Bizi Takip Edin

Görüş

Sermaye ve iktidar

Avatar photo

Yayınlanma

Sermaye çıkışı 

Rusya Merkez Bankası verilerine göre haziran-ağustos döneminde ülke dışındaki hesaplara rekor seviyede nakit çıkarıldı: 1,47 trilyon ruble. Karşılaştırma için: 2021’in aynı döneminde (üçüncü çeyrek) ülke dışına akan para 57 milyar rubleydi, yani bu yılkinden 26 kat daha az. Başka bir karşılaştırma için: 2022 bütçe gelirleri 25,02 trilyon rubleydi. Demek ki bütün ülkenin bütçe gelirlerinin yüzde 6’sı kadar bir meblağ sadece üçüncü çeyrekte büyük burjuvazi tarafından ülke dışına çıkarıldı. Birinci çeyrekteki 543,4 ve ikinci çeyrekteki 550,7 milyar rubleyi de buna katalım; buna göre “yurtsever” büyük burjuvazi (üstelik de “sınırlamalara” rağmen) bütçe gelirlerinin yüzde 10’dan fazlası kadar bir tutarı üç çeyrekte kaçırmayı başarmış.

Üçüncü çeyrekten sonra da akış durmadı. Merkez Bankası aralık başında 1 Kasım itibariyle Rusya vatandaşlarının yurtdışı banka hesaplarında 4,19 trilyon ruble (o günkü kurla 66,65 milyar dolar) mevduatı olduğunu hesaplamıştı. 13 Şubat’ta yayınlanan MB verilerine göre ise Rusya vatandaşlarının yabancı bankalardaki varlıklarının toplamı 94,3 milyar doları (yaklaşık 7 trilyon ruble; 2022 bütçe gelirlerinin yüzde 30’una yakın) buldu. Bu, yıl boyunca yabancı bankalara yatırılan mevduatın üç kattan fazla arttığı anlamına geliyor. Muazzam bir sermaye çıkışı, üstelik buzdağının sadece su üzerinde kalan kısmı. İstatistikler, çıkışa doğrudan doğruya Merkez Bankası’nın izin verdiğini de açıkça gösteriyor. 2022 ocak ayında Rusya vatandaşlarının yabancı bankalardaki mevduatları 0,5 milyar dolardı; şubat ayında 4,3 milyara yükseldi. Bunun neredeyse tamamı 24-28 Şubat arasında gerçekleşti. Mart-mayıs arasında çıkış yavaşladı çünkü Merkez Bankası döviz işlemlerine sert kısıtlamalar getirmişti. Banka bu kısıtlamaları gevşetir gevşetmez akış şiddetlendi ve yılın ikinci yarısında 48,9 milyar doları, yani yıllık toplamın yüzde 77’sini buldu. Bu bile epey mütevazı bir tahmin olmalı, zira paraların en çok yattığı ülkelerden yaptırımlar sonrası bilgi alması mümkün değil.

Dahası, sermaye çıkışı sadece yabancı bankalarda döviz hesaplarına yatan bu 70-100 milyar dolardan ibaret değil. Merkez Bankası daha temmuz ayında 2022’de toplam sermaye çıkışının 243 milyar dolar olacağını tahmin etmişti. Bu, bir rekordur; son 10 yıldır buna en çok yaklaşan değer 2014’te (Kırım yaptırımları) 152 milyar dolardı. 2012-2021 döneminde toplam sermaye çıkışı 576,5 milyar dolardır. Buna göre sadece geçtiğimiz yıl, kendisini önceleyen 10 yılda kaçan miktarın yarısı kadar sermaye ülke dışına kaçtı.

Elbette, Rusya’daki varlıklarını satan yabancı şirketlerin çıkardığı sermaye veya aynı şekilde, Rusyalı şirketlerin yabancı ülkelerde aldığı tahviller de bu tutara dahil. Yani sermaye kaçırma işi çuvallara veya başka yerlere doldurup sırtlanarak yapılmaz çoğunlukla. Ama offshore şirketlerine kayan muazzam servetler de dahil ve bu, aşağı yukarı çuvala doldurup kaçırmak anlamına geliyor.

Demek ki her biçimde muazzam bir sermaye çıkışı yaşanıyor ve aslında bunun önüne engel konulmuyor. Çünkü yıl sonunda konuşan Merkez Bankası Başkanı Elvira Nabiullina’ya göre “yurtdışına döviz akışından ötürü endişelenmeye sebep yok”. Banka da bu hususta tedbir almayı gerekli görmüyor. Bırakınız yapsınlar, diyor hanımefendi: “Bu paraların Rusya bankacılık sistemine, rubleye dönmesi, makroekonomik istikrara ve fiyat istikrarına güvenin artması ölçüsünde olacak.”

“Makroekonomik istikrar” deyimini duyar duymaz irkiliyorum.

Merkez Bankası’ndan yıl sonunda yapılan bir diğer dikkat çekici açıklama, “ithal ikameciliğin hayat seviyesini düşürdüğü” idi. 400 milyar dolara yakın varlıklar batı bankalarında dondurulmuş, bu yıl 250 milyar dolara yakın sermaye çıkışı olmuş, ama hayat seviyesini düşüren ithal ikamecilik. Üstelik bu açıklama, Amerikan hükümeti tarafından Amerikan şirketlerine çip üretiminde 152 milyar dolar sübvansiyon verileceğinin açıklanmasından sonra yapıldı.

Rusya’nın önemli iktisatçılarından Mihail Hazin geçtiğimiz ay telegram kanalından, “bir medya organı için yazdığı, ama orada yayınlamadıkları” makaleyi paylaştı, Glazyev de derhal paylaştı bunu. Hazin “mali bloğun” (Maliye Bakanlığı ve Merkez Bankası) liberal elitin temsilcileri olduğunu ve bunların da Rusya’nın “malûm, liberal” uluslararası toplumda kalmasını istediklerini söylüyordu. Ona göre, bunu gerçekleştirmek için “Washington uzlaşmasının” temel şartlarını yerine getirmeleri gerekiyor. Bu şartların başlıca ikisi: “ruble yatırımlarının yasaklanması ve sermaye çıkışının teşvik edilmesi”. Bu ikincisi, dünya dolar sisteminin akışkanlığının devam ettirilmesinin milli menfaatlere önceliğinin gereği. Hazin, 2022’nin ilk üç çeyreğinde bütün rekorları altüst eden sermaye çıkışını bununla açıklıyor.

İktisat ve siyaset arasındaki ilişki burada daha da belirginleşiyor; Hazin “mali bloğun” tutumunu ihanet sayıyor.

Büyük burjuvazinin vergilendirilmesi

Putin’in eylül başında Doğu Ekonomi Forumu’nda yaptığı konuşma büyük bir programatik önem taşıyordu. O zaman bunu “9 nokta” başlığı altında değerlendirmiştim. Sekizinci noktada şöyle yazmıştım:

“Kremlin, büyük burjuvazinin ‘aşırı kârına’ el koymak için ‘pazar mekanizmalarını ve enstrümanlarını’ kullandıklarını ve kullanmaya devam edeceklerini vurguluyor. Bu, büyük burjuvazinin ‘mali blok’ ile yürüttüğü bütün lobi faaliyetine rağmen başarılı olamadığını gösteriyor.”

Putin söz konusu konuşmasında, öngörülen enstrümanları şöyle tanımlamıştı:

“Bunlar pazar enstrümanları; herkesin bildiği şeyler: ya gümrük resimleri, ya da bu aşırı kârın başka yollardan geri alınması.”

Bu sözlerin hedefi ne krizden gelişerek çıkan küçük burjuvaziydi, ne de 24 Şubat’tan sonra deklase olan navalnıycı orta burjuvazi yerine şimdi serpilmeye başlayan yeni orta burjuvazi. Bunlar da “aşırı kâr” elde etmeyi başarmışlardı ve başarıyorlar, ama gerçek hedef, esas itibariyle telekomünikasyon, madencilik ve finans alanında faaliyet gösteren büyük burjuvaziydi ve (her ne kadar Putin aynı yerde “mülkiyetin korunması” güvencesi verdiyse de) belli bir tehdit kokuyordu.

Putin’in programatik konuşmasına rağmen bu mesele uzun süre tekrar gündeme gelmedi. Nihayet Maliye Bakan Yardımcısı Aleksey Sazanov 15 Şubat’ta, yani program ilanından 4,5 ay sonra bu konuda iki formül üzerinde “çalışmaya başladıklarını” duyurdu: gönüllü ödeme veya bir tür mecburi vergilendirme.

Neden bu kadar uzun sürdü ve neden sonuçta gündeme geldi? Birinci sorunun cevabı şu: büyük burjuvazinin Kremlin’den gelen aşırı kârın vergilendirmesi dayatmasına direnmemesi beklenemezdi. Üstelik de eylül başından hampetrol yaptırımlarının getirildiği aralık ayına kadar ekonomik durum nispeten istikrarlıydı; ilk sarsıntı atlatılmış, yıkımın eşiğinden dönülmüştü. Bu abartılı bir retorik, afaki bir ifade de değil. Başbakan Yardımcısı Andrey Belousov 27 Aralık’ta, mart ayındaki durumu anlatırken açık açık, “ekonominin yerle bir olma riskiyle karşı karşıya olduğunu” belirtmiş, o günlerde “ekonominin yönetilebilirliğini kaybetmek üzere olduklarını düşündüğünü” söylemişti. Belousov, bu kıyamet senaryosunu tersine çevirmeye başaran insanları sayarken Ulaştırma Bakanlığı, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı ve Merkez Bankası’nı zikretmiş, ama Maliye Bakanlığı’nın adını anmamıştı. Dolayısıyla, bu görece rehavet ortamında büyük burjuvazinin direnişi daha fazla momentum kazanmış olmalı.

İkinci sorunun cevabı da şu: “mali blok” programı iğdiş etmeyi artık bırakmak zorundaydı, çünkü yaptırımlar ve Kuzey Akım 2 sabotajı yüzünden doğalgaz ve petrol gelirlerindeki büyük düşüşün neden olduğu bütçenin finansmanı problemi Rusya ekonomisini yıkmakla tehdit ediyor.

Maliye Bakanı Siluanov da Sazanov’dan iki gün sonra konuştu ve “büyük şirketlerin” 2021 ve 2022’de yaptıkları aşırı kâra karşılık hükümete 300 milyar ruble “gönüllü katkıda” bulunmalarını beklediklerini söyledi. Bu para beklenen bütçe açığını zaten kapatmaz, zira 2023’te bütçe açığı planlanan 2,9 trilyon ruble (GSYH’nın yüzde 2’si), üstelik yaptırımlar sonucu petrol ve doğalgaz gelirlerinde ortaya çıkacak büyük düşüş yüzünden 5 trilyon rubleyi de bulabilir. Demek ki bakanlık, büyük burjuvazinin olası vergi yükünü muazzam ölçekte indirmiş ve en iyimser hesapla bile beklenen bütçe açığının yüzde 10’u seviyesine çekmiş. Ama bu da yetmemiş ve “gönüllülük” şartına bağlamaya çalışıyor. Dahası bakanlık “büyük şirketlerle” görüşmüş ve rızalarını almaya çalışmış olmalı, zira Siluanov’a bakılırsa: “Büyük şirketler büyümenin bir kısmını devletle paylaşmaya hazır.” Ve üstüne üstlük Siluanov, petrol ve doğalgaz şirketlerine geçtiğimiz yılların kârından ötürü ek vergi getirilmeyeceği müjdesi de verdi.

Bakanla yardımcısının sözleri arasında bir uyumsuzluk görünüyor; yardımcısı iki formülden söz ediyor, bakana göreyse tek bir formül var. Yardımcısı zor yolunu da işaret ediyor, bakan ise burjuvaziyle bu konuda hâlihazırda bir mutabakata varıldığının altını çiziyor.

Gene de bu ilk günlerde büyük burjuvazi pek de ikna olmuş görünmüyordu. Sanayici ve Girişimciler Birliği Başkanı Aleksandr Şohin, gönüllülüğün olmayacak iş olduğunu açık seçik belirtti. Ama elbette bu “gönüllü vergi olmaz, toplanacaksa doğru düzgün toplayın” değil, “aşırı kârın vergisi mi olurmuş, özel mülkiyet, serbest piyasa, pazar mukaddestir, iyisi mi vergileri hepten azaltın ki serbest piyasa şöyle gönlünce yatırım yapsın, hem güçlü devlet de neymiş,” vb. ezberinin tekrarı anlamına geliyordu.

Gönülsüz gönüllülük

Siluanov’un gönüllülük açıklaması yaptığı gün Kremlin basın sekreteri Peskov’un brifinginde kendisine bu konu soruldu. Peskov, görüşmelerin henüz devam ettiğini, benzer uygulamaların (aşırı kârın vergilendirilmesi) bütün dünyada çok yaygın olduğunu, hükümetin de büyük iş gruplarının temsilcileriyle bu konuda temas içinde bulunduğunu belirtti, ekledi: “Burada kilit kelime, ‘gönüllü’. Tabii ki ülke yönetimiyle iş dünyası, hükümetle iş dünyası arasında karşılıklı etkileşim sürüyor; bu, iki taraflı bir yol. Bu yüzden tabii ki o tarafın da bu tarafın da (gerçi hepimiz aynı taraftayız) şu an içinde bulunduğumuz şartları ve ülkede mevcut ihtiyaçları net şekilde kavraması zaruri.”

Gayet diplomatik bir cevaptı bu ve her ne kadar işbirliği mesajıyla gönlünü okşadığı büyük burjuvaziye doğrudan meydan okuma anlamına gelmiyor idiyse de, tehdit değilse bile uyarı yeterince açıktı. Aklı başında herkes gibi Kremlin’in de büyük burjuvazinin gönüllü gönüllülük göstermeyeceğinden kuşkusu olamaz; bu nedenle gönülsüz gönüllülük formülü daha işlevsel görünmüş olmalı. Zor, doğumu kolaylaştırır; zor tehdidiyle şirketler yardım sırasına girebilir ve bunun ödülünü de devlet nişanı şeklinde alırlar, ama gücü yetenlerle gücü yetmeyenler arasındaki işbölümü öyle ki, Kremlin “mali bloğun” alıklığını (şartlı kullanılan bir kelime bu) aşmak için gönüllülüğe teşvik vasıtalarını devreye sokmaktan kaçınmayacaktır.

Ama “mali blok” da büyük burjuvazinin kârdan zararını asgariye indirmenin yollarını aramaktan kaçınmayacaktır. Nitekim daha aynı gün ilk büyük atraksiyon, bloğun diğer kalesi Merkez Bankası’ndan geldi; banka, bakanlığın gönüllülük planına arka çıkmakla kalmadı, (büyük burjuvazinin en samimi borazanlarından Banksta’nın haberine bakılırsa) bu sınıfın 300 milyar rublelik “gönüllü katkısına” karşılık şirketlerinin devlet bankalarına borçlarının silinmesini de önerdi.

Harika bir rüşvet formülü! Kısa, orta ve uzun vadeli kredi borçlarını silelim, sen de “bağış” yap. Adı gönüllülük olsun.

Merkez Bankası’nın sulh çağrısı, Deripaska’nın temkinli alkışlarını toplamakta gecikmedi. Rusal’ın patronu şöyle yazdı: “Bu, ideal olmasa bile dengeli bir karar olur.”

“Çatışmalı ittifak” sürüyor; ittifakın varlığı çatışmayı engellemiyor. Kremlin gönülsüz gönüllü vergi dayatmasını sürdürecektir, ama daha geri bir noktadan: uzun vadeli kredi borçlarının silinmesini kabul edebilir, orta vadeli borçların silinmesini kabul etmesi güçtür, kısa vadeli borçların silinmesini ise reddedecektir. Bu pazarlıklarla soruna nihai çözüm getirilemez; petrol ve doğalgaz gelirleri düşerken bütçenin finansmanı için Kremlin büyük burjuvaziye yönelmeye, mali blok ise onu savuşturmak için atraksiyonlarına devam edecektir.

* * *

Ben bu satırları yazdıktan sonra, onları doğrulayan iki gelişme yaşandı. Kısaca değinmeden geçmek olmaz.

İlkin, Putin’in 22 Şubat’ta yaptığı programatik konuşma, burjuvazinin ve (“rahatsızlığı biliyorum” diyerek açıkça adını andığı) “mali bloğun” dayatmasına rağmen vergi meselesinde geri adım atmayacağının ilanını da kapsıyordu. Bu konuşmadan sonra “mali bloğun” şevk ve azmine rağmen büyük burjuvazinin devlet bankalarına uzun vadeli kredi borçlarının iptal edilmesi de büyük ölçüde gündemden çıkmıştır.

İkincisi, Aleksandr Şohin’in Putin’in konuşmasından sonra aynı gün yaptığı açıklama. Şohin burada bir seferlik “windfall tax” için hükümetle anlaşmaya vardıklarını söyledi. Bunun bağış değil vergi olarak tanımlanması, Kremlin’in dayatmasını açıkça gösteriyor. Şohin’e göre tek sorun kalmış: “aşırı kârın” nasıl hesaplanacağı.

Görüş

Kritik ve stratejik madenler: Türkiye’nin enerji ve güvenlik stratejilerinde yeni eşik

Yayınlanma

Doç. Dr. Anıl Çağlar ERKAN

Küresel Jeopolitik Dönüşüm ve Maden Kaynaklarının Stratejik Önemi

21.yüzyılın başlarından itibaren küresel ölçekte yaşanan hızlı jeopolitik dönüşümler, uluslararası güç dengelerini köklü bir biçimde yeniden şekillendirmektedir. Bu süreçte, enerji dönüşümüne yönelik artan talepler ve teknolojik devrimlerin tetiklediği yeni sanayi paradigmaları, doğal kaynaklar üzerindeki rekabeti daha önce görülmemiş bir düzeyde derinleştirmektedir. Bu paradigma değişimi, mineral kaynakların sadece ticari birer meta olarak değil, aynı zamanda ulusal güvenlik, teknolojik bağımsızlık ve jeopolitik etki alanlarının belirlenmesinde kritik araçlar olarak algılanmasına yol açmıştır. Maden arz güvenliği artık yalnızca ekonomik bir mesele olmaktan çıkmış; ulusal güvenlik, jeopolitik bağımsızlık ve stratejik özerklik meselesinin merkezine yerleşmiştir. Bu bağlamda, ülkelerin kendi kaynaklarını sistematik bir biçimde değerlendirmeleri, tedarik zinciri güvenliklerini sağlamaları ve uzun vadeli stratejik planlamalar yapmaları hayati bir zorunluluk haline gelmiştir.

Türkiye’nin Kritik ve Stratejik Madenler Yaklaşımı: Metodolojik Çerçeve ve Tanımsal Altyapı

Türkiye, bu küresel dinamikler ışığında ve kendi jeostratejik konumunun gerektirdiği sorumluluklar çerçevesinde hazırladığı Kritik ve Stratejik Madenler Raporu ile maden kaynaklarına yönelik kapsamlı bir değerlendirme gerçekleştirmiştir. Bu rapor, sadece mevcut kaynakların envanterini çıkarmanın ötesinde, kritik madenlerin belirlenmesine yönelik bilimsel bir metodoloji geliştirmiş ve bu alanda uzun süredir eksikliği hissedilen kurumsal farkındalığın inşasında önemli bir adım atmıştır.

Raporda öncelikle, kritik madenler ve stratejik madenler tanımları yapılarak tanımsal bir çerçeve oluşturulmuştur. Kritik madenler, yüksek arz riski taşıyan, küresel tedarik zincirlerinde yaşanabilecek ani kırılmalar veya kesintiler halinde ekonomik ve teknolojik faaliyetlerde ciddi aksaklıklara, üretim duraksaktılarına ve hatta sistemik krizlere yol açabilecek potansiyele sahip mineralleri ifade etmektedir. Bu tanım, sadece madenlerin jeolojik nadir bulunurluk durumunu değil, aynı zamanda coğrafi konsantrasyonlarını, üretim monopollerini, politik istikrarsızlıkları ve lojistik kırılganlıkları da kapsayan çok boyutlu bir risk değerlendirmesini içermektedir.

Stratejik madenler ise, kritik madenlerin tüm özelliklerine ek olarak, savunma sanayi ve ileri teknolojik üretim süreçlerinde vazgeçilmez olan, ikame edilebilirlik oranı son derece düşük veya hiç olmayan ve eksikliği durumunda doğrudan ulusal güvenlik zaafı oluşturabilecek, ülkenin savunma kapasitesini ve teknolojik bağımsızlığını tehdit edebilecek madenlerdir. Bu kategorideki madenler, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda askeri, siyasi ve jeopolitik boyutlarda kritik öneme sahiptir.

Küresel Bağlamda Kritik ve Stratejik Madenlerin Artan Önemi

Modern ekonomilerin ve teknolojik gelişmelerin temel yapıtaşları arasında yer alan kritik ve stratejik madenler, günümüzde ulusal güvenlik politikalarının, ekonomik kalkınma stratejilerinin ve enerji dönüşümü hedeflerinin tam merkezinde konumlanmaktadır. Özellikle dijital dönüşümün hızlanması, yenilenebilir enerji teknolojilerinin yaygınlaşması, elektrikli araç pazarının büyümesi ve savunma sanayiindeki teknolojik gelişmeler, bu madenlere olan talebi eksponansiyel bir biçimde artırmaktadır.

Türkiye’nin 2025 yılı itibariyle yayımladığı Kritik ve Stratejik Madenler Raporu, bu alanda uzun süredir eksikliği hissedilen bir kurumsal farkındalık ve politika çerçevesinin inşasında tarihi bir dönüm noktası olarak değerlendirilebilir. Bu rapor, yalnızca mevcut durumun tespitini yapmakla kalmamış, aynı zamanda Türkiye’nin gelecekteki enerji güvenliği vizyonu ve sanayi bağımsızlığı hedefleri için stratejik bir yol haritası sunmuştur. Raporun işaret ettiği gerçekler ve önerdiği stratejik yönelimler, basit bir kaynak envanteri çalışmasının çok ötesinde, Türkiye’nin jeopolitik konumunu güçlendirebilecek, ekonomik bağımsızlığını artırabilecek çok boyutlu ve kapsamlı bir stratejik açılıma işaret etmektedir.

Öncelikli Kritik Madenler: Detaylı Analiz ve Stratejik Değerlendirmeler

Rapor, küresel kaynak bağımlılığının ve arz zinciri kırılganlıklarının giderek derinleştiği, uluslararası ticaret savaşlarının ve jeopolitik gerilimlerin arttığı bir dönemde, Türkiye’nin özellikle lityum, gümüş, titanyum, demir, manganez, çinko, bakır ve alüminyum gibi sekiz yüksek öneme sahip kritik madene stratejik odaklanmasının altını çizmektedir. Bu liste, sadece Türkiye’nin mevcut sanayi üretiminde değil, aynı zamanda gelecekteki teknolojik dönüşümlerinde, savunma sanayiinden yenilenebilir enerji teknolojilerine, batarya üretiminden elektronik sanayisine, havacılık sektöründen uzay teknolojilerine kadar son derece geniş bir yelpazede stratejik bağımlılıkları doğrudan etkileyen sistematik bir önceliklendirme olarak değerlendirilebilir.

Lityum, enerji dönüşümünün kalbinde yer alan batarya teknolojileri için vazgeçilmez bir girdi olarak, elektrikli araç devrimi, enerji depolama sistemleri ve taşınabilir elektronik cihazlar pazarının temel hammaddesidir. Küresel lityum talebinin 2030 yılına kadar 10 kat artması beklenmekte olup, bu madene erişim enerji dönüşümünün başarısını doğrudan etkilemektedir.

Bakır ve alüminyum, enerji iletim altyapısının omurgasını oluşturan temel metaller olarak, elektrik şebekelerinin modernizasyonu, yenilenebilir enerji santrallerinin entegrasyonu ve akıllı şehir teknolojilerinin gelişimi için kritik öneme sahiptir. Bu metallerdeki herhangi bir tedarik krizi, ülkenin tüm enerji altyapısını tehdit edebilecek potansiyele sahiptir.

Titanyum, havacılık ve savunma sanayiinde kullanılan yüksek performanslı alaşımların temel bileşeni olarak hem sivil hem askeri uçak üretiminde, uzay teknolojilerinde ve gelişmiş savunma sistemlerinde vazgeçilmez bir role sahiptir.

Ulusal Güvenlik Boyutu: Savunma Sanayi ve Stratejik Bağımsızlık

Raporda vurgulanan en kritik hususlardan biri, kritik ve stratejik madenlerin yalnızca ticari birer meta değil, aynı zamanda ulusal güvenlik meselelerinin merkezinde yer alan stratejik varlıklar olduğu gerçeğidir. Savunma sanayi için elzem olan 26 stratejik madenden 10’unun hem kritik hem stratejik kategoride yer alması, bu bağı açıkça göstermekte ve maden kaynaklarının askeri-endüstriyel kompleksle olan derin ilişkisini ortaya koymaktadır. Örneğin, kobalt, modern batarya teknolojilerinin yanı sıra, süper alaşımların üretiminde ve jet motorlarının kritik bileşenlerinde kullanılan stratejik bir madendir. Nikel, paslanmaz çelik üretiminin temel bileşeni olmasının yanı sıra, savunma sanayiinde kullanılan özel alaşımların üretiminde kritik rol oynamaktadır. Titanyum ise, yüksek mukavemet-ağırlık oranı sayesinde askeri uçakların gövde ve motor parçalarında, denizaltı teknolojilerinde ve gelişmiş zırh sistemlerinde vazgeçilmez bir materyal olarak kullanılmaktadır. Bu bağlamda, stok planlaması, tedarik zinciri güvenliği ve arz krizlerine hazırlıklı olma gibi unsurların, yalnızca teknik veya ekonomik değil, aynı zamanda siyasi, diplomatik ve askeri boyutlarda stratejik bir önem taşıdığı unutulmamalıdır. Kritik madenlerdeki dışa bağımlılık, bir ülkenin savunma kapasitesini doğrudan etkileyebilecek, uluslararası krizler dönemlerinde savunma sanayiinin işleyişini tehdit edebilecek ve dolayısıyla ulusal güvenliği zayıflatabilecek potansiyele sahiptir.

Teknolojik Yetkinlik ve Ar-Ge Kapasitesi: Uzun Vadeli Bağımsızlık İçin Temel Gereklilikler

Kritik ve stratejik madenlere dair politika geliştirme sürecinde, teknolojik yetkinliklerin ve Ar-Ge kapasitesinin güçlendirilmesi, Türkiye’nin uzun vadeli ekonomik ve teknolojik bağımsızlığı için temel bir gereklilik olarak karşımıza çıkmaktadır. Raporda da belirtildiği gibi, kritik madenlerin birçoğunun üretim süreçleri son derece karmaşık, teknoloji-yoğun ve yüksek katma değerli süreçlerdir. Bu süreçler, sadece madencilik bilgisi değil, aynı zamanda ileri malzeme bilimi, nano teknoloji, kimya mühendisliği ve çevre teknolojileri gibi multidisipliner bir expertise gerektirmektedir. Bu noktada Türkiye’nin strateji geliştirme sürecinde, yalnızca ham maden çıkarma faaliyetlerine odaklanmak yerine, çıkarılan mineralleri işleyip katma değerli ürünlere dönüştürme kapasitesi geliştirmeye, yüksek teknolojili üretim ekosistemleri kurmaya ve bu alanda uluslararası rekabet edebilir Ar-Ge merkezleri oluşturmaya odaklanması hayati önemdedir. Bu yaklaşım, hem ekonomik katma değer yaratacak hem de teknolojik bağımsızlığı güçlendirecektir.

Jeopolitik İmplikasyonlar ve Uluslararası İşbirlikleri

Kritik ve stratejik madenler konusu, yalnızca ulusal bir mesele değil, aynı zamanda uluslararası ilişkileri, ticaret politikalarını ve jeopolitik dengeleri doğrudan etkileyen küresel bir konudur. Türkiye’nin bu alandaki stratejisini geliştirirken, hem bölgesel hem de küresel ortaklıkları dikkate alması, enerji diplomasisini güçlendirmesi ve kritik mineral tedarik zincirlerinde güvenilir bir ortak olarak konumlanması önemlidir. Bu bağlamda, Afrika ülkeleriyle kurulacak stratejik ortaklıklar, Latin Amerika ülkeleriyle geliştirilecek ticari ilişkiler ve Orta Asya cumhuriyetleriyle derinleştirilecek işbirlikleri, Türkiye’nin kritik mineral tedarikinde çeşitlendirme sağlayabilecek önemli fırsatlar sunmaktadır. Aynı zamanda, AB’nin Kritik Hammaddeler Yasası, Amerika’nın Enflasyon Azaltma Yasası gibi uluslararası düzenlemelerle uyumlu politikalar geliştirmek, Türkiye’nin küresel tedarik zincirlerindeki rolünü güçlendirebilecektir.

Sonuç ve Stratejik Öneriler: Kapsamlı Eylem Planına Doğru

Türkiye’nin kritik ve stratejik madenlere dair gerçekleştirdiği bu kapsamlı ve derinlikli çalışma, hem bilimsel açıdan değerli bir başlangıç noktası hem de politika yapıcılar için önemli bir rehber niteliği taşımaktadır. Ancak, bu raporun gerçek değerini ortaya çıkarabilmesi ve ulusal çıkarlar doğrultusunda somut faydalar sağlayabilmesi için, akademik değerlendirmeden eylem planına, stratejik analizden operasyonel uygulamaya geçiş yapacak kapsamlı bir dönüşüm sürecine ihtiyaç vardır. Bu dönüşüm süreci, enerji dönüşümü hedefleri ve sanayileşme politikalarıyla tam uyumlu, somut hedefler içeren, ölçülebilir kriterlere sahip, düzenli olarak gözden geçirilen ve sürekli güncellenen dinamik bir politika çerçevesinin oluşturulmasını gerektirmektedir. Bu çerçeve, sadece mevcut durumun iyileştirilmesini değil, aynı zamanda Türkiye’nin gelecekteki küresel konumunun güçlendirilmesini de hedeflemelidir.

Kritik madenlerdeki dışa bağımlılığın sistematik olarak azaltılması, yalnızca bir ekonomik performans hedefi değil; aynı zamanda Türkiye’nin uluslararası arenada jeopolitik ağırlığını artıracak, stratejik özerkliğini güçlendirecek ve teknolojik bağımsızlığını sağlayacak kapsamlı bir ulusal güvenlik projesi olarak ele alınmalı ve bu doğrultuda gerekli tüm kurumsal, finansal ve teknolojik kaynaklar mobilize edilmelidir. Bu stratejik yaklaşım, Türkiye’nin 21. yüzyılın teknolojik ve ekonomik dönüşümlerinde aktif bir rol oynamasını, küresel değer zincirlerinde daha güçlü bir konuma yükselmesini ve enerji dönüşümü sürecinde öncü ülkeler arasında yer almasını sağlayacak temel bir yatırım olarak değerlendirilmelidir.

Okumaya Devam Et

Görüş

Silahlar sustu, şimdi artılar eksiler hanesine bakma zamanı – 1

Avatar photo

Yayınlanma

Kontrol Hattı’nda dört gün süren hassas füze saldırıları, İHA saldırıları ve topçu çatışmalarının ardından Hindistan ve Pakistan, 10 Mayıs akşamından itibaren kara, hava ve denizdeki tüm askeri eylemleri durdurma konusunda anlaştı. Silahların sustuğu şu günlerde, 22 Nisan’dan bu yana Hindistan ve Pakistan hattında yaşanan gelişmeleri değerlendirme ve anlamlandırma zamanı geldi.

Hindistan Başbakanı Modi, yaptığı zafer dolu televizyon konuşmasında, Hindistan’ın askeri başarısını vurguladı. Hindistan’ın operasyonları “yalnızca askıya aldığını” ve “nükleer şantaj örtüsü altında gelişen terörist sığınaklarına kesin ve kararlı bir şekilde saldıracağını” söyledi. Ayrıca, büyük küresel terör saldırılarının Pakistan’daki “küresel terörizm üniversiteleri” olarak adlandırdığı yerlerden kaynaklandığını ileri sürdü. Hint yetkililer, füzelerle Pakistan’ın derinliklerindeki hava üslerini ve iddia edilen “terörist altyapısını” vurarak, Pakistan’ın sınır ötesi terörizme karışmasına karşı caydırıcı bir etki oluşturduklarını söylediler.

Pakistan Başbakanı Şahbaz Şerif de çatışmada daha büyük rakibine karşı “tarihi bir zafer” kazandığını iddia ediyor. Pakistan’ın anlatısına göre, Pakistan’ın karşı saldırıları saldırgan Hindistan’ı caydırdı. Pakistan terörizmi desteklediğini reddediyor ve olaydan sorumlu olmadığını söylüyor, olayla ilgili “tarafsız bir soruşturma” çağrısında bulunuyor, ancak Hindistan reddediyor. Ayrıca, Hindistan’ı kendi huzursuz batı bölgesi Belucistan’da ayrılıkçıları desteklemekle suçluyor.

İlk kez, her iki taraf da birbirlerinin şehirlerine insansız hava araçları gönderdi. Son çatışmalar, Hindistan’ın önceliği olan terörizm sorununu ön plana çıkarmada başarısız oldu ve bunun yerine uluslararası ilgi nükleer tehdide odaklandı.

Hindistan ve Pakistan, nükleer silahlara sahip komşularını savaşın eşiğine getiren kısa ve sert çatışmada zafer kazandıklarını iddia ediyorlar; ancak, ateşkesle sonuçlanan Amerikan müdahalesinin Pakistan’a diplomatik üstünlük sağladığı düşünülüyor.

Silahların susmasının ardından kutlamalara ilk başlayan Pakistan oldu. Hindistan’da da “Tiranga Yatra” (Hindistan bayrağına atfen- Üç Renkli Tören) kutlamaları düzenlendi.

Çatışma durumunda kayıplar olur; çatışmanın sisi altında bilgi manipüle edilir: Hindistan teröristleri vurduğunu söylüyor. Pakistan siviller diyor. Pakistan, Hint uçaklarını düşürdüğünü söylüyor. Hindistan reddediyor. Ve her şeyi yakında öğrenebileceğimiz de söylenemez. Bazılarının yanıtını yıllarca, hatta hiç öğrenemeyebiliriz. Örneğin Hindistan’ın 2019’daki çatışmalarda bir Pakistan F-16’sını düşürüp düşürmediği hala benim için net değil. Dezenformasyon ve inkar elbette yeni bir şey değil ve elbette dezenformasyon yaygın bir tehdit, ancak Hindistan-Pakistan ilişkilerinin mevcut durumunda aynı zamanda bir fırsat da olabiliyor: Gerilimi azaltma şansı. Olayların farklı versiyonları sayesinde her iki taraf da kazandığını iddia edebiliyor, örneğin. Her iki taraf da halkının duymak istediği şeyi söyleyebiliyor, her iki taraf da intikam aldığını iddia ederek tırmanıştan geri adım atabilecek fırsatı da kendiliğinden yaratmış oluyorlar; gerilimi azaltmak adına mantıklı, hatta bazı başarılarını uydursa veya abartsalar dahi…

Bu nedenle kim nereyi vurmuş kim kaç uçak düşürmüş vs. gibi rakamsal, anlatısal, spekülatif veya kanıta ve teyide muhtaç veya bir tarafın iddia ettiği diğer tarafın yalanladığı vs. gibi ayrıntılarla boğulmaya da boğmaya da hiç niyetim yok. Burada Pahalgam çıkarımlarımı, çatışma sonrası genel çıkarımlarımı, iki tarafın da kendi gördüğüm genel somut kazanımlarını/kayıplarını, olaydan çıkarımlarımı aktarıp geçeceğim. Bir de Amerika ve Çin parantezleri açacağım. Her defasında artık yazılarımı kısa tutacağım diye düşünüyor ve karar da veriyorum ancak her bu kararı verdiğimde yazılar çok daha uzun oluyor. Bu sefer de öyle oldu. Uzun bir yazı dizisine başlıyoruz…

Pahalgam’daki saldırı nasıl gerçekleşti?

Kurtulanların anlattıklarından, silahlı kişilerin saldırdığı 22 Nisan öğleden sonrası, çitle çevrili ve cezalı bir alan olan Baisaran Vadisi’nde yüzlerce turistin olduğunu ve civarda hiçbir güvenlik varlığının bulunmadığını öğrendik. Sayıları dörde çıkan teröristler, kurbanlarını seçmek için zaman ayırdılar. Ateş etmeden önce ‘Hindu mu Müslüman mı?’ diye sordular. Bazılarından Kalma’yı okumaları istendi. Vurulan adamların eşlerine geri dönüp hükümete kendilerine ne yapıldığını söylemeleri söylendi. Bu bir vur-kaç saldırısı değildi.

Ölen 26 kişiden biri, turistleri korumak için hayatını feda eden 29-30 yaşlarındaki bir “pony wallah” (midilli operatörü/rehber) olan Syed Adil Hussain Shah’dı. Adil, teröristlerin hedef aldığı bir Hindu turist değil, Keşmirli bir Müslümandı. Kolayca sessiz kalıp zarar görmeden kalabilirdi. Bunun yerine, bir teröristin silahını kapmaya çalıştı ve öldürüldü.

Jammu ve Keşmir Birlik toprağını doğrudan yöneten Hindistan hükümeti yeterli güvenlik önlemlerini almış olsaydı, Baisaran’daki turistler güvende olurdu. Ve Sindoor Operasyonu’na gerek kalmazdı.

Öldürülen turistlerin aileleri, Hindu-Müslüman nefret söylemine kapılmak istemedi ve hayatlarını mahveden teröristlerle, yanlarında duran sıradan Keşmirli Müslümanlar arasında ayrım yaptı. Kocasının cesedinin yanında çaresizce oturan fotoğrafı onu Pahalgam trajedisinin yüzü yapan Himanshi Narwal, bunu en iyi şekilde şu sözlerle dile getirdi: “Elbette adalet istiyoruz. Elbette katiller cezalandırılmalı. Ancak Keşmirlilere ve Müslümanlara karşı nefret istemiyoruz. Barış istiyoruz ve yalnızca barış.”

Sindoor Operasyonu sırasında, Dışişleri Sekreteri Misri günlük brifinglerde güven verici bir figürdü. Ölçülü ve telaşsız bir şekilde, Hintlerin teröristlerin onları bölme girişimini nasıl engellediğinden bahsetti. Brifinglere hitap etmek üzere biri Müslüman biri Hindu iki kadın askerin seçilmesi, birleşik bir yüz sunma yönündeki resmi bir çabayı yansıtıyordu.

Pahalgam (2025), 21. yüzyılın kasvetli trajedilerinin takvimine katıldı: Chettisinghpura (2000), Parlamento saldırısı (2001), Kaluchak (2002), Mumbai (2008), Uri (2016) ve Pulwama (2019), her biri kışkırtmak ve istikrarsızlaştırmak için tasarlanmış şok edici bir şiddet eylemiydi.

Peki ne değişti? Hindistan

Hindistan’ın yaptığı, Pahalgam terör saldırısına yanıt olarak 1971’den bu yana Pakistan’daki en büyük hava saldırısını gerçekleştirmekti. Hindistan dokuz yeri vurduğunu söylüyor (Pakistan altı yerin vurulduğunu kabul ediyor). Bunlar arasında Bahawalpur (Hindistan-Pakistan sınırına yaklaşık 150 km uzaklıkta) ve Lahor’a yaklaşık 40 km uzaklıktaki Muridke yer alıyor; ikisi de Pakistan’ın kalbi olan Punjab’da. Bahawalpur, Jaish-e-Mohammed’in karargahına ev sahipliği yapıyor ve Murdike, Leşker-i Tayyibe’nin üssü olarak biliniyor. Hindistan bu yerlere birden fazla saldırı düzenledi. Saldırıların, saldırı sonrası hava muharebesi sırasında düşman topraklarında bir jetinin düşürüldüğü 2019 Balakot saldırısının aksine, Hindistan hava sahasından başlatıldı. Bu sefer Hindistan daha geniş, daha sofistike ve sonuç odaklı saldırılar başlattı.

Geçmişte Hindistan, terör saldırıları nedeniyle Pakistan’ı diplomatik ve ekonomik yollarla cezalandırmaya çalıştı. Ancak 2016’dan itibaren oyunun kurallarını yeniden yazdı: Ekonomik ve diplomatik cezalar için adımlar devam edecek, ancak doğrudan askeri yanıt eklenecek. Nükleer silahlar sınırlı sınır ötesi saldırıları caydırmayacak. Bu riskli bir yol, ancak Hindistan son yıllarda daha büyük bir risk iştahı gösterdi. Bu yaklaşımı Sindoor Operasyonu’nda güçlendirmeye çalıştı.

Peki ne değişti? Dünya. Ve daha da önemlisi, Pakistan.

Bölgedeki stratejik dengeyi birkaç faktör değiştirdi. Jammu ve Keşmir, Hindistan’a daha fazla entegre oldu ve siyasi süreçler onu normale doğru itti. Seçimler yapıldı. Turizm gelişti. Normalleşme anlatısı oluştu. Merkez baskısı arttı. Halk daha da yabancılaştı. Ve Hindistan’ı çevreleyen jeopolitik ortam daha tehlikeli hale geldi.

Kuzeyde, Çin’in 2020’de Ladakh’a yaptığı müdahale önemli bir tırmanışa işaret etti, ancak son zamanlardaki geri çekilme bir rahatlama belirtisi sunuyor. Başka yerlerde, Gazze’den Ukrayna’ya kadar komşular arasındaki küresel çatışmalar tehdit algılarını değiştirdi ve uluslararası ilgiyi tüketti. ABD, geleneksel güvenlik varsayımlarını akışkan halde bıraktı.

En önemlisi, Pakistan’daki değişimler Hindistan’a olan düşmanlığını artırdı. İstihbarat başkanı olarak Pulwama saldırısının gerçekleştiği General Asim Munir, 2022’de ordu komutanı olarak görevi devraldı ve işlevsiz bir ulusa başkanlık etti. Çökmekte olan bir ekonomi, hapse atılmış bir halk lideri ve askeri kuruma karşı kamuoyunun nefreti, istikrarsız bir karışım üretti.

22 Eylül 1965’te, o zamanlar Ayub Khan hükümetinin bir parçası olan Zülfikar Ali Butto, BM Güvenlik Konseyi’nde yaptığı bir konuşmada, Pakistan’ın Hindistan’a karşı “1.000 yıl boyunca savaşacağını” ilan etti. Yıllar sonra, (daha sonra idam edilen) Başbakan Butto’yu devirerek 1977’de bir darbeyle iktidarı ele geçiren General Ziyaülhak, Butto’nun “1.000 yıllık savaşını”, Hindistan’ı kanatmaya devam etmek için militanlık ve sızma ile düşük yoğunluklu ve alt konvansiyonel savaş kullanarak “Bin Kesikle Hindistan’ı Kana Bulama” doktrinine dönüştürdü. Pakistan, Bangladeş’in kurulduğu 1971 savaşında ciddi bir yenilgi aldı. Konvansiyonel savaşta başarısız olan Pakistan ordusu, bu dolaylı yaklaşıma yöneldi. Doktrin, Sovyetlerin Afganistan’dan çekilmesinden sonra ivme kazandı. Pakistan, ABD ve Suudi Arabistan’ın desteğiyle, Afganistan’da ülkenin komünist rejimine ve Sovyet destekçilerine karşı ‘Bin Kesik’ taktiğini başarıyla uyguladı. Pakistan ve ABD destekli mücahitlerin bin kesiğiyle kan kaybeden güçlü Sovyet birlikleri, 1989’da Afganistan’dan çekildi.

Aynı yıl, Keşmir vadisinde militanlığın artışının başlangıcına işaret etti. 2000’lerin başında ülkenin diğer bölgelerine yayıldı. Hindistan Parlamentosu Aralık 2001’de saldırıya uğradı ve 2008’de ülkenin ticari merkezi olan Mumbai büyük bir terörist saldırıya uğradı. O zamana kadar, Pakistan’ın güvenlik teşkilatıyla yakın bağlantıları olan iki Hindistan karşıtı grup JeM ve LeT, Pakistan’da yaygın ağlar kurmuştu. Çoğunluğu sivil turistlerden oluşan 26 kişinin teröristler tarafından vahşice vurulduğu 22 Nisan 2025’teki Pahalgam katliamı, Hindistan’a göre yine bu ‘Bin Kesik’ doktrininin Rawalpindi’nin stratejik düşüncesinde canlı kalmaya devam ettiğinin en son işareti olarak algılandı. Saldırı, Pakistan’ın askeri şefi General Asim Munir’in “Keşmir bizim şah damarımızdır” demesinden birkaç gün sonra gerçekleşti. Bu, saldırıyı Pakistan’a bağlayan ama kanıt sunamayan Hindistan’ın tartışmalı bir dayanak noktası oldu. Hindistan’ın Leşker-i Tayyibe’nin bir cephesi olduğuna inandığı Direniş Cephesi (TRF), başlangıçta saldırının sorumluluğunu üstlendi ancak daha sonra herhangi bir rolü olduğunu reddetti.

Pakistan, Hindistan ile ilişkileri bir savaş olarak gören bir ordu tarafından yönetiliyor. Pakistan ordusunun hedefleri hâlâ aynı: Düşmandan (Hindistan) bir parça toprak (Jammu ve Keşmir) almaya çalışmak – ya da en azından düşmanı melez savaş yoluyla zayıflatmak. Belki siviller yönetimde olsaydı, ülke ekonomik kalkınmaya daha fazla odaklanırdı.

Bu arada Pakistan ile Rusya’nın davranışları arasında ilginç bir benzerlik var: İrredantizm. Hindistan, Jammu ve Keşmir’in tamamen kendisine ait olduğunu söylerken Pakistan, onu özgürleştirmek istiyormuş gibi Jammu ve Keşmir’in bağımsızlığı için savaştığını iddia ediyor. Pakistan, Jammu ve Keşmir’in Pakistan kontrolündeki kısmına “Azad” yani bağımsız adını veriyor. Pakistan, Keşmir’in bu bölgesinin kendi başbakanı ve cumhurbaşkanı olan bağımsız bir devlet olduğu kurgusunu sürdürüyor. Elbette Azad Jammu ve Keşmir gibi bir devleti kimse tanımıyor. Pakistan’ın kendisi dahi tanımıyor. Tamamen Pakistan kontrolündeki bir bölge. Bu Azad Keşmir, Donetsk ve Luhansk’ın Rusya’dan bağımsızlığı kadar bağımsız. Pakistan bu nedenle Keşmir’in kurtarılmasını misyonu (ve aynı zamanda Hindistan’ı zayıflatmanın bir aracı) haline getirdi. Gerçek şu ki artık bir tarafın diğerine ait Keşmir topraklarını ele geçirmesi neredeyse imkansız görünüyor: Her iki taraf da nükleer silahlara sahipken bu mümkün değil…

2016’ya kadar Hindistan’ın Pakistan’a bağladığı terör saldırılarıyla başa çıkma stratejisi büyük ölçüde üç önleme dayanıyordu: Pakistan’ı uluslararası alanda izole etmeye yönelik diplomatik çabalar, terör finansmanıyla ilgili ekonomik cezalar ve Pakistan’a terör ağlarına karşı baskı yapması yönünde baskı. Ve 2025: Gerilimler azalsa dahi, Hindistan-Pakistan ilişkileri kökten değişti. Hindistan, terör saldırılarına askeri olarak yanıt verdiği “yeni bir normal” oluşturdu. Bu, her iki ulusun stratejik dayanıklılığını test edecek uzun bir oyun. Hindistan’ın stratejisi uzun vadeli: Pakistan’ın konvansiyonel tepkisinin Hindistan’ın başlangıçta tahmin ettiğinden daha güçlü olmasına karşın Hindistan, Pakistan’ın uzun süreli bir Hint konvansiyonel saldırısını sürdürme kapasitesinin sınırlı olduğuna inanıyor. Bu arada Kontrol Hattı ateşkesi, muhtemelen yıpranacak olmasına karşın resmi olarak iptal edilmedi. Ve hacılar için Kartarpur koridoru kapatılmadı. Bu, kalibre edilmiş bir stratejiye işaret ediyor; iddialı ama pervasız değil.

Yazı dizisinin ikinci bölümünde bu krizden çıkan sonuçları işleyeceğiz.

Okumaya Devam Et

Görüş

Trump’ın Rusya-Ukrayna barışını teşvik girişimi stratejik açmaza dönüştü

Avatar photo

Yayınlanma

Yazar

22 Mayıs’ta Rusya Devlet Başkanı Putin, Ukrayna sınırı boyunca gerekli bir güvenlik tampon bölgesi kurmaya karar verdiğini açıkladı. Ukrayna Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Nikolenko ise, Putin’in bu açıklamasının Rusya’nın barışın önündeki gerçek engel olduğunu gösterdiğini belirtti. Genel olarak sınır veya cephe hattı boyunca tampon bölge oluşturmak, taraflardan birinin ya da her ikisinin mevcut çatışma sonuçlarını kalıcılaştırmayı ve uzun vadeli bir ateşkes ya da fiili sınır oluşturmayı amaçladığını gösterir. Rusya’nın bu kararı, üç yılı aşkın süredir süren Rusya-Ukrayna savaşında toprak mücadelesi açısından zaferin artık açıkça Rusya’ya kaydığını göstermektedir. Rusya bu temelde savaşı barış görüşmelerine dönüştürmeyi ve yeni bir jeopolitik düzen ile güvenlik yapısı kurmayı hedeflemektedir.

Aynı gün, Ukrayna Devlet Başkanı Zelenskiy, bir sonraki ikili görüşmenin en kısa sürede yapılmasını sağlamaya çalıştıklarını ancak Rusya’nın henüz bu konuda eşit düzeyde bir hazırlık göstermediğini ifade etti. Zelenskiy’nin açıklamaları da uzlaşmaz ve sert bir tutum sergiledi; yani toprak tavizine yanaşmadığını gösterdi.

Buna karşın, Rusya-Ukrayna savaşını hızla çözeceğini iddia eden ABD Başkanı Donald Trump, görünüşe göre artık ne bu konuda hevesli ne de umutlu. Trump, hayranlık duyduğu Putin’i gücendirmek istemiyor, küçümsediği Zelenskiy’i ise etkileyemiyor. Dolayısıyla, Beyaz Saray’a döner dönmez Rusya-Ukrayna barış sürecini başlatma hayali, bir sabun köpüğü gibi patladı. Aslında sadece Rusya ve Ukrayna değil, ABD ile Avrupa’nın pozisyonları da oldukça farklı. Trump yönetimi, “Ukrayna’yı savunma” sloganının Avrupa için ortak savunma ve birlik bilinci haline geldiğini fark edemedi. Bu yüzden Trump yönetiminin barış girişimi, ortak zemin bulamadığı için stratejik çıkmaza sürüklendi.

Trump, iktidara gelmeden önce ve geldikten sonra İsrail ile işbirliği içinde neredeyse tüm bölgesel düşmanlarını saf dışı bırakarak “Altıncı Orta Doğu Savaşı”nı direniş ekseninin çöküşüyle sona erdirdi. Şu anda sadece Yemen’deki Husiler, zor durumda kalan Filistin direniş örgütü Hamas’a destek için İsrail’e karşı direniyor. Ayrıca Trump, üç Körfez ülkesini ziyaret ederek Türkiye ile ilişkileri güçlendirdi, ezeli düşman Suriye ile husumeti sonlandırdı ve Suriye-İsrail ilişkilerinde tarihi bir gelişme yaratmaya çalışıyor.

Orta Doğu’da düzen kurabilecek güçte olan Trump, aynı karmaşıklıktaki Rusya-Ukrayna savaşında ise başarısız oldu. “24 saatte savaşı bitireceğim” vaadinin sadece bir şaka olduğunu kabul etti. Ukrayna’ya ve Avrupa’ya uyguladığı baskı sonuç vermediği gibi, barış sürecinde öncülüğü de kaybetti.

16 Mayıs’ta, üç yıl aradan sonra Rusya ve Ukrayna doğrudan müzakerelere yeniden başladı. Taraflarla iyi ilişkileri olan Türkiye arabuluculuk yaptı. Ancak 1000 savaş esirinin takası dışında somut bir sonuç elde edilemedi çünkü barış şartları arasında uçurum var. Ukrayna heyetinin yarısının askeri üniforma giymesi, sonuna kadar savaşma kararlılığını gösterdi.

Rusya’nın koşulları herkesçe biliniyor: Ukrayna, Kırım üzerindeki egemenlik iddiasından vazgeçmeli, doğu ve güneydeki dört bölgeyi Rusya’ya bırakmalı ve NATO’ya asla katılmayacağına söz vermelidir. Ukrayna’nın ise bir karış topraktan bile vazgeçmeye niyeti yok ve NATO üyeliğini sürdürme hedefinde.

İstanbul görüşmeleri sonrası Putin, Rusya’nın tamamen kontrolüne aldığı Kursk bölgesini ziyaret etti ve ardından Donbas’a gidecek. Üç yılı aşan bu savaş şu an itibarıyla Rusya’nın geçici zaferiyle yeni bir çıkmaz safhasına girmiş durumda. Ezici askeri üstünlüğü ve geniş işgal alanlarıyla Rusya, Ukrayna’nın “önce ateşkes, sonra müzakere” teklifini kabul etmiyor. Bunun yerine, savaşırken müzakere etmeyi tercih ediyor ve böylece Ukrayna ordusunun yeniden yapılanmasına fırsat tanımıyor. Bu sayede, dört bölgede kalan Ukrayna kuvvetlerini çekilmeye zorlayarak bu toprakların tamamında egemenlik kurmayı hedefliyor. Putin’in bahsettiği “sınır tampon bölgesi” de bu yeni sınırın tesisini ve savaşın kesin zaferle sonuçlanmasını garanti altına alma amacı taşıyor.

Rusya savaş alanında inisiyatifi ve stratejik üstünlüğü elinde tutarken, Ukrayna geri adım atmaya yanaşmıyor, Avrupa ülkeleri de Ukrayna’yı terk etmeyi reddediyor. Bu karmaşık durum, Trump yönetiminin güvenini, sabrını ve cesaretini giderek tüketiyor ve artan şekilde “elini çekme” sinyalleri veriyor.

Trump, bir zamanlar Rusya’yı tehdit ederek, eğer bir anlaşma sağlanmazsa ABD’nin Rus petrolüne “ikincil gümrük vergileri” uygulayacağını söylemişti. Ancak 19 Mayıs’ta Putin’le yaptığı iki saatlik telefon görüşmesinden sonra bu sözlü tehdidi tamamen rafa kaldırdı. Sonrasında Avrupa liderleriyle yaptığı telefon görüşmelerinde Trump, ABD’nin sadece Rusya’ya yaptırım uygulamak istemediğini değil, aynı zamanda tamamen bu işten elini çekip, Rusya ile Ukrayna’nın kendi başlarına çözüm bulmalarını istediğini açıkça ifade etti. Trump net şekilde vurguladı: “Bu Amerika’nın savaşı değil. Bu Avrupa’nın sorunu ve hep öyle kalmalı.”

Rus TASS haber ajansı yorumcusu Hoffman, Trump ile Putin’in görüşmesini değerlendirirken, bunun ABD-Rusya ticari ilişkilerinden ziyade, Washington’un yeni bir jeopolitik gerçeği — yani uzun vadeli çözümün ana hatlarının Rusya tarafından belirleneceğini — kabul etmesi anlamına geldiğini söyledi. Diğer bir Rus yorumcu Ivanikov, bu telefon görüşmesinin tarihi bir barışın başlangıcı olduğunu ve artık sadece yasal olarak teyit edilmesi gerektiğini belirtti. Ayrıca “Trump, Ukrayna krizinin nedenleri konusunda açıkça Rusya ile aynı görüşü paylaşıyor” ifadesini kullandı.

Trump’ın Rusya-Ukrayna savaşını çözme çabaları ciddi şekilde sekteye uğradı ve bunun pek çok nedeni vardı. İlk olarak, Trump ve danışmanları, ABD liderliğinin Avrupa ortaklarını temel çıkarlarından vazgeçirmedeki etkisini abarttılar. Diğer ülkelerin topraklarını ve egemenliklerini ticarete açık birer meta gibi gördüler. İkinci olarak, Trump’ın danışman kadrosu çoğunlukla politikaya sonradan giren, onu körü körüne yücelten ve sorgusuz sualsiz takip eden amatörlerden oluşuyordu. Kissinger ya da Mearsheimer gibi stratejik ustalardan yoksun olmaları, ABD’nin arabuluculuk çabalarını jeopolitik gerçeklerden ve ulusal çıkar hesaplarından kopuk, kağıt üstü projelere dönüştürdü. Üçüncüsü ise, Trump ve birçok kabine üyesi Avrupa tarihine dair derin bir bilgiye sahip değildi ve “savaş başlatmak kolay, bitirmek zordur” ilkesini kavrayamamışlardı.

Avrupa tarihine bakıldığında, bugün yaşanan Rusya-Ukrayna krizi, çatışma ve savaş; aslında Rusya ile Avrupa ülkeleri arasındaki yüzyıllara dayanan gerilimin tekrarı ve devamıdır. Rusya’nın Batı’ya entegre olma çabalarının Batı tarafından kültürel olarak reddedilmesi, güvensizlik duygusuyla “imparatorluk alanı” yaratmaya çalışan Rusya ile Batı’nın köklü Rus düşmanlığı, korkusu ve karşıtlığı arasındaki çarpışmadır. Aynı zamanda Katolik dünyası ile Doğu Ortodoks kilisesi arasındaki dini meşruiyet ve egemenlik mücadelesinin uzun vadeli bir yansımasıdır.

Bu uzun Avrupa iç çatışmalar tarihi boyunca, Rusya ne kadar çok savaştıysa o kadar fazla toprak kazandı; çevresindeki büyük düşmanları ya tamamen yok edildi ya da küçük devletlere bölündü. Bu durum, Rusya’nın batıya doğru yayılma arzusunu güçlendirdi, mağlup olanların da Rus korkusunu pekiştirdi. Baltık ülkeleri sürekli olarak Rusya ile güçlü komşuları arasında el değiştirdi; Polonya ise Rusya (ve Sovyetler) tarafından dört kez parçalandı. II. Dünya Savaşı sonrası parçalanmış Avrupa, Atlantik’in ötesindeki güçlü ABD’ye yaslanmak zorunda kaldı ve NATO’yu kurdu — hem Almanya’nın üçüncü kez yükselmesini önlemek hem de Rusya’nın stratejik baskılarına karşı durmak için.

Sonunda Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun çöküşü, Batı’nın AB ve NATO genişlemeleriyle Rusya’nın stratejik alanını daraltmasına neden oldu. Bu da Rusya’nın ulusal güven duygusunu zedeledi ve Gürcistan savaşı, iki Karabağ çatışması ve bugün süren Rusya-Ukrayna savaşını doğrudan tetikledi.

Bu nedenle, Rusya’ya komşu küçük ülkeler olsun, cepheden uzakta bulunan Almanya, Fransa, İngiltere gibi geleneksel büyük güçler olsun, hiçbir Avrupa ülkesi Ukrayna topraklarını Rusya’ya “ödül” olarak vermeye yanaşmaz. Aksine, kararlılıkla savunma harcamalarını artırıyor, askeri hazırlıklarını güçlendiriyor ve Ukrayna’ya sürekli destek sağlıyorlar. Bu, ABD’nin müttefiklerini tamamen yüzüstü bırakması ihtimaline karşı, Ukrayna’yı ve Avrupa’yı bağımsız olarak savunmaya yönelik uzun vadeli bir stratejidir.

Bu koşullarda, Trump’ın, Ukrayna topraklarını feda ederek Avrupa’ya barış getirme veya Avrupa’nın güvenlik çıkarlarını feda ederek ABD-Rusya yakınlaşması sağlama beklentisi, Ukrayna ve Avrupa’nın çoğu ülkesi tarafından ortak direnişle karşılaşacaktır.

Elbette can sıkıcı gerçek şu ki, NATO’nun mutlak liderliği hâlâ ABD’nin elindedir. Avrupa ülkeleri, Rusya’yı yenilgiye uğratmak ya da Ukrayna’nın kaybettiği toprakları geri almak için NATO güçlerini tek başına kullanamaz. Kurulması planlanan bağımsız bir Avrupa ordusu ise henüz “hayali bile umut vermeyen” bir noktadadır. ABD’nin tam desteği olmadan, Avrupa; gevşek, hantallaşmış ve güçsüz, birçok cüceden oluşan bir “stratejik yetim” haline gelir. Ne tek başına ne de birlikte hareket ederek güçlü komşu Rusya’ya karşı durabilir. Ukrayna’nın topraklarının yarısını kaybettiği bu yeni durum da kolay kolay geri çevrilemez.

Trump yönetimi, Batı dünyasının liderliğinden ve NATO’daki baskın konumundan adım adım vazgeçiyor. ABD’yi tek başına güçlü kılmaya odaklanan bu yaklaşım, ülkenin Ukrayna’nın egemenliğini ve toprak bütünlüğünü korumak ya da Avrupa’nın Rusya’yı sınırlama stratejik hayalini gerçekleştirmek uğruna ağır bedeller ödemeyeceğini gösteriyor. Her ne kadar Rusya-Ukrayna savaşı yeni bir doğrudan müzakere sürecine girmiş olsa da, kesinlikle “iki tarafın da kazandığı” bir sonuç çıkmayacaktır. Ukrayna ve Avrupa’nın şu anki en büyük umudu, mevcut durumu korumak ve Cumhuriyetçi yönetimin görevden ayrılmasını bekleyip, Demokratların yeniden iktidara gelerek önceki sert politikaları canlandırmasıdır. Ancak bu gerçekleşse bile, savaşın galibi ne Ukrayna ne de Avrupa olacaktır — ta ki Rusya’da içten bir devrim yaşanmadıkça ya da ülke parçalanmadıkça. Çünkü birleşmiş, bütünlük içinde ve milliyetçilik ekseninde hareket eden bir Rusya, özellikle de kendi sınırları içinde asla yenilmezdir.

Tarih, Rusya ile Avrupa arasındaki karşılıklı fetihlerin tanığıdır. Bu tarih bize şunu açıkça gösteriyor: Rusya, gerçekten yenilmeden, işgal ettiği ve ilhak ettiği toprakları — özellikle tarihi bağları olan ve nesiller boyunca çok sayıda Rus’un yaşadığı Kırım ile Doğu ve Güney Ukrayna’daki dört bölgeyi — asla gönüllü olarak geri vermez.

Üç yıl önce, Rusya-Ukrayna savaşı yeni başladığında yazar şu öngörüde bulunmuştu: Bu yüzyılın savaşı, “Rusya’nın acılı zaferi, Ukrayna’nın acı yenilgisiyle sonuçlanacaktır.” Ayrıca, bu çok taraflı Avrupa iç savaşının önce “Afganistanlaşacağı”, ardından “Filistinleşeceği” tahmin edilmişti. Ne yazık ki, bu öngörü adım adım gerçekleşmektedir.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English
OSZAR »