili olduğunu vurguladı. Analistler, para odaklı Trump’ın Amerikan değerlerini taşıyan müdahaleci diplomasi ve topyekûn güç politikalarını açıkça terk ettiğini, onun yerine “merkantilist” (ticaret merkezli) bir yaklaşımla Orta Doğu düzenini yeniden şekillendirmeyi hedeflediğini düşünüyor.

Dünya kamuoyunu asıl şaşırtan şey ise Trump’ın bu gezide sadık müttefiki İsrail’i “atlamasıydı.” Bu, ABD’nin büyük çıkarlarının İsrail’in küçük hesapları tarafından gölgelenmesini önlemek ve mevcut yönetimin Netanyahu’nun Gazze savaşındaki bataklığına daha fazla saplanmaması içindi. Daha önce Trump, İsrail’i fazla kayırdığı için Arap kamuoyundan tepki görmüştü. Ancak ABD-İsrail ilişkileri sarsılmaz olduğundan ve Trump’ın Netanyahu ile kişisel ilişkisi güçlü olduğundan, İsrail listede görünmese bile Trump içgüdüsel olarak “eski dostunu” unutmadı: Suudi Arabistan’a İsrail ile barış anlamına gelen “İbrahim Anlaşmaları”na katılması için çağrıda bulundu, Suriye ile İsrail arasında uzlaşma sağlanmasını teşvik etti ve ABD’nin Gazze’yi “alabileceği” yönündeki yanlış anlatısını sürdürdü.

Dünyayı esas sarsan ise, Trump’ın Riyad’da Suriye’nin yeni lideri Admed Şara ile ani ve kamuoyuna açık bir görüşme yapmasıydı. Bu görüşmede Trump, Şara’ya İsrail’le ilişkileri normalleştirme, ülkedeki “Filistinli teröristleri” sınır dışı etme ve kuzeydoğu Suriye’de cihatçıları hapsetmek için cezaevi kurma sorumluluğu üstlenme çağrısı yaptı. Görüşmeye Suudi Veliaht Prensi bizzat katıldı, Türkiye Cumhurbaşkanı da video bağlantısı ile iştirak etti — bu, 25 yıl sonra gerçekleşen ilk ABD-Suriye zirvesiydi. Dahası, Suudi ve Türk liderlerin çağrısıyla Trump, ABD’nin Suriye’ye uyguladığı onlarca yıllık ekonomik ve ticaret yaptırımlarını kaldırdığını açıkladı. Böylece Suriye’nin 46 yıllık uluslararası ve özellikle tek taraflı Amerikan yaptırımlarından kurtuluşu ilan edilmiş oldu.

Trump’ın Şara ile görüşmesi, “değerlerden arınmış diplomasi” ve “düşmanı dost yapma”nın tipik bir örneği sayılabilir. Zira Trump, Şara’nın geçmişte ABD tarafından uzun süre aranan “terörist” bir lider oluşunu ve Şam’daki yeni hükümetin hâlâ BM ve ABD’nin terör listesinde olan “Şam’ın Kurtuluşu” (HTŞ) örgütü tarafından yönetilmesini tamamen görmezden geldi. Hatta Suudi Arabistan’dan ayrılırken Trump, ABD medyasına bu eski “düşmanı” överek, onu “geçmişin sağlam savaşçısı, bugünün güneşli ve yakışıklı sert adamı” olarak niteledi. 16 Mayıs’ta, ABD Dışişleri Bakanı Rubio, Türkiye’nin Antalya kentinde Suriye Dışişleri Bakanı Şeybani ile görüştü ve ABD’nin İran’dan uzak, barışçıl ve istikrarlı bir Suriye inşa edilmesine yardım edeceğini açıkça ifade etti.

Aslında Trump’ın dış politikasına aşina gözlemciler buna şaşırmadı. 2020 yılının Mart ayında, başkanlığının son döneminde, Trump Afganistan savaşını hızla sona erdirmek için ABD’nin 20 yıldır desteklediği Kabil hükümetini bir anda terk etmiş, hiçbir devlet onuru ya da siyasi etik tanımadan, düşman Taliban’la ateşkes karşılığında çekilme anlaşması imzalamıştı. Bu da Afganistan’da “iki hükümetli” bir yapı oluşturmuş ve kısa sürede Taliban’ın yeniden iktidara gelmesine yol açmıştı. Trump, devlet ciddiyetini hiçe sayarak Taliban liderlerini Beyaz Saray’a davet etmeye çalışmış, buna karşı çıkan Ulusal Güvenlik Danışmanı Bolton’u da anında görevden almıştı.

Trump’ın bu son Orta Doğu diplomasi turundaki bir diğer önemli kazancı, “havuç ve sopa” yöntemiyle, “Direniş Ekseni”nin üç büyük gücü olan Yemen’deki Husiler, Filistin İslami Direniş Hareketi (Hamas) ve İran’ı önemli tavizler vermeye zorlaması oldu. Trump’ın ziyareti öncesinde, Ürdün’ün başkenti Amman aracılığıyla ABD ile Husiler arasında bir ateşkes anlaşması sağlandı. Husi güçleri, Kızıldeniz’den geçen gemilere saldırmama sözü verdi. Aynı zamanda Hamas, Trump’a bir “hoş geldin hediyesi” olarak son Amerikalı rehineyi serbest bıraktı — bu hareket, Trump yönetiminin İsrail’e tamamen tabi olmadığını takdir eden bir jest olarak da değerlendirildi. 15 Mayıs’ta Hamas’ın üst düzey yetkilisi Basem Naim medyaya, Hamas’ın ABD ile doğrudan müzakerelerde bulunduğunu ve Gazze çatışmasını sona erdirecek bir ateşkes anlaşması yapmaya çalıştıklarını söyledi… Kalıcı bir ateşkese ulaşılırsa, Hamas Gazze Şeridi’nin kontrolünü devredebilir.

Trump’ın ziyareti öncesinde, Amerikan temsilciler İran’la Umman’ın başkenti Maskat’ta dört tur görüşme gerçekleştirdi. Her iki taraf da bu görüşmelerde “yapıcı” ilerleme kaydedildiğini belirtti. Trump, Riyad’da bulunduğu sırada Tahran’a tekrar seslendi, İran liderlerini “yeni ve daha iyi bir yol” seçmeye ve Washington’la yeni bir nükleer anlaşma yapmaya çağırdı. Bu diplomatik çözüm fırsatının “sonsuza kadar sürmeyeceğini” vurguladı ve “İran liderliği bu zeytin dalını reddederse… başka seçeneğimiz kalmaz, İran’ın petrol ihracatını sıfıra indiririz” diyerek tehditte bulundu.

Belki önceki dört görüşme Trump’ın sınırlarını ve niyetini açık etti, belki Trump’ın ilk dönemindeki “aşırı baskı” kampanyasının acı hatıraları etkili oldu, belki de “Altıncı Orta Doğu Savaşı”nın stratejik fiyaskosu ya da Rusya’nın ABD-İran askeri çatışmasına karışmayacağını açıkça ilan etmesi etkiliydi. Belki de Trump’ın son dönemde Husiler ve Hamas’la kurduğu olumlu temaslar… Tüm bu sert gelişmeler, İran hükümetini Trump’ın yumuşak ve sert taktiklerini harmanladığı diplomatik saldırısına karşı hızlı ve net bir yanıt vermeye itti.

14 Mayıs’ta, İran’ın dini lideri Hamaney’in danışmanı Şemhani, NBC’ye verdiği demeçte İran’ın ekonomik yaptırımların kaldırılması karşılığında ABD ile bir anlaşma yapmaya hazır olduğunu söyledi. Şemhani, İran’ın asla nükleer silah üretmeyeceği sözünü vereceğini, yüksek oranda zenginleştirilmiş uranyum stokunu yok edeceğini, uranyum zenginleştirmeyi sadece sivil ihtiyaçlar için gerekli düşük düzeyde tutmayı kabul edeceğini ve bu sürecin uluslararası denetçilere açık olacağını ifade etti.

Gözlemciler, bunun İran’ın nükleer meselede şimdiye kadar sergilediği en hızlı ve en esnek taviz olduğunu düşünüyor. Daha önce İranlı müzakereciler sert bir tutum sergilese de, Trump’ın Körfez’deki “hasat turunun” bu denli başarılı geçmesi, ABD-Arap ilişkilerinin daha da güçlenmesi, ABD-Suriye ilişkilerindeki tarihi yön değişimi ve “Direniş Ekseni” üyelerinin kendi yollarına gitmesi Tahran’ı hızlıca diplomatik duruşunu ve nükleer kriz pozisyonunu değiştirmeye zorladı. 15 Mayıs’ta Trump, Doha’dan BAE’ye geçmeden önce yaptığı açıklamada, ABD ile İran’ın nükleer anlaşmaya varmaya “çok yaklaştığını” ve Tahran’ın “belirli ölçüde” şartları kabul ettiğini belirtti.

Kısacası, Trump bu Orta Doğu gezisinden çok önemli kazanımlarla döndü. Beklenmedik gelişmeler, onun güç temelli ve “anlaşma odaklı” diplomasisinin Orta Doğu jeopolitiğini dönüştürdüğünü ve şekillendirdiğini ortaya koydu. İç ve dış sorunlara rağmen, ABD’nin stratejik temeli hâlâ güçlü ve istikrarlı. Egemen varlık fonlarının büyük bölümünü zaten ABD pazarına yatırmış olan Körfez’in başlıca petrol üreten ülkeleri, gelecekteki servetlerini korumak, artırmak ve yüksek teknolojiye yönelmek için stratejik müttefik olarak yine ABD’ye güveniyor. Buna karşın, bu ülkelerin diğer büyük ekonomilere yaptığı yatırımlar yok denecek kadar az — “karabiber serpiştirmek” ya da “çiseleyen yağmur” gibi — bu da ABD’nin hâlâ sarsılamaz tek süper güç konumunu açıkça ortaya koyuyor.

Aynı zamanda, “Şii Hilali”nin giderek çökmesi, “Direniş Ekseni”nin dağılması, ABD’nin Arap ülkeleri ve Türkiye ile ilişkilerinin güçlenmesi, Arap ülkeleri ile İsrail arasında imzalanan “İbrahim Anlaşmaları”nın genişlemeye devam etmesi ve bu yıl ABD-İran ilişkilerinde büyük bir değişim ihtimalinin belirmesi, yepyeni bir Orta Doğu’nun şekillenmekte olduğunu gösteriyor.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English
OSZAR »