Bizi Takip Edin

Dünya Basını

SSCB 100 yaşında

Avatar photo

Yayınlanma

Çevirmenin yorumu: Aşağıdaki görece uzun çeviriyle ilgili görece uzun bir yorum yapmak gerek.

Eski Sovyet ülkelerinde yaşayan veya oralardan gelen antikomünistlerin genellikle ortak bir yanı var; bunlar sosyalizmle ilgili her şeyi kendilerinin yaşayarak bildiklerini sanıyorlar ve geri kalan her şeyi küçümsüyorlar. Oysa (“yöntem” üzerine başka bir yerde daha yazdığım gibi) kişisel deneyimler veya başkalarının deneyimleri (anılar, gözlemler, biyografiler, otobiyografiler) siyasi polarizasyon ortamlarında, yani aslında her zaman, hakikate temel olabilecek şeyler değildir. Çünkü deneyimler öğrenilebilir, değişebilir ve yorumlanabilir. Bu yüzden bilimsel çalışmada tali değer taşırlar. “Ben yaşadım,” veya “şu yakınım yaşamış,” demenin bir anlamı olmaz.

Sosyalizm tartışması ölüm kalım mücadelesi yapan sınıfların tartışmasıdır, yani bundan daha çok polarizasyon üretecek bir tartışma yoktur. Bu ortamda deneyimler, kendi tarih anlayışını, yani bu mücadeleye kendi sınıfsal bakışını doğrulamak için vasıta değil ancak ayrı bir tarih çalışmasının konusu olabilir. Sözgelimi Nazi iktidarını büsbütün olumlu sayan pek çok tanıklık bulunabilir. Dahası bunların bir kısmı doğru bile olabilir. Ama hakikatin tek bir yüzünü öne çıkartıp diğer yüzlerini yok saymak (“Naziler Almanya’nın birliğini sağladılar” veya “Fransız ihtilali oluk oluk kan döktü”), hakikati çarpıtmak anlamına gelir. Hakikat ancak, bu tür deneyimleri eksiksiz hakikat olarak kabul etmekten mümkün olduğunca sakınarak kavranır.

Aşağıdaki yazı, her ne kadar antikomünistlerin sesi daha çok çıksa da, bu ülkelerin entelektüel elitinde ve akademisinde aslında Sovyet deneyiminin hiç de bütünüyle olumsuzlanmadığını, hatta büyük ölçüde olumlandığını göstermesi açısından da önemli.

Sosyalizm teorileri muhtelif türevleriyle (sadece marksist değil diğer biçimleriyle de) iktisadi kalkınma teorisinden ibaret değildir kuşkusuz, ama bu çok yüzlü teorinin yüzlerinden biri de iktisadi kalkınma ve sosyal adalettir.

24 Şubat’tan sonraki ilk yazımda bir kavram seti olarak “sosyalist ülke” üzerinde durmuş ve şöyle demiştim:

“İnsanlar siyasi inançlarına göre bu kavram setinin (‘sosyalist’ ve ‘ülke’) farklı kısımlarını öne çıkarıyor ve kullanıyorlar. … Bu kavram setinin ‘ülke’ kısmını öne çıkaranların ‘sosyalist’ kısmını unutmaları doğaldır, Rusya’da sadece yönetici elit değil halk da bu eğilimdedir. Çünkü yıkımı onlar yaşamışlardır; bu yıkım, sürekli tekrar ettiğim gibi, devlet fetişizmini beslemiş ve beslemektedir. Ama bu kavram setinin ‘ülke’ kısmını unutup sadece ‘sosyalist’ kısmını öne çıkaranlar, sorumsuzca davranıyorlar ve olayları kavrayamıyorlar.”

Bu bütün kavramlar için olduğu gibi sosyalizm teorileri açısından da geçerli. Teorinin derinliğine vakıf olduklarını düşünenler, genellikle kalkınma ve sosyal adalet boyutunu ihmal ediyorlar. Oysa sosyalizmin tam da bu somut, pratik veçhesi 20’nci yüzyılı değiştirmiştir. Sadece sosyalist kamp veya doğu bloğu diye bilinen ülkeleri değil, sadece sosyalizmi bir kalkınma modeli olarak kavrayan ve kimileri de eklektik veya bütünsel tarzda böyle benimseyip uygulayan küçük burjuva diktatörlükleri de değil, kapitalizmin altın çağının bütün klasik örnekleri, hatta belki de genellikle sanıldığının aksine sosyal demokratlardan ziyade muhafazakârlar, kapitalizmin geleceğini kurtarmak için sosyalist (sosyal adaletçi ve kalkınmacı) tedbirlere başvurmuşlardır.

Mamedov komünist değil, hatta (açıkça görüldüğü gibi) emek ve sermaye arasındaki çatışmanın daha 20’nci yüzyılın ortalarından itibaren zayıfladığını, zira bizatihi bu çatışmanın sonuçlarının kol emeği yerine zihinsel emeği öne çıkarttığını ileri sürüyor. Bununla birlikte bir kalkınma modeli olarak Sovyet sisteminin ve sosyalizmin benzersiz olduğunu da vurguluyor. Demek ki sınıf çatışması yerine sınıf uzlaşmacılığı geçiriyor, ama bu durumun sosyal adalet talebini şiddetlendireceğini, hatta şiddetlendirmesi gerektiğini düşünüyor ve çözümü gene Sovyet sisteminde buluyor. Mamedov burada kalmıyor ve sosyal adalet fikrini, bir devlet ideolojisinin yegâne temeli de sayıyor, çünkü toplumu ancak bu birleştirebilir.

Eski Sovyet ülkelerinde çeşitli türevleriyle yaygın eğilimler bunlar; Belarus’ta iktidarda Lukaşenko, Rusya’da muhalefette Glazyev vd., Kırgızistan’da 2020 olaylarında solun oynadığı rol, Kazakistan’daki gelişmeler, bu kapsamda değerlendirilmeli.

Yeri gelmişken, Elşad Mamedov’un Azerbaycan’da önemli bir iktisatçı olduğunu da belirtelim. İktisat doktoru, Azerbaycan Devlet İktisat Üniversitesi’nde profesör. 2021 martından beri de Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Sosyal Konsey Başkanı. Azerbaycan gibi bir ülkede bakanlık seviyesinde bir tür “devlet sosyalizmi” taraftarının istihdam edilmesi bile bu ülkelerin özgül dinamikleriyle ilgili bir fikir vermeli.

Metni anlaşılır kılmak için son bir not. Mamedov, “tek devreli olmayan bir para sisteminden” söz ediyor. Ne anlama geldiğine birbirini tamamlayan iki farklı yerden bakalım:

1) “Tek devreli para sistemi, paranın bir alandan diğerine serbestçe geçebileceği anlamına gelir. Para dolaşımında iki devreli algoritma ise üretim alanında böyle bir imkânı dışlar.” (Zvonova Y., Kuznetsov A., Pişçik V., Silvestrov S. Особенности и перспективы построения двухконтурной валютно-финансовой системы на национальном и региональном уровне. Мир новой экономики. 2020;14(1):26-33.)

2) “Sovyet mali sistemi… son derece zekice kurulmuştu; devlet sektörleri ve işletmeleri arasındaki ilişkiler hesap parasına (fiktif para) dayanıyordu. Ne var ki devlet şirketlerinin özerkleştirilmesi ve denetim dışına çıkarılması, (kooperatif ve ortak) özel mülkiyete dayalı şirketlerin ise dış ticarete girişmelerinin sonucu, bu fiktif paranın nakit karşılığını sunmak gerekti. Böylece… enflasyon yükseldi, Sovyet ekonomisi ise dövizin egemenliği altına girdi ve para spekülasyonu giderek sıradan bir iş haline geldi.” (Yalın H. Rusya: Yükseliş, Çöküş ve Dinamikler. Notabene, İstanbul: 2021, s. 43.)

* * *

SSCB 100 yaşında

Elşad Mamedov

Bir büyük gücün, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nin kuruluşunun yüzüncü yıldönümünü kutlamaktan çok uzak geçirdiğimiz bu günlerde dünyadaki ilk sosyalist devletin inşa girişimi tecrübesini kompleks ve sistemli şekilde analiz etmek uygun ve hatta hakkaniyetli olacaktır diye düşünüyorum. Son otuz yıldır tarihin Sovyet dönemini esasen kara yahut gri tonlarda resmetmek moda oldu; bu, benim görüşüme göre, ya ifrata varan bir angajmana ya da mevcut trende ödenen haraca en azından tanıklık ediyor. Ayrıca da, bence, günümüzde dünya ekonomisinde ve jeopolitiğinde meydana gelen gelişmelerin ışığında, geçtiğimiz yüzyılda yeryüzünün altıda birinde gerçekleştirilen emsalsiz deneye gerçekçi bir şekilde bakmaya çalışmak, belli bir dereceye kadar sembolik bile olsa, son derece önem taşıyor.

Hemen belirteyim ki SSCB’nin mevcut olduğu yıllar şüphesiz tekdüze değildi, bu yüzden önünüzdeki analiz çerçevesinde Sovyet döneminin temel, ilkesel yönelimlerini ele almak da uygun görünüyor. Bu bağlamda şunu belirtmeyi de önemli sayıyorum: 19’uncu yüzyıldan beri dünya tarihinin gelişimi paradigmasını en genelde tayin eden temel faktörlerden biri yeniden üretimin iki faktörünün, emek ve sermayenin ve dolayısıyla bunların temsil ettiği sosyal grup ve güçlerin kavramsal çarpışmasıydı. Bu kavramsal çarpışmanın 20’nci yüzyılın ortalarına kadar tarihi gelişmelerin yönünü tayin ettiğini de söylemek gerek.

Mesele şu ki, toplumdaki üretici güçlerin gelişmesiyle ve bilimsel teknolojik ilerlemelerle birlikte kitlelerin zihni evrim geçirmişti; emek faaliyetinin katma değere yansıyan sonuçlarının yeniden üretimin faktörlerinden sadece biri tarafından mülk edinilmesi, kaçınılmaz şekilde en temel mesele olarak konuluyordu. Bu da aslında sosyal güçlerin, yani sosyal gruplar arasındaki ilişkileri emek lehine tekrar gözden geçirmenin maddi temeli olabilecek iktisadi, siyasi ve idari bir modelin tebarüz etmesi talebini şekillendiriyor ve keskinleştiriyordu. Böylece şu sonuca varırız: Sovyet Sosyalist devletini inşa girişimi kaotik bir şekilde ortaya çıkamazdı, tersine, şekillenmekte olan ve sosyal ilişkiler sistemini yeni baştan, kökten gözden geçirme zaruretini ortaya koyan gelişmelere bütünüyle doğal bir cevaptı. Sovyetler Birliği’nin ve “sosyalist kamp” ülkelerinin bu görevin üstesinden bütün olarak hiç de fena gelmediğini de kabul etmek gerek. Havada uçuşan sosyal adalet fikirleri böylelikle çözümünü büyük ölçüde SSCB’de şekillenen devlet ve iktisat yapısı modelinde buldu. Bence bu, Sovyetler Birliği’nin başlıca başarılarından biridir ve bütün dünyada sosyal zenginliğin daha adil şekilde yeniden dağılımına yönelik ilerlemeye muazzam bir momentum katmıştır. “Komünizm hayaleti” korkusuyla bütün dünyada, en pazarcı devletlerde bile emekçinin pozisyonunu esasen güçlendiren derin sosyal programlar uygulanmaya başlandı. SSCB’de gerçekleşen sosyal kazanımlar yeryüzünün muhtelif köşelerindeki insanların daha fazla sosyal hak elde etmelerine yardımcı oldu, bu da bilimsel teknolojik ilerlemeye, toplumdaki üretici güçlerin gelişmesine katkıda bulundu ve hatta 20’nci yüzyılın ikinci yarısına doğru iktisadi gelişmenin esas motoru insan sermayesi oldu, ve bu da başka bir yeniden üretim faktörünü, insanların zihinsel yetilerini merkezi bir konuma taşıdı. Emek ve sermaye arasındaki kavramsal karşı karşıya gelişin eski güncelliğini kaybetmesinin nedeni de buydu: SSCB varlığıyla fiilen, sosyal ilişkilerin yeni bir seviyeye, insanın zihinsel yetilerinin önceliği seviyesine çıkmasına katkıda bulunuyordu. Bununla birlikte sosyal adalet fikirleri de üretici güçlerin unsurları arasındaki karşılıklı bağların yeniden formatlanması bağlamında dahi buharlaşamazlardı, zira her halükârda sosyal zenginliği bölüştürmek gereklidir ve bu sürecin adilane yürütülmesi talebi de, sanırım, toplum bilincine genetik olarak kazılıdır. Bugün toplumu birleştirecek bir devlet ideolojisi talebinin şekillendirilmesi meselesinin ıstırap verircesine hissedilmesinin nedeni de bence budur. Sosyal adalete dayanan bir ideoloji olmaksızın devletin gelişmesinin istikrarlı bir izleğe varması mümkün değil. Sosyal adalet derken sadece maddi zenginliklerin adaletli bir şekilde dağıtılması değil, insanların kendi karmaşık öz-gerçekleşmeleri için imkânları elde edecekleri en genelde adil sosyal ilişkilerin inşası da anlaşılır. Bu kapsamda Sovyet tecrübesinin tam da bugün aranılan şey olduğunu düşünüyorum.

Meselenin iktisadi bileşenine gelince, bence, Sovyetler Birliği’nde yaşanan gelişmelerin analizi girişimlerinde belirgin çarpıtmalara da sıklıkla şahit oluyoruz. Bugün iktisat biliminde, bir ülkedeki makroekonomik durum evrensel makro göstergelerle değerlendiriliyor, bunlardan biri GSYH. SSCB’de bu toplam gösterge olarak GSMH kullanılıyordu. Ama bu göstergeler arasındaki farklılık, başka sebeplerin yanısıra Sovyet ekonomisinin kapalılığı ölçüsünde önemsizdir, bu yüzden üzerinde durmayacağız.

Bence Sovyet ekonomisinin hacmi değerlendirilirken bir dizi son derece önemli hata ve yanlış yapılıyor; bunlara değinmeden SSCB ekonomisini gerçekçi şekilde analiz etmenin mümkün olmadığını düşünüyorum.

Birincisi, Sovyet ekonomisinin en güçlü sektörlerinden biri askeri-sınai kompleksti. Ama SSCB’de silah sistemleri ve askeri harcamalar GSMH’ya dâhil edilmezdi; bu durum, SSCB’deki devasa askeri-sınai kompleksin Sovyetler Birliği GSMH’na girmediğini ileri sürmeye imkân verir.

İkincisi, SSCB’de bilimsel çalışmalar ara tüketim dilimleri olarak görülüyordu, yardımcı faaliyet olarak sunuluyordu ve fikir mülkiyeti biçiminde sınıflandırılmıyordu. Bilimsel alan bu göstergeye katılacak olsa Sovyetler Birliği’nin GSMH’sının ne kadar büyüyeceğini tahmin etmek güç değildir.

Üçüncüsü, bilindiği gibi, GSYH’nın önemli bir bölümünü ülkenin ücret toplamı teşkil eder. SSCB’de ortalama ücretlerin mesela ABD’dekinden çok daha az olduğu kimseye sır değil, ancak bu, SSCB’de mevcut özel imkânlara pazar-dışı ilkelerle sahip olunabilmesiyle ilişkiliydi; SSCB’de ücretli eğitim, sağlık vb. en azından hesaplamalarda söz konusu bile olamazdı.

Dördüncüsü, bugün, son on yıllarda hep olduğu gibi, iktisadi anlamda başarılı denen ülkelerde GSYH’daki aslan payını hizmet sektörü alıyor. Fiyatlandırma ise pazar temelinde gerçekleşiyor. Ama SSCB’de pazar fiyatlaması ancak tekil durumlarda söz konusuydu, bu yüzden devasa sektörler ödemeli ve hesaplanabilir hizmetler sektöründen düşüyordu. Bu bilhassa tıp, sağlık ve başka sektörlerde görülüyordu. Ücretli konut pazarı neredeyse hiç yoktu; oysa bu birçok ülkenin GSYH’sında önemli bir dilimi teşkil eder.

Dolayısıyla açık ki, bugün sıklıkla batı ülkeleriyle modellenen ve karşılaştırılan SSCB GSYH son derece çarpıtılıyor, küçümseniyor ve ekonomide meydana gelen ilerlemelerin gerçek tablosunu düzgün bir şekilde yansıtmıyor. Ama hâlihazırda uygulanmakta olan ve (benim görüşüme göre) kesinlikten çok uzak metodolojik temelde ve hesap yöntemlerine göre bile kişi başına satın alma paritesine dayanan GSYH SSCB’de 1929’dan 1990’a kadar 8,87 kat artmıştı. Karşılaştırma için, ABD’de aynı dönemde artış yaklaşık 5,34 kattır. Üstelik ABD’de Sovyetler Birliği’nin yaşadığı korkunç savaş da yaşanmadı. Ayrıca şunu unutmamak gerek: yeniden üretim faktörlerinin yukarıda değinilen türden kavramsal bir karşı karşıya gelişinde zaferi emeğin kazandığı dünyadaki esasen ilk ülke olan SSCB, dünya sermayesinin muazzam baskısıyla da çarpışıyordu. Bu, benim görüşüme göre, batılı “uzmanlar” ordusunun ve onlara eklemlenmiş koca bir yerli “uzmanların” göstermeye çalıştığı gibi, Sovyetler Birliği’nde gerçekten de etkisiz ve rekabet eksikliği içeren bir ekonomi mi vardı acaba diye en azından düşünmeye zorlar.

Bununla birlikte kuşkusuz ki Sovyet ekonomi makinesi kusur ve hatalardan azade değildi. Bilhassa inovasyonların uygulanmasındaki etkisizlik açısından boşluklar, dogmatizm, idari cihazın ataletiyle ilişkili problemler, Sovyetler Birliği’nde devlet idaresi sisteminin etkin işleyişine engel oluyordu. Ama SSCB’nin iktisat siyasetindeki başlıca problem, bence, sosyal zenginliklerin dağılımı sistemindeki derin farklılıklara rağmen katma değerin oluşması açısından SSCB’deki iktisat siyaseti ve yönetme modelinin batıdakine benzerlik göstermesidir; yani bu, öncelikle pazarların genişlemesi yoluyla maddi üretimin gelişimini teşvik etmeye dayanan bir iktisadi kalkınma modeliydi, buysa zaten kendiliğinden pazarların sınırlı olması ölçüsünde büyümenin sınırlarına vardığını ima ediyordu. İnsanlık, anılan bu iktisadi modelin bitik niteliğine Sovyetler Birliği’nin ve “sosyalist kampın” dağılması döneminde olduğu gibi bugün, “batının küresel dolar merkezli küresel yönetiminin dikişleri patlarken” de tanık oldu.

Ancak bence, yukarıda sayılan problemleri olsa da, Sovyetler Birliği’nin dünyaya, iktisadi gelişmenin etkin bir stratejik planlanması sisteminin inşası, iktisadi büyümenin jeneratörü olarak tek devreli olmayan bir para sistemi, sosyal devlet fikrinin nitelikli ve pratik bir uygulaması, çokuluslu bir ülkenin muhtelif halklarının özgünlük ve geleneklerine gerçek ama deklare edilmemiş bir saygı (tahammül değil, gerçek anlamda saygı), merkeze en uzak bölgelerdeki gençliğin bile kendini ortaya koyabilmek imkânına sahip olduğu sosyal kaldıraçların işlevselliği, ücretsiz yüksek öğrenim, ücretsiz ve rekabete açık bir sağlık sistemi, güçlü bir askeri-sınai kompleks, çok zengin bir kültür alanı, dünyadaki en iyi sportif sanayi organizasyonu sistemi gibi tartışmasız olumlu nitelikler sergilediğine kuşku yoktur. Ama benim görüşüme göre SSCB’nin en önemli başarısı, sadece cüzdanın şişkinliğine ve banka hesaplarındaki sıfırların sayısına değil emekçiye ve toplumdaki her insanın zihinsel yetilerine saygının öncelik olduğu bir toplumun ve sosyal ilişkilerin kurulmasıydı. Bence bu, yukarıda söylenenlerin ışığında, merkezi yeri bir yeniden üretim faktörü olarak (görünen o ki) insanın zihinsel yetilerinin işgal edeceği geleceğin toplumunun inşasında uygulanabilecek ve uygulanması gereken bir anlatının Sovyet sosyal ilişkiler sisteminde bulunduğunu düşünmeye imkân sağlıyor. Ben bunun, bir toplumun sistemsel kurucu ilkesi olarak sosyal adalet unsurunun rolünü büyük ölçüde tahkim edeceğini düşünüyorum, zira toplumun zihinsel yetilerinin gelişmesiyle birlikte o toplumdaki sosyal adalet talebi de ister istemez güçlenmelidir. Ve bu da, Sovyet tecrübesinin post-Sovyet coğrafyası ülkelerinin geleceğinin adaletli surette inşası için hâlâ yararlı olduğunu gösterir!

Dünya Basını

Avrupa’nın Rusya politikasının asıl kazananı

Yayınlanma

Editörün notu: İtalyan gazeteci, yazar ve çevirmen Thomas Fazi, Avrupa Birliği’nin Rus enerji ithalatını kesme politikasının, yaptırımlar ve Ukrayna’yı destekleme arzusundan kaynaklandığını, ancak Avrupa için yüksek enerji maliyetleri ve sanayisizleşme gibi ekonomik zararlara yol açtığını vurguluyor. Bu politika, ABD LNG’sinin Rus boru hattı gazından daha pahalı ve çevreye daha zararlı olmasına rağmen, Avrupa’ya önemli bir LNG tedarikçisi haline gelen ABD’ye fayda sağlıyor. Unherd portalında kaleme aldığı makalesinde Fazi, AB’nin tutumunun aynı zamanda Rusya ile ilişkilerin gelecekte normalleşmesini engelleme arzusundan ve ABD’nin ticari çıkarlarından kaynaklandığını, bunun da Avrupa’nın stratejik özerkliğini ve ekonomik rekabet gücünü zayıflattığını ifade ediyor. Rus gazının bariz avantajlarına rağmen, AB liderleri küresel piyasalardan temin edilen daha maliyetli LNG’ye olan bağımlılıklarını artırarak Avrupa’nın ekonomik sıkıntılarını ve jeopolitik gerilimleri körüklüyor.


Avrupa’nın Rusya politikasının asıl kazananı

Amerika kazançlı çıkacak

Thomas Fazi

Unherd

Avrupa Birliği’nin (AB) binlerce yaptırımla adeta kendi ayağına sıkma politikası tüm hızıyla sürüyor. Son üç yılda Avrupa’ya verdiği ekonomik ve endüstriyel zarardan tatmin olmamış görünen Avrupa Komisyonu, bu ayın başlarında, iki yıl içinde tüm Rus enerji ithalatını —doğalgaz, sıvılaştırılmış doğalgaz (LNG), petrol ve nükleer santraller için zenginleştirilmiş uranyum dahil— ortadan kaldırmaya yönelik yeni bir plan açıkladı.

Güncellenmiş REPowerEU yol haritasının bir parçası olarak Komisyon, 2025 sonuna kadar Rusya’dan spot piyasa doğalgaz ithalatını —şu anda AB gaz alımlarının üçte birini oluşturan mevcut ve yeni sözleşmeler dahil— yasaklama sözü verdi. Ayrıca, 2027 yılına kadar tüm uzun vadeli Rus enerji sözleşmelerinin yasaklanmasını önerdi.

Ukrayna’daki savaştan önce Rusya, AB’nin gaz ihtiyacının büyük kısmını boru hatları aracılığıyla karşılıyordu. O zamandan beri AB, Rusya’nın gaz ithalatındaki payını 2021’de yüzde 45’ten 2024’te yüzde 19’a düşürdü ve 2025 için yüzde 13’lük bir düşüş daha öngörülüyor. Yine de Rusya, Norveç ve Cezayir’in ardından AB’nin en büyük üçüncü gaz tedarikçisi olmaya devam ediyor. Boşluğu doldurmak için Avrupa, toplam gaz ithalatındaki payı yüzde 20’den yüzde 50’ye yükselen sıvılaştırılmış doğalgaza (LNG) yöneldi. Bunun neredeyse yarısı Amerika Birleşik Devletleri’nden geliyor.

Sorun şu ki, LNG, boru hattı gazından çok daha pahalı ve değişken. Boru hattı ithalatı genellikle uzun vadeli sözleşmelerle güvence altına alınırken, LNG fiyatları küresel spot piyasasına bağlıdır, bu da onları finansal spekülasyona ve jeopolitik şoklara karşı savunmasız hâle getirir; sonuç olarak daha yüksek maliyetler ve daha büyük belirsizlik ortaya çıkar.

İronik bir şekilde, AB, Rusya’dan boru hattı ithalatını azaltırken, Rus LNG alımlarını artırıyor. Sadece 2025’in ilk dört ayında, Rus LNG’sinin Avrupa’ya teslimatları bir önceki yıla göre yüzde 12 arttı. Neden mi? Çünkü tam ve ani bir kesinti hiçbir zaman mümkün olmadı; dahası, Macaristan ve Slovakya gibi ülkeler ucuz Rus gazını maliyetli ABD LNG’si ile değiştirmeyi açıkça reddetti. Fakat bu aynı zamanda yasal nedenlerden de kaynaklanıyordu: Pek çok Avrupalı şirket, Rus tedarikçilerle uzun vadeli “al ya da öde” sözleşmelerine bağlı kalmaya devam ediyor. Genellikle 2022’den önce imzalanan bu anlaşmalar kapsamında, alıcılar gazı alıp almadıklarına bakılmaksızın sözleşmeli hacimler için ödeme yapmak zorundadır. Bu, daha yüksek fiyatlarda bile ithalatın devam etmesini rasyonel bir seçim hâline getiriyor.

Fransa, İspanya, Hollanda, Belçika ve İtalya şu anda Rus LNG’sinin en büyük ithalatçıları konumunda. Yeniden gazlaştırıldıktan sonra —yani tekrar doğalgaza dönüştürüldükten sonra— bu gaz Avrupa şebekesine giriyor ve sonuç olarak Almanya gibi diğer ülkelere de tedarik sağlıyor. Bu arada, Rus boru hattı gazı hâlâ Avrupa’ya —ve şaşırtıcı bir şekilde Ukrayna’ya da— Türkiye üzerinden Bulgaristan, Sırbistan ve Macaristan’a transit geçiş yapan TurkStream boru hattı aracılığıyla akmaya devam ediyor, diğer büyük güzergâhlar (Yamal-Avrupa, Kuzey Akım, Ukrayna) kapanmış olsa bile.

Ancak Brüksel şimdi tüm bunlara bir son vermek istiyor. AB Enerji Komiseri Dan Jørgensen, “Geçen yıl enerji ithalatımız için Rusya’ya hâlâ 23 milyar avro ödedik,” dedi ve ekledi: “Gelecekte tek bir molekül bile ithal etmek istemiyoruz. Kendi güvenliğimiz ve Ukrayna ile dayanışmamız için.” Komisyon Başkanı Ursula von der Leyen ise şunları söyledi: “Şimdi Avrupa’nın güvenilmez bir tedarikçiyle enerji bağlarını tamamen koparma zamanıdır. Kıtamıza ulaşan enerji kaynakları Ukrayna’ya karşı savaşı finanse etmemelidir.”

AB ayrıca, 2022 sonundan itibaren Rus ham petrolünün deniz yoluyla ithalatını ve Şubat 2023’ten itibaren Rus rafine petrol ürünlerini yasaklayan altıncı yaptırım paketinden muaf tutulan ve petrolünün yüzde 80’ini hâlâ Moskova’dan ithal eden Macaristan ve Slovakya’ya karşı sert bir tutum sergileyeceğini duyurdu. Bu ülkelerin 2027 yılına kadar kalan ithalatı aşamalı olarak sonlandırma planları sunmaları gerekecek. Komisyon ayrıca şirketlerin ceza ödemeden Rus gaz sözleşmelerinden çıkmak için “mücbir sebep” ileri sürmelerine olanak tanımanın yollarını araştırıyor.

Son olarak, Brüksel ayrıca Rusya ile yeni enerji sözleşmelerinin yasaklanmasını ve mevcut ithalata yönelik yeni yaptırımları da değerlendiriyor. Ancak bu tür önlemler neredeyse kesinlikle Macaristan ve Slovakya’dan veto yiyecektir. Macaristan Dışişleri Bakanı Péter Szijjártó’nun ifade ettiği gibi: “AB Komisyonu’nun Rus enerjisini yasaklamaya yönelik siyasi güdümlü planı ciddi bir hatadır. Enerji güvenliğini tehdit ediyor, fiyatları artırıyor ve egemenliği ihlal ediyor.” Buna katılmamak zor.

Gerçekten de, ithal LNG’nin —özellikle ABD LNG’sinin— daha yüksek maliyeti, Avrupalı haneleri ve sanayileri derinden etkiledi. Yakın tarihli Draghi raporu, yüksek enerji fiyatlarının Avrupa’nın azalan rekabet gücünde önemli bir faktör olduğunu doğruladı. AB şirketleri artık elektrik için Amerikalı muadillerine göre iki ila üç kat, gaz için ise dört ila beş kat daha fazla ödüyor. Sonuçları acımasız oldu: AB genelinde art arda üç yıl boyunca düşen sanayi üretimi ve durgunluk, Batı Avrupa’nın büyük bölümünde —özellikle Almanya’da— ise doğrudan sanayisizleşme yaşandı.

Almanya, diğer ülkeler gibi, şüphesiz önceden var olan zorluklarla boğuşuyor olsa da, enerji maliyetlerinin artık Alman ve Avrupa sanayisi için en büyük tek tehdit olduğu aşikar. Pek çok firma üretimi yurt dışına taşımaya başladı. Büyük kimya gruplarının Avrupa’dan tamamen çıkmaya hazırlandığı bildiriliyor. Bir raporda, “Bu değişimler, Avrupa’nın enerji maliyetlerinin yaklaşık üç yıldır olağanüstü yüksek kaldığı bir zamanda geliyor. AB imalat üretiminin yüzde 5 ila 7’sini oluşturan ve 1,2 milyon kişiyi istihdam eden kimya sektörü olağanüstü bir baskı altında. Avrupa Kimya Sanayii Konseyi, 21 büyük tesiste 11 milyon tonun üzerinde üretim kapasitesinin planlanan kapanışı konusunda uyardı ve acil eylem çağrısında bulundu,” denildi.

Fakat Brüksel dinlemiyor. Gerçekten de, AB’nin Rus gazına tam bir yasak getirmesi, Avrupa’nın zaten bocalayan sanayi tabanına muhtemelen son darbeyi vuracaktır. Avrupa sadece daha büyük hacimlerde daha yüksek fiyatlı LNG —öncelikle ABD’den— ithal etmek zorunda kalmakla kalmayacak, aynı zamanda Rusya LNG’sini daha uzak pazarlara yönlendirdikçe taşıma maliyetleri artacak, zaten değişken olan küresel gaz fiyatlarını daha da yukarı çekecek ve AB’ye ithalatı daha da pahalı hâle getirecektir.

Peki bu görünüşte intihar gibi görünen politikanın ardındaki mantık nedir? Resmi argüman —Rus enerjisinin “Putin’in savaş makinesini finanse ettiği”— zayıf. Rusya askerlerine ödemelerini ve silahlarını ruble ile yapıyor, dövizle değil. Gazı Avrupa’ya, Çin’e ya da Hindistan’a satması Rusya için pek fark etmiyor. Brüksel’deki bürokratların bunu anladığı varsayılabilir — bu da Avrupa Komisyonu’nun son hamlesinin Rusya’nın Ukrayna’da savaşma kapasitesini zayıflatmaktan çok başka hedefler peşinde koştuğunu gösteriyor. Bunlar arasında, AB-Rusya ilişkilerinin gelecekte normalleşmesini engelleme arzusunun olduğunu öne sürüyorum.

Bu durum, 2022’de bir Ukraynalı grubun gerçekleştirdiği iddia edilen su altı bombalı sabotajına uğrayan Kuzey Akım 2 boru hattının asla yeniden açılmamasını sağlamak için “her şeyi” yapacağına yemin eden yeni Almanya Şansölyesi Friedrich Merz tarafından açıkça ortaya kondu. Von der Leyen, ekibinin üzerinde çalıştığı “yeni yaptırım paketinin” bir parçası olarak Kuzey Akım’dan bile bahsetti. Financial Times‘a göre, Berlin ve Brüksel’de Kuzey Akım’ın herhangi bir şekilde yeniden canlanmasını engellemeye yönelik tartışmalar, Rus ve ABD’li iş çevrelerinin boru hattının operasyonlarını yeniden başlatma seçeneklerini araştırdığı haberleriyle tetiklendi.

Merz’in Kuzey Akım’a kalıcı bir yasağı onaylama kararı sadece ekonomik olarak anlamsız olmakla kalmıyor, aynı zamanda Avrupa tarihindeki en kötü endüstriyel sabotaj eylemini, özellikle Alman hükümeti ve müttefiklerinin saldırı hakkında potansiyel ön bilgisi konusunda hâlâ gizemini koruyan bir olayı etkili bir şekilde meşrulaştırıyor. Dahası, Almanya içinde Rus gaz tedarikinin yeniden sağlanmasına yönelik artan kamuoyu desteğine açık bir saygısızlık gösteriyor. Yakın zamanda yapılan bir anket, boru hattının sonlandığı Mecklenburg-Vorpommern’deki sakinlerin yüzde 49’unun Rus gaz ithalatının yeniden başlatılmasını desteklediğini ortaya koydu. Bu arada, ulusal düzeyde yüzde 20’nin üzerinde oy alan AfD, Kuzey Akım’ın yeniden açılması çağrısında bulundu; bu fikir iş dünyası liderleri ve hem CDU hem de Sosyal Demokratlar üyeleri tarafından giderek daha fazla paylaşılıyor.

Nedenini anlamak kolay: Boru hattını yeniden açmak ekonomik ve stratejik açıdan mantıklı. Rus gazı, yüksek emisyonlu hidrolik kırma (fracking) yöntemiyle üretilen ve dünyanın öbür ucundan taşınan Amerikan LNG’sinden daha ucuz, daha istikrarlı ve çevreye daha az zararlıdır. Buna karşı her zamanki argüman, Kuzey Akım’ın “Rus gazına sorumsuz bir bağımlılık yarattığıdır”. Ancak bir Alman analistin de belirttiği üzere, uzun bir süre boyunca önce Sovyetler Birliği, ardından da Rusya, çeşitli jeopolitik krizlere rağmen Almanya’ya enerji tedarik etmeye devam etti. Bu durum, Batı’nın agresif söylemler eşliğinde ekonomik bir savaş başlattığı zaman bile devam etti. Ve hatta Almanya’nın Ukrayna’ya silah teslimatından ve ardından Kuzey Akım’a yönelik terör saldırısından sonra bile, Rus tarafı gaz tedarikinin yeniden başlatılıp başlatılmayacağının Alman tarafına bağlı olduğunu defalarca belirtti.

Yine de Alman ve AB liderleri yeniden angajmana en şiddetle karşı çıkanlar olmaya devam ediyor. Neden? Kısmen Rusya’ya karşı derinden kökleşmiş düşmanlıkları nedeniyle. Ama aynı zamanda daha derin jeopolitik dinamikler de devrede. Küresel LNG piyasası arz kısıtlı. Fazla kapasitesi olan az sayıda ülke var. Şu anda LNG ihracat altyapısını genişleten Amerika Birleşik Devletleri, kâr elde etmek için benzersiz bir konumda. Trump, LNG’yi ticaret politikasının merkezine koyarak, ticaret dengesizliğini daraltmanın bir yolu olarak AB’ye daha fazla alım yapması için baskı yaptı. Bu durum, AB’nin “stratejik özerklik” söylemleriyle alay eder nitelikte. Kamuoyu önünde Trump’a meydan okuyan AB liderleri, Avrupa’nın ekonomik düşüşünü hızlandırsa bile, sessizce onun enerji taleplerini uyguluyorlar.

Bir Alman yorumcunun gözlemlediği üzere: “Planlanan Rus gaz ithalatı yasağının Ukrayna’daki savaşla pek ilgisi yok, her şey Amerika’nın ticaret savaşıyla ilgili. AB, Trump’a teslim oluyor. Bu teslimiyetin bedeli, özellikle Almanya için yıkıcı olacak.” Ve AB liderlerinin iklim ikiyüzlülüğünü de unutmayalım. ABD LNG’si, hem uzun mesafeli taşımacılığı hem de hidrolik kırma tabanlı çıkarımı nedeniyle Rus boru hattı gazından çok daha yüksek bir karbon ayak izine sahip. Ancak ironik bir şekilde, boru hattı akışlarının yeniden sağlanmasına en çok karşı çıkanlar, kendilerini çevreci ilan eden Alman Yeşilleridir.

Sonuç olarak, Rus gaz ithalatının yeniden başlatılmasının her düzeyde mantıklı olduğu açık olmalıdır: LNG’den daha ucuz, daha güvenilir, çevre açısından daha temizdir ve aynı zamanda Moskova ile jeopolitik ilişkilerin istikrara kavuşmasına yardımcı olacaktır. İşte tam da bu yüzden AB liderlerinin tam tersini yapması şaşırtıcı değil: dünyanın dört bir yanından gelen daha pahalı, daha değişken ve daha kirletici LNG’ye olan bağımlılığı derinleştiriyor, Avrupa’nın sanayisizleşmesini hızlandırıyor ve Rusya ile çatışma ateşini körüklüyorlar.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

FP: ABD anlaşma değil teslimiyet istiyor

Yayınlanma

Foreign Policy’ye göre, Washington’un İran’dan talepleri gerçekçi bir anlaşmadan çok, koşulsuz teslimiyet anlamına geliyor. İran ise nükleer programını ulusal bir hak olarak görüyor ve bu ilkesinden vazgeçmeye yanaşmıyor. Geçmişte Şah döneminde başlayan bu kararlılık, bugün de İslam Cumhuriyeti yönetiminde devam ediyor. FP’nin analizine göre, diplomasi ancak karşılıklı taviz ve doğrulanabilir denetim mekanizmalarıyla mümkün olabilir:

***

FP: İran’la müzakerelerde maksimalist bir yaklaşım neden işe yaramaz?

İslam Cumhuriyeti, tıpkı kendisinden önceki monarşi gibi, nükleer yakıt üretimini bir hak olarak görüyor.

Sina Azodi

İran Dışişleri Bakanı Abbas Irakçi ile ABD özel temsilcisi Steve Witkoff arasında yürütülen beşinci tur nükleer görüşmeler geçen hafta Roma’da “bir miktar ama kesin olmayan” ilerlemeyle sona erdi, görüşmelere aracılık eden Ummanlı diplomat böyle açıkladı.

Görüşmelerdeki temel anlaşmazlık noktası İran’ın zenginleştirme kapasitesi oldu. İran, Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması (NPT) çerçevesinde uranyum zenginleştirme hakkına sahip olduğunu uzun süredir savunurken, ABD bu iddiayı tutarlı şekilde reddediyor. Washington’a göre NPT açıkça böyle bir hak tanımıyor. ABD şu anda İran’dan uranyum zenginleştirme programından tamamen vazgeçmesini talep ediyor, ancak bu maksimalist bir talep ve İran tarafından kabul edilmeyecek.

Irakçi, ABD ile yürütülen görüşmelere liderlik eden isim olarak, İran’ın bu konudaki tavrını yeniden teyit etti. Nükleer silahlara sahip olmamasını garanti altına alacak bir anlaşmanın “mümkün” olduğunu söyleyen Irakçi, uranyum zenginleştirmenin ise “anlaşma olsun ya da olmasın devam edeceğini” belirtti. Ayetullah Ali Hamaney, 20 Mayıs’ta ABD’nin talepleri hakkında yaptığı konuşmada, “İran’da kimse onların iznini beklemiyor. İslam Cumhuriyeti’nin kendi politikaları ve yönü belli ve buna sadık kalacakt” dedi.

ABD-İran nükleer müzakerelerinde 5. tur Roma’da yapıldı

ABD tarafındaysa iki farklı görüş var ama her ikisi de İran’ın uranyumu kendisinin zenginleştirmesine karşı çıkıyor. Daha önce sınırlı bir zenginleştirme kapasitesine yeşil ışık yakabileceğini ima eden Witkoff, 18 Mayıs’ta bu tutumunu değiştirerek, ABD’nin “Yüze bir oranında dahi zenginleştirmeye” izin veremeyeceğini söyledi.

Trump yönetimi yetkilileri, İran’ın uranyumu zenginleştirmediği sürece sivil bir nükleer programa sahip olabileceği görüşünde. Dışişleri Bakanı Marco Rubio, Nisan ayında, “İran sivil bir nükleer program istiyorsa, dünyadaki diğer birçok ülke gibi zenginleştirilmiş uranyumu ithal edebilir” demişti.

Ancak bu tutum 1990’larda ABD’nin İran’daki sivil amaçlı da olsa her türlü nükleer programa tamamen karşı olduğu yaklaşımdan açık bir sapma olarak görülse de iki tarafın istediği türden bir anlaşmaya götürmeyecek. Çünkü İran’ın nükleer faaliyetlerin tüm aşamalarına erişimi hak gören tutumu İslam Cumhuriyeti’nden önceye dayanıyor. Aslında, bu konu İran ile ABD arasındaki uzun süredir devam eden çıkmazın göbeğinde.

1970’lerde, o dönemde ABD’nin yakın müttefiki olan İran Şahı, Tahran’ın devasa petrol gelirlerini iddialı bir nükleer programa yatırdı. Haziran 1974’te, İran Fransa ile beş adet 1.000 megavatlık nükleer reaktör inşa edilmesi için 4 milyar dolarlık anlaşma imzaladı; reaktörlerin 1985’e kadar tamamlanması planlanıyordu. Aynı yılın Kasım ayında İran, Batı Alman şirketi Kraftwerk Union ile Buşehr’de iki adet 1.200 megavatlık hafif su reaktörü (İran I ve İran II) inşası için anlaşma yaptı. Anlaşma, reaktörler tamamlandıktan sonra İran’ın, Batı Almanya ile istişare ederek kullanılmış nükleer yakıtı yeniden işlemek üzere tesisler kurmasını öngörüyordu.

İranlılar ABD’den reaktör satın almakla da ilgilenmişti, ancak Washington ile yürütülen müzakereler çok daha zordu. Hindistan’ın 1974 Mayıs’ında gerçekleştirdiği “Barışçıl Nükleer Patlama” sonrasında ABD, İran gibi gelişmekte olan ülkelere hassas teknoloji ihracatı konusundaki kısıtlamaları sıkılaştırmıştı. İronik olarak, Hindistan bu testi ABD Atom Enerjisi Komisyonu Başkanı Dixy Lee Ray Tahran’ı ziyaret ederken gerçekleştirmişti.

ABD’li yetkililer, Şah’tan sonra düşmanca bir rejimin iktidara gelmesi durumunda neler olabileceği konusunda giderek daha fazla endişe duymaya başladı. Haziran 1974 tarihli bir notta Savunma Bakanı James Schlesinger’a, “İran nükleer silah kapasitesi geliştirmeye çalışırsa… planlanan 20.000 MW’lık İran nükleer enerji programından elde edilecek yıllık plütonyum, 600-700 nükleer başlığa denk olacaktır” uyarısı yapıldı.

ABD ayrıca Şah’ın gerçek niyetlerinden de endişeliydi. Ekim 1977’de, CIA psikiyatristi Jerrold Post, gizli bir notta ajansın Şah’ın nükleer silah konusundaki taahhütlerine güven duymadığını belirtti. 1978’e gelindiğinde, İran ordusu bir generalin gözetiminde nükleer silahla ilgili araştırmalar yürütüyordu.

ABD ve İsrail arasında İran gerginliği: Telefonda hararetli tartışma

Tahran ile Washington arasındaki temel anlaşmazlık, kullanılmış uranyumunun yeniden işlenmesiyle elde edilen ve silah yapımı için kritik önemdeki plütonyum konusundaydı. ABD, yakın müttefiki Şah’a, yeniden işleme planlarını terk ederek ABD’nin denetiminde bir çözümle ilerlemesini ve nükleer sahnede “devlet adamlığı” göstermesini istedi.

Bu talep, Tahran için ciddi bir ikilem oluşturuyordu. Yıllar sonra bir röportajda, Şah’ın nükleer programının mimarı Ekber İtimad, bunu şöyle açıklamıştı: “Amerikalılarla çalışamazdık çünkü bize dediler ki eğer yakıtı bizden alırsanız, kullanılmış yakıtla ne yapacağınıza biz karar veririz”

“Ön onay hakkı” olarak bilinen bu koşul, ABD’den ithal etse dahi İran’ın kullandığı yakıtı kendisinin işlemesini engelleyecekti. İranlılara göre bu tür kısıtlamalar ülkenin egemenliğini ihlal ediyordu ve karşı çıkılması gerekiyordu.

İranlı yetkililer, İtimad ve Şah dahil, yeniden işlemeyi hem yasal bir hak hem de ulusal egemenlik meselesi olarak değerlendirdiler. ABD ile yürütülen müzakerelerde, İran tarafı NPT’nin yeniden işleme dahil barışçıl nükleer teknolojilere tam erişim garantisi verdiğini savundu. ABD ise bu yorumu reddetti.

Tahran’ın bu konudaki inatçılığında nükleer milliyetçilik de rol oynadı. İtimad, “Hiçbir ülke başka bir ülkeye nükleer politikayı dikte etme hakkına sahip değil” diyerek bu duruşu özetledi. Şah da ABD’li yetkililere “Bizden, egemenliğimizle bağdaşmayan güvenceler istiyorsunuz” diyerek açıkça itiraz etti.

Reaktör satışlarındaki anlaşmazlıklar, ABD yetkililerinin ifadesiyle ikili ilişkilerde “ciddi bir rahatsızlık” haline gelmişti. Ancak Washington, Şah’ın hassasiyetlerini göz önünde bulundurarak bu algıyı yumuşatmaya çalıştı. Kasım 1975’te Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, dönemin İran Büyükelçisi Richard Helms’e, ABD’nin “İran’a özel ve olumsuz bir muamele uygulamadığını” iletmesini istedi. Ford yönetimi, “veto hakkı” talebini “sıkı güvenlikli program” ifadesiyle değiştirmeyi teklif ettiğinde bile İran yine reddetti.

Tahran ayrıca ABD’nin İran’da çok uluslu bir yeniden işleme tesisi kurulması önerisini de komşu ülkelerle zayıf ilişkileri gerekçe göstererek reddetti. Kissinger daha sonra çok uluslu yeniden işleme fikrini “aldatmaca” olarak nitelendirdi. Sonuçta, Ford yönetimi İran’ın güçlü karşı çıkışları nedeniyle anlaşmaya varamadı.

Yine de İran, Şubat 1977’de kullanılmış yakıtı yeniden işleme konusundaki ısrarından kısmen vazgeçmeyi kabul etti. Bu taviz karşılığında ABD, İran’a “En çok gözetilen ulus” statüsündeki diğer müttefiklerine sağladığı ayrıcalıklı muameleyi tanıdı. Temmuz 1978’de nükleer reaktör satışı konusunda bir anlaşma imzalandı, ancak bu anlaşma Şah’ın Şubat 1979’da devrilmesi nedeniyle hayata geçirilemedi.

Ancak bu gelişme İran’ın nükleer hedeflerinin sonu olmadı aksine yeni bir yönetim altında aynı hedeflerle, anti-emperyalist bir söylemle dönüştü.

İslam Cumhuriyeti, Şah’ın nükleer programını devraldığında, önce faaliyetleri durdurdu ve azalttı. Fakat 1982’den itibaren yeniden başladı ve kısa sürede öncülünün hedeflerine benzer bir yola girdi. 1999 yazında uranyum zenginleştirme kapasitesine ulaşan İran, o tarihten bu yana programını istikrarlı şekilde genişletti. Nükleer programını, Batı’dan ekonomik ve ticari tavizler almak için pazarlık aracı olarak kullanmaya çalıştı.

ABD’nin İran’dan istediklerinin gerçekçi olmadığını anlaması zaman aldı. Clinton yönetimi, İran’da herhangi bir nükleer programa kesinlikle karşıydı. Dışişleri Bakanı Warren Christopher, Mayıs 1995’te “İran’ın tüm nükleer programının sona erdirilmesi gerektiğini düşünüyoruz” demişti.

Daha sonra Başkan George W. Bush’un ulusal güvenlik danışmanı Condoleezza Rice, ABD’nin İran’da sınırlı ama sıfır zenginleştirmeye dayalı bir programa razı olması gerektiğini kabul etti. Gerçek bir diplomatik çözüm ancak Başkan Barack Obama, ABD’nin “sıfır zenginleştirme” talebinden vazgeçmesi gerektiğini fark ettiğinde mümkün olabildi.

ABD istihbaratı: İsrail İran’a saldırı hazırlığında olabilir

Ancak Washington’daki görevden alınan Ulusal Güvenlik Danışmanı Mike Waltz ve Senatör Lindsey Graham dahil bazı şahin isimler hâlâ İran’ın nükleer programının tamamen sonlandırılmasını savunuyor; bu da İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun talepleriyle örtüşüyor. Tahran’a göre böyle bir anlaşma, koşulsuz teslimiyet anlamına gelir ve kesinlikle reddedilecektir.

İran’ın dini lideri Hamaney, uzun süredir eski Libya lideri Muammer Kaddafi örneğini bir uyarı olarak gösteriyor. Hamaney 2011’deki bir vaazında, “Kaddafi, nükleer ekipmanlarını batıya teslim etti. Sonra onlar Libya’ya saldırdı ve petrolünü aldı” demişti.

İran liderliğine göre bu tür taleplerin esas hedefi rejim değişikliği. Ülkede, halk arasında bir anlaşma isteği bulunsa da böyle bir teslimiyetin kabul edilmesi İran yönetimi için telefisi zor siyasi bedeller doğurur. İran yönetimi, nükleer programını 1951’deki petrolün millileştirilmesinden bile daha büyük bir ulusal hak olarak görüyor.

Kendinden önceki monarşi gibi, İslam Cumhuriyeti de nükleer yakıt üretiminden vazgeçmeye istekli görünmüyor. İran’ın nükleer programı ve teknolojik kapasitesi artık sahadaki bir gerçek. Eğer Trump yönetiminin amacı Tahran’ın nükleer silah eşiğini aşmasını önlemekse, akıllıca strateji teslimiyet dayatmaları değil, denetime ve karşılıklı tavizlere dayanan diplomasi olmalı.

İran, yaptırımların ciddi olarak hafifletilmesi karşılığında zenginleştirme kapasitesine sınır getirilmesini kabul etmeye hazır olduğuna dair sinyaller veriyor. Kalıcı bir anlaşmanın temeli de budur; tek taraflı, koşulsuz teslimiyet değil.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Ehud Olmert: Evet, İsrail savaş suçu işliyor

Yayınlanma

İsrail’in eski Başbakanı Ehud Olmert, Haaretz gazetesinde yayımlanan son makalesinde, ülkesinin Gazze’deki askeri operasyonlarını sert bir dille eleştirerek, İsrail’in savaş suçu işlediğini ve sivil halkı bilinçli şekilde hedef aldığını söyledi:

***

Artık yeter. İsrail savaş suçu işliyor

Gazze Şeridi’nde son dönemde yürütülen operasyonların meşru savaş hedefleriyle bir ilgisi yok. Bu artık özel bir siyasi savaşa dönüştü.

Ehud Olmert / Haaretz

İsrail hükümeti şu anda amacı, hedefi veya açık bir planı olmayan ve başarı şansı bulunmayan bir savaş yürütüyor. İsrail Devleti’nin kuruluşundan bu yana böyle bir savaşa tanık olunmamıştı. Binyamin Netanyahu liderliğindeki suç şebekesi bu alanda da eşi benzeri görülmemiş bir örnek teşkil ediyor.

Gideon’un Arabaları Operasyonu’nun en belirgin sonucu, Gazze çevresine konuşlandırılmış İsrail askeri birimlerinin karmaşık faaliyetleridir. Özellikle, askerlerimizin daha önce çarpıştığı, yaralandığı, hayatını kaybettiği ve birçok Hamas savaşçısını – ki ölmeyi hak ediyorlardı – ve çok daha fazla masum sivili öldürdüğü mahallelerde bu durum geçerli. Bu siviller, anlamsızca ölen Filistinli kurbanlar istatistiklerine eklendi ve sayı korkunç boyutlara ulaştı.

Gazze’deki son operasyonların hiçbir meşru savaş hedefi yok. Hükümet, askerlerimizi ki ordu da buna itaat ediyor; Gazze Şehri, Cebeliye ve Han Yunus mahallelerinde dolaşmaya gönderiyor. Bu meşru bir askeri operasyon değil. Bu artık kişisel bir siyasi savaşa dönüşmüş durumda. Bunun doğrudan sonucu, Gazze’nin bir insani felaket bölgesine dönüşmesidir.

Son bir yıl içinde, dünyanın dört bir yanından İsrail hükümetine ve ordusunun Gazze’deki davranışlarına yönelik ağır suçlamalar yöneltildi: Soykırım, savaş suçları. İsrail kamuoyundaki tartışmalarda ve uluslararası platformda bu suçlamaları hep kesin bir dille reddettim, ama hükümeti eleştirmekten geri durmadım. Uluslararası medya, İsrail kamuoyundaki tartışmalarda tüm sesleri dinler. Netanyahu’nun borazanlığını yapanlarla ona muhalif olanları ayırt edebilir. Ben de İrlanda, İtalya, Hollanda, Birleşik Krallık ve başka yerlerde röportajlar vererek görüşlerimi paylaştım. Çoğu zaman gazetecileri hayal kırıklığına uğrattım çünkü Gazze’de savaş suçu işlenmediğini ısrarla savundum. Evet, öldürme vakaları fazlaydı ama hiçbir hükümet yetkilisinin sivil halkı kasıtlı olarak hedef alma talimatı verdiğine inanmadım.

Gazze’de ölen masum sivillerin sayısı akıl almaz, adaletsiz ve kabul edilemezdi. Ama bu ölümler, her yerde söylediğim gibi, zalim bir savaşın sonucu olarak meydana gelmişti.

Bu savaş 2024 başlarında sona ermeli, artık sürmemeliydi. Çünkü artık gerekçesi kalmadı, açık bir hedefi yok ve Gazze ya da genel olarak Ortadoğu için bir siyasi vizyon içermiyor. Hükümetin verdiği emirlere uymak zorunda olan ordu, birçok durumda aceleci, dikkatsiz ve aşırı saldırgan davrandı. Ancak hiçbir zaman üst düzey askeri liderlikten sivilleri bilinçli şekilde hedef alma talimatı almadılar. Bu yüzden, o dönemde anladığım kadarıyla, savaş suçu işlenmemişti.

Soykırım ve savaş suçları, savaşın hedeflerini, yürütülüşünü, sınırlarını ve güç kullanımındaki sınırlamaları belirleyen yetkililerin niyetine ve sorumluluğuna dayanan hukuki terimlerdir. Her fırsatta şu ayrımı yaptım: suçlamaları reddettim, ama Gazze’deki sivillerin kurban edilmesindeki umursamazlığı ve insanlık dışı kayıpları kabul ettim.

Fakat son haftalarda bunu artık yapamıyorum. Gazze’de yaptığımız şey artık bir yıkım savaşıdır: ayrım gözetmeyen, sınırsız, acımasız ve suç oluşturan sivil katliamları. Bu, kontrol kaybının bir sonucu ya da belirli birliklerdeki bireysel taşkınlıklar değil. Bu, hükümetin bilinçli, kötü niyetli ve sorumsuz politikasının ürünüdür. Evet, İsrail savaş suçu işliyor.

Öncelikle, Gazze’yi aç bırakıyoruz. Bu konuda hükümet yetkililerinin tutumu açık. Evet, Gazzelilere gıda, ilaç ve temel ihtiyaçlar kasıtlı olarak sağlanmıyor. Netanyahu, her zamanki gibi, verdiği emirleri muğlak hale getirerek cezai sorumluluktan kaçmaya çalışıyor. Ancak bazı yandaşları bunu açıkça söylüyor, hatta gururla: “Gazze’yi aç bırakacağız. Çünkü tüm Gazeliler Hamas.” Bu bakış açısıyla, iki milyondan fazla insanı yok etmenin ahlaki ya da operasyonel bir sınırı yok.

İsrail medyası, çeşitli nedenlerle (bazıları anlaşılabilir) Gazze’deki olayları daha ılımlı bir dille aktarmaya çalışıyor. Ancak dünyanın gördüğü tablo çok daha geniş ve yıkıcı. Bunu sadece “herkes bize düşman” diyerek antisemitizm olarak açıklamak mümkün değil.

Hayır. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron antisemit değil. Onu iyi tanıyorum, son aylarda birçok kez görüştük. Fransa ordusu, İsrail’e yönelik İran saldırılarına karşı savunmada yer aldı. Macron kısa süre önce şöyle dedi: “Düşmanlarınıza karşı yanınızdayım ama beni terör destekçisi olmakla suçluyorsunuz.” Macron İsrail’in dostudur. Aynı şekilde İngiltere Başbakanı Keir Starmer, Hollanda Başbakanı Dick Schoof, İtalya Başbakanı Giorgia Meloni ve diğer Avrupalı liderler de öyle.

Bu liderler, Gazze’den gelen sesleri duyuyor. Yüz binlerce sivilin çektiği acıyı görüyorlar. İsrail kabine toplantılarındaki konuşmaları da takip ediyorlar ve açıkça şunu fark ediyorlar: Netanyahu liderliğindeki İsrail hükümeti, sivil nüfusu açlığa mahkûm eden bir politika yürütüyor. Bu durum felaketle sonuçlanabilir.

Artık İsrail dostu hükümetlerden – Kanada, Birleşik Krallık, Fransa gibi – somut yaptırımlar yönünde sesler yükseliyor. Macron, İsrail’in AB ile olan ortaklık anlaşmasının gözden geçirilmesini önerdi. Hollanda ve İtalya’dan da bu öneriye destek geldi. Bu iki ülke sağ eğilimli hükümetlere sahip ve daha önce İsrail’i zor durumda bırakacak hiçbir adıma yanaşmıyorlardı.

Bu sesler artacak. Uluslararası Ceza Mahkemesi dışında, İsrail’e karşı somut yaptırımlar uygulanma riski doğdu; bu da ekonomik ve diplomatik olarak yıkıcı olabilir.

Netanyahu hükümetinin sözcüleri ve nefret üreten mekanizması hemen mağdur söylemine sarılacaktır: “Herkes bize düşman. Yahudi düşmanı bunlar. Terörü destekliyorlar.” Ama gerçek şu: İsrail’e değil hükümete karşılar. Onlara göre bu hükümet, İsrail’e ve halkına savaş ilan etti ve geri dönülmez zararlar verdi.

Ben de aynı fikirdeyim. Bu hükümet artık içimizdeki düşmandır. İsrail devletine ve halkına karşı savaş ilan etmiştir. Son 77 yılda dışarıdan gelen hiçbir tehdit, Netanyahu, Ben-Gvir ve Smotrich’in verdiği zarar kadar yıkıcı olmamıştır. Bu hükümet, 1948’den bu yana İsrail toplumunu ayakta tutan toplumsal dayanışmayı yerle bir etti.

Bugün İsrail toplumunun geniş kesimlerinin kabul ettiği şu gerçeği tekrar ediyorum: Bu hükümet bu ülkeyi yönetmeyi hak etmiyor. Ne niyeti var ne de kapasitesi. Tek yaptığı şey, halkı birbirine düşürmek, toplumsal uyumu yok etmek. Kardeşi kardeşe, askeri askere, rehineleri ailelerine karşı kışkırtmak. Sadistçe, hasta bir keyifle bunu yapıyor. Rehineleri de hâlâ geri getiremiyor.

Ve tüm bunlar olurken, Batı Şeria’da da Filistinli siviller öldürülmeye devam ediyor. Daha önce de söyledim, yine söylüyorum: “Tepelik Gençliği” adı verilen radikal yerleşimci çeteler her gün korkunç suçlar işliyor, güvenlik güçleri ise buna göz yumuyor.

Tzeela Gez’in öldürülmesi korkunçtu. Bu genç kadın doğuma giderken hayatını kaybetti. Umarım oğlu hayatta kalır ve ailesi onu sevgiyle büyütebilir. Ama Samarya Bölge Konseyi Başkanı Yossi Dagan’ın “Filistin köyleri yok edilmeli” açıklaması soykırım çağrısıdır. Bazı köyler yakıldığında bize bunun birkaç radikalin işi olduğu söylenecek. Bu yalan. Onlar çoklar. Ön safta olanlar küçük bir grup olabilir ama arkalarında onları destekleyen, ilham veren Yossi Daganlar var.

Peki polis nerede? Ordu nerede? Bu suçluları durdurmak için ses çıkarması gereken yerleşimciler nerede?

İsrail ordusunun bazı birliklerinde de sorunlar yaşanıyor. Bazı özel kuvvetlerde bile sivillere acımasız şekilde ateş açıldığı, evlerin yıkıldığı, mülklere el konduğu olaylar var. Hatta bazı askerler bunları sosyal medyada paylaştı. Evet, İsrailliler savaş suçu işliyor. Eski Genelkurmay Başkanı Moşe Yaalon’un “etnik temizlik yapıyoruz” ifadesine katılmıyorum, ama gidişat bu suçlamaların reddedilemeyeceği noktaya yaklaşıyor.

Durmalıyız. Aksi halde milletler ailesinden dışlanacağız. Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılanacağız. Ve buna karşı savunmamız olmayacak.

Artık yeter.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English
OSZAR »