Söyleşi
‘Trump ABD’yi Suriye’den çıkarmak istiyor’

ABD Eski Dışişleri Bakan Yardımcısı Matthew Bryza Harici’ye konuştu: “Trump, ABD askerlerini Suriye’den çekmek istiyor ve bunu ancak Trump’ın NATO müttefiki Türkiye’nin genel durumu istikrara kavuşturabileceğinden emin olması durumunda yapacağını düşünüyorum.”
2001-2005 yıllarında Beyaz Saray’da Ulusal Güvenlik Konseyi bünyesinde Avrupa ve Avrasya İlişkileri Direktörü olarak görev yapan Matthew J. Bryza, 2005-2009 arasında ABD Dışişleri Bakanlığı Avrupa ve Avrasya’dan Sorumlu Müsteşar Yardımcısı olarak görev yürütmüştür. Şubat 2011-Ocak 2012 arasında ABD’nin Azerbaycan Büyükelçiliği görevini üstlenen Bryza, Washington DC merkezli bir düşünce kuruluşu olan Jamestown Foundation’ın Yönetim Kurulu üyesidir.
Matthew Bryza, Rusya-Ukrayna savaşı, Suriye ve Orta Doğu’daki gelişmeler, ikinci Trump dönemine ilişkin beklentiler ve Türkiye-ABD ilişkilerinin gelişimine dair Harici’den Dr. Esra Karahindiba’nın sorularını yanıtladı.
‘Türkiye’nin Suriye’deki YPG/PKK’yı ortadan kaldırmaya çalışacağını düşünüyorum’
Dünyada, ABD’de, Suriye’de pek çok gelişme oluyor. Rusya ve Ukrayna arasında da gelişmeler oluyor. Slovakya Başbakanı Fico Moskova’daydı. İlk kez bir Avrupa lideri Moskova’yı ziyaret etti ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile görüştü. Yani çok fazla gündemimiz var ama önce Suriye ile başlayalım. Gelişmeleri tekrarlamama gerek yok, zaten çok farkındasınız ve yakından takip ediyorsunuz. Son durum hakkındaki görüşünüz nedir?
İlk ve en önemlisi, her şeyin ne kadar çabuk çözüldüğü şaşırtıcı. Ben bunun İran’ın ne kadar zayıfladığının ve Hizbullah’ın İsrail tarafından nasıl yok edildiğinin veya neredeyse yok edildiğinin göstergesi olduğunu düşünüyorum. İran, Suriye’de İsrail tarafından çok sert bir şekilde vuruluyordu ve Rusya çok zayıftı. Rusya, Ukrayna’ya karşı sürekli savaşmaya odaklanmıştı. Böylece Esad rejiminin normal, olağan destekçileri, yani İran ve ardından Hizbullah ve Rusya, Esad’a yardım etmek için orada değildi. Aslında bence çok zayıf değillerdi. Bence en azından Tahran, Moskova ve Ankara da Esad’ın muhalefetle müzakere etmeyi reddetmesinden bıkmıştı.
Biz bunu biliyoruz, değil mi? Aşağı yukarı olarak iki yıl önce Ankara, Şam’la ilişkileri normalleştirmeye çalışıyordu ve Esad buna direniyordu. Bu yüzden ilk şey şu ki, şükürler olsun ki bu korkunç işkence rejimi bitti. Ne kadar çabuk gerçekleştiğine şaşırdım. Ve birçok kişi için İran ve Rusya’nın ne kadar zayıf olduklarının ortaya çıkması şaşırtıcı oldu. Bunlar bu ülkeler için büyük stratejik gerilemeler. Ama benim için Türkiye’de otururken en önemli şey, bu ülkenin potansiyel olarak iktidarı belirleyici olmasıdır.
Ankara’nın HTŞ’yi saldırıya teşvik ettiğini düşünmüyorum ama saldırı başladıktan sonra Türkiye’nin bunu desteklediğini ve kuzeyde YPG/PKK’yı Fırat’ın doğusuna taşımak ve Menbiç’i kurtarmak için bundan yararlandığını düşünüyorum. Bu, uzun zamandır Ankara’nın planıydı ve şimdi Suriye Ulusal Ordusu ile birlikte, bence Türkiye’nin Suriye’deki YPG/PKK’yı ortadan kaldırmaya çalışacağını düşünüyorum ki bu da devasa bir değişiklik.
‘Trump Suriye’yi ABD için stratejik önemde görmüyor’
Dışişleri Bakanı Fidan ve Ahmet El Şara birlikte ortak bir basın toplantısı yaptılar ve asıl fikir YPG’nin varlığını sona erdirmesi. ABD’nin bu konudaki tutumu ne olacak? Çünkü Türkiye için ana konu YPG’den bahsederken, ABD’nin bu grubu desteklemeye devam ettiğini biliyoruz, onların IŞİD’e karşı ortakları olduğunu söylüyorlar. Bu Türkiye için bir koşul ve de yeni Suriye geçici hükümeti için bir koşul. Trump’tan ne bekliyorsunuz? Ne diyecek?
Şam düşmek üzereyken o zaten bunu söyledi: ABD’nin bunun dışında kalması gerektiğini, bu mücadelenin ABD’nin mücadelesi olmadığını ve aslında uzun bir süre, başkanlığı boyunca ABD’nin Suriye’den birliklerini çekmesini istediğini belirtti.
Suriye’de 900 Amerikalı Deyrizor’da tutmaya ikna edildi, bu arada bu sayı 2000’e çıktı. Bunu geçen hafta duyurdu ama açıkça Trump ABD birliklerini ülkeden çıkarmak istiyor ve Suriye’nin Amerika Birleşik Devletleri için stratejik olmadığına inanıyor; en azından pek çok kişinin sandığı kadar önemli değil. Suriye’nin Türkiye, İran veya Rusya için stratejik olarak önemli olduğu kadar (ABD için) önemli olmadığını varsayıyor. Bu yüzden sanırım Suriye’deki ABD üslerini kapatıp onları oradan çıkarmak konusunda istekli olacak ama bir numaralı endişesi şu: IŞİD veya Türkiye’de adlandırıldığı gibi DEAŞ. Ve evet, Biden Yönetimi’nin Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan, ABD’nin sözde Suriye Demokratik Güçleriyle yani YPG ile çalışmaya devam etmesi gerektiğini söyledi.
IŞİD militanları ve ailelerinin tutulduğu hapishaneleri işletmek ve içeride tutmak için… Ben bunun için bir neden göremiyorum. Bu görevin neden YPG tarafından yürütülmesi gerekiyor? HTŞ, birlikte bunu yapabileceğimizi söyledi. HTŞ geçmişte IŞİD veya DEAŞ ile savaştı ve eğer HTŞ sizin dediğiniz gibi yetenekli bir ordu geliştirirse, bu YPG olmayacak ama tüm milislerin silahlarını bırakması gerekecek ve tüm ülke için bir Suriye Ordusu olacak.
Geçmişte IŞİD veya DEAŞ ile savaşmış bir örgüt tarafından yönetilen ulusal bir ordunun, IŞİD teröristlerini ve ailelerini hapishanelerde tutma görevini yerine getiremeyeceğine dair prensipte hiçbir neden göremiyorum. Tüm bunlar söylendikten sonra, çok şey Washington ile Şam’daki yeni liderler arasındaki ilişkilerin nasıl gelişeceğine bağlı. Ancak Başkan Trump’ın tüm ABD birliklerini oradan çekmek isteyeceğini ve ABD’nin giderek temelde HTŞ etrafından şekillenen yeni Suriye hükümetine IŞİD konusunda daha fazla güvenebileceğini umuyorum.
IŞİD’in veya DEAŞ’in önümüzdeki haftalarda nasıl davranacağına bağlı ve kendilerini yeniden oluşturmaya çalıştılar. Bu yüzden bazı ABD askeri eski komutanları, ABD ve SDG’nin Suriye’de IŞİD’e karşı çok çalışması gerektiğini söylüyordu. Bu yüzden Washington’da bir tartışma var ama Trump’ın tartışmayı kazanacağını biliyorum. O başkan ve bence o da kazanmak ve ABD askerlerini oradan çıkarmak istiyor.
‘HTŞ, Türkiye sınırının diğer tarafından maddi ve fiziksel destek almasaydı hayatta kalamazdı’
Bazı insanlar için dışarıda HTŞ devrim savaşçıları veya kahramanlar. Bazı analistler içinse CIA tarafından büyütülüyorlar veya bir Amerikan veya İngiliz istihbarat teşkilatı bu grubu besliyor. HTŞ hakkında çok fazla farklı senaryo var, bazıları bu hızlı başarının arkasında ABD ve İsrail var diyor. Ancak şimdi Bakan Fidan’ın Şara ile birlikte Şam’da olduğunu görüyoruz, Türkiye’nin desteği olduğunu anlıyoruz. Siz ne düşünüyorsunuz?
Temelde birinin ABD’nin HTŞ’yi bir şekilde organize ettiğini söylemesi aptalca. ABD tarafından hâlâ bir terör örgütü olarak tanımlanıyor ve geçen hafta Dışişleri Bakanlığından üst düzey kişilerin Şam’a ziyareti gerçekleşti. Bu zamana kadar Şara’yı öldürecek olan herhangi biri için 10 milyon dolarlık bir ödül vardı, ancak bu ödül artık kaldırıldı. Kaldırılmasının sebebi ise ziyarette yapılan iyi bir konuşma oldu ve eski meslektaşım, Yakın Doğu veya Orta Doğu Dışişleri Bakan Yardımcısı Barbara Leaf, “Tartışmanın ne kadar yapıcı olduğuna memnuniyetle şaşırdım” dedi. Şara’nın, önceki adıyla Colani’nin, her kesimi temsil eden bir hükümet ve azınlık haklarına saygı duyulan bir yapı için hazır olduğunu düşünüyorum.
Böyle bir organizasyon genelde terörist bir grup olarak tanınmaz ve liderini öldürene 10 milyon dolar ödül teklif edilmez. Daha önce de söylediğim gibi, Ankara’nın HTŞ’yi saldırıyı başlatmaya teşvik ettiğine inanmıyorum. Ancak elbette Ankara yıllar boyunca bir miktar destek teklif etti. HTŞ, Türkiye sınırının diğer tarafından maddi ve fiziksel destek almasaydı hayatta kalamazdı. Ancak HTŞ ile Suriye Milli Ordusu’ndaki milisler arasında her zaman bir gerginlik vardı ki Türkiye SMO’yu da aktif olarak destekliyordu. Oradaki Suriye Milli Ordusu, İslamcıların ve laiklerin bir karışımıdır; Esad rejiminin eski askerleri ve etnik azınlık kabile milislerinden oluşur. Bu nedenle kesinlikle Türkiye tarafından destekleniyorlardı, ancak HTŞ Ankara’dan asla doğrudan böyle bir destek almadı.
Peki neden şimdi oldu? Bunun bir fırsat anı olduğunu söyledik ve daha önce tartıştık: Rusya’nın zayıf ve dikkatsiz olduğu, İran’ın zayıfladığı ve Hizbullah’ın neredeyse öldüğü bir dönemde, herkes Esad’ın üç destekçisinin de muhalefetle müzakere etmemesinden bıktığı ve usandığı bir fırsat anıydı. Bu yüzden tam zamanıydı; Esad rejiminin çöküşü gerçekleşti ve Esad herkes kadar şaşırmıştı. Ancak Rusya’nın Esad’ı koruyabilmeyi tercih edeceğini düşünüyorum, tıpkı İran’ın yapacağı gibi, ancak bunu başaramadılar. Günün sonunda vekillerine veya diğer gruplara sinyal göndermemesi, “sizin yanınızda olmayacağız” anlamına geliyor.
Bu arada İsrail’den bahsetmişken, elbette sorunuz İsrail’in Suriye’de İran ve Hizbullah’ı zayıflatmada büyük bir rol oynadığı yönünde. İsrail büyük bir rol oynadı, ancak Türkiye ile koordinasyon halinde değil.
‘İsrail işgal ettiği toprakları korumayı hedefliyor’
Şimdi ise İsrail Suriye’den işgal ederek daha fazla toprak elde etmeye çalışıyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? HTŞ, işgal veya herhangi bir saldırı olduğunda İsrail’e karşı savaşmamaları ve bu konuda sessiz kalmaları sebebiyle de eleştiriliyor. Siz HTŞ ve İsrail ilişkisini kısa vadede nasıl görüyorsunuz?
HTŞ uluslararası alanda tanınmak istiyor, İslamcı teröre karşı olduğunu iddia ediyor -kendileri eskiden öyle olmasına rağmen. El Nusra Cephesi’ndeydi ve Şara’nın kendisi El Kaide ile savaşmıştı. Bu yüzden ilişkinin nasıl olacağını söylemek için henüz çok erken. Tıpkı Türkiye gibi İsrail bir fırsat gördü ve askerleriyle harekete geçti. Ancak, Ankara’nın Kuzey Suriye’yi işgal edeceğini veya kontrol etmeye çalışacağını sanmıyorum.
Yani kuzeydeki toprakları kontrol etmeye çalışacak. Kuzey Suriye’deki YPG/PKK’yı yok etmek için ne gerekiyorsa yapacak. Bu yüzden İsrail’in farklı bir dizi hedefi var. Golan Tepeleri’nde işgal ettiği toprakları korumak. Kendini 7 Ekim tarzı bir saldırıya karşı korumak. O toprakları işgali yasadışıdır, uluslararası hukuka aykırıdır, ancak bu durum ülke tarafından kabul edilmediği sürece geçerlidir. Bu topraklar üzerinde tanınan uluslararası bir otoritedir ve bunun üzerinde yargı yetkisi vardır.
Uluslararası hukukun ihlalidir ama Şara şu anda endişelenecek çok daha önemli şeyleri olduğuna inanıyordur. İsrail bu eylemi yaptı çünkü Şara ve HTŞ hiçbir şey yapamıyor. Yani Esad rejiminin silahlarının çoğunu İsrail görünüşe göre yok etti. Bu yüzden HTŞ’nin İsrail’in yaptıklarına karşı koyabileceğini sanmıyorum.
‘Trump, Erdoğan’ı beğeniyor ve seviyor’
Suriye’deki bu genel durumun Türk-Amerikan ilişkilerine yeni ne getireceğini düşünüyorsunuz?
Donald Trump’ın hoşuna gidecek bir gelişme olacağını düşünüyorum. Başkan Trump, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı beğeniyor. Ona saygı duyduğunu açıkça belirtti, ama saygıdan da öte Erdoğan’ı seviyor. Biden yönetimi ilk geldiğinde birçok gazeteci bana Türk-ABD ilişkilerinde ne olacağını düşündüğümü sordu.
Ve ben de başlangıçta daha da kötüleşeceğini söyledim. Trump ve Erdoğan o kadar iyi anlaştılar ki, eğer bu bir matematiksel denklemse, o denklemin bir öğesini çıkarırsanız, o zaman o denklemin değeri daha düşük olur. Çünkü iki lider o kadar iyi anlaştılar ki, Trump’ın geri dönmesiyle, öncelikli olarak ilişkilerin iyileştirilmesini bekliyorum.
İkincisi, daha önce de söylediğimiz gibi Trump ABD askerlerini çekmek istiyor ve bunu ancak Trump’ın NATO müttefiki Türkiye’nin genel durumu istikrara kavuşturabileceğinden emin olması durumunda yapacağını düşünüyorum. Trump kendi başına tam bir pazarlıkçı olarak Türkiye ile Suriye’de işbirliği yapmak için bir anlaşma yapılması gerektiğini biliyor. Türkiye, YPG meselesini istediği gibi halletmeli.
Ve Trump bu yaklaşıma karşı herhangi bir direniş açıklaması yapmadı. “Öyle görünüyor ki Türkiye düşmanca bir devralma gerçekleştiriyor” dedi. Suriye ve Dışişleri Bakanı Fidan’ın dün söylediği gibi, ki Fidan bunu Trump’ın Erdoğan’a akıllı davrandığı, kurnaz davrandığı, fırsatı değerlendirdiği ve Türkiye’nin ulusal çıkarlarını güvence altına aldığı için yaptığı bir iltifat olarak algıladı.
Bu yüzden tüm sinyaller aklımda olumlu görünüyor. F35 sorusu var, hatırlayalım ki Trump Türkiye’yi F35 programından yasaklamak istemiyordu, danışmanları tarafından zorlandı ve Savunma Sanayii Başkanlığına yaptırım uygulamak istemedi, ABD Kongresi tarafından buna zorlandı. Daha fazla ABD askerinin ülkeden ayrılmasını ve Kuzey Suriye’nin Türkiye tarafından halledilmesini tercih ederdi.
‘Trump Türkiye ile ilişkileri daha iyi bir yola sokmayı hedefliyor’
Hatırladığım kadarıyla Fırat Kalkanı operasyonunu takip eden Zeytin Dalı operasyonundan sonra çok tepkiliydi. Türkiye’ye ve Türk politikacılara, savunma sanayi yetkililerine karşı çok tepkili ve çok olumsuz olduğunu hatırlıyorum. Ekonominizi mahvedeceğim dediğini hatırlıyorum. Bu noktaya gelmesi bir iki yıl sürdü; el sıkışmak ve pazarlık yapmak, normal ilişkilere devam etmek zaman aldı. Yani Türkiye ve ABD şu anda çok iyi bir konumda ve siz diyorsunuz ki çoğunlukla onun danışmanları yüzündendi.
Şimdi zaten kabinesinin çoğu açıklandı yani isimleri az çok biliyoruz. Bize biraz anlatır mısınız? İsimler hakkında yorumlarınız nedir? Yani kabinesini oluşturan isim seçimleri ve bunun Türkiye’yi nasıl etkileyeceği konusunda ne düşünüyorsunuz?
Yani dediğim gibi, önceki yönetiminde Trump, danışmanları tarafından Türkiye’yi F-35 programından yasaklamaya ikna edildi ve sonra da Kongre tarafından zorlandı, özellikle yaptırımların uygulanması için. Ama o dönem Trump’ın işinde kendini rahat hissetmediği başkanlık dönemiydi. Nasıl başkan olunacağını bilmiyordu, işi öğrenmemişti, başkan olmayı beklemiyordu. Bu sefer gerçekten yeniden seçilmek istiyordu ve şimdi nasıl çalışacağını biliyor, yeteneklerine güveniyor.
Bu yüzden bence danışmanlarının görüşlerine daha önce olduğu kadar bağımlı olmayacak. Danışmanları çoğunlukla Trump’ın tavsiyelerini takip etmek zorunda kalacaklar. Trump, onların tavsiyelerini alıp istediği eylem yolunu değiştirmek zorunda kalmayacak. Dışişleri Bakanı adayı Marco Rubio dış politika söz konusu olduğunda geleneksel bir Cumhuriyetçidir. Bu yüzden Rusya’ya ve Ukrayna’nın işgaline karşı serttir.
Rubio, Florida’da, özellikle New Smyrna’da çok sayıda Yunan Amerikalı seçmeni olmasına rağmen, Kuzey Suriye’deki terörizm konusundaki endişelerini gidermek için Türkiye’ye yardım çağrısında bulundu. Yani geçmişte oldu bu. ABD’nin Türkiye’ye daha fazla askeri yardım yapılmasına izin vermesi çağrısında bulunmuştu. Ve o da biliyorsunuz ki… Genel olarak bakıldığında görüşünde NATO’nun merkezde olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden NATO’nun ikinci büyük askeri gücü olan Türkiye’nin stratejik önemini değerlendirecektir.
Ulusal Güvenlik Danışmanı Mike Waltz, şu anda Temsilciler Meclisi üyesi, o da benzer şekilde dış politika konusunda geleneksel bir Cumhuriyetçi yani Rubio hakkında söylediğim her şey onun için de geçerli. Pete Hegseth, Savunma Bakanı adayı. Kendisi o kadar iyi bilinmiyor, o bir askerdi ve sonra Fox News’da yorumcu oldu. Büyük bir organizasyonu yönetme konusunda hiçbir deneyimi yok. Ve ABD Savunma Bakanlığı’nın dünyanın en büyük organizasyonu olduğunu iddia edebilirsiniz. Bu yüzden onu yönetebilecek yönetim uzmanlığına sahip olup olmadığı konusunda eleştirilerle karşı karşıya.
Son olarak önemli kişi, Ulusal İstihbarat Direktörü adayı olan Tulsy Gabbard.
ABD’deki tüm istihbarat teşkilatlarını denetleyen bir pozisyondur. Bunlardan çok sayıda var ama orada sadece CIA değil, aynı zamanda savunma istihbarat teşkilatı ve diğer birçok istihbarat teşkilatı da var. Yani, o bir Demokrat, başlangıçta başkanlığa aday olmuştu Hawaii’den bir Demokrat olarak. Ama son yıllarda Suriye konusunda gerçekten garip davrandı. Şam’a gitti ve Esad’la görüştü, Başkan Putin’e çok iltifat etti ve Ukrayna’yı işgalini destekledi. Bu yüzden çok fazla tartışmaya da yol açıyor.
Amerika sırlarını saklama konusunda güvenilmez olabilecek biri. Ama hiçbiri yani Rubio dışında kimse Türkiye hakkında pek bir şey söylemedi. Bu yüzden hepsinin Başkan Trump’ın yolunu izleyeceğini düşünüyorum ve daha önce de tartıştığımız gibi bence Başkan Trump en azından iki ülke arasındaki ilişkileri daha olumlu bir yola sokmayı ve belki de stratejik bir ortaklığın yeniden canlanmasını hedefliyor. Çünkü NATO’nun en büyük ordulara sahip iki üyesi onlar.
‘Zelenski de Putin de savaşı bitirmek istiyor’
Son olarak Trump’ın çok ünlü “Ukrayna’daki savaşı 24 saat içinde bitireceğim” açıklaması hakkında konuşalım. Bu mümkün mü? Trump’ın Başkan Putin’e sunacağı senaryolar neler? Bu savaşı nasıl bitirecek? Politikası ne olacak?
Evet, her zaman kendine güveniyor ve zaten bunun üzerinde çalışıyor ve onun etkisini gördüğümüzü düşünüyorum. Bu yüzden bence yaklaşımı hem Zelenski’ye hem de Putin’e baskı yapmak olacak. Son günlerde savaşı mümkün olduğunca çabuk bitirmek istediğini söyledi, Ukrayna’nın NATO’ya katılmasından yana değil, ancak bunun birçok insanı şaşırttığını söyledi. ABD ve Avrupa Ukrayna’ya destek sağlamaya devam etmelidir. Ukrayna’nın gelecekte Rusya’ya karşı kendini savunabilmesi için ihtiyaç duyduğu kadar askeri destek verilmesini söyledi.
Yani daha spesifik olarak ben Trump’ın kesinlikle Rusya’nın bunu yapıp yapamayacağına dair görüşünü açıklamadığını düşünüyorum. Ukrayna’nın Kırım ve Donbas’taki topraklarını ve Zaporijya’daki diğer yerleri ve Herson’u da… Hatırlayabileceğiniz gibi Mart 2022’de Ukraynalılar ve Ruslar ilk olarak Antalya Diplomasi Forumu’nda ve daha sonra burada İstanbul’da buluştu. Bir teklif vardı. Rusya’nın Şubat 2022’den beri işgal ettiği tüm birliklerini geri çekmesi gerektiğini ve Ukrayna’nın NATO’ya katılmayacağını söyleyeceğini ve ardından Donbas ve Kırım’ın yasal statüsünün 15 yıl sonra konuşulacağını söyledi, yani bu konunun tartışılmasını geciktireceklerdi.
Sonucun buna benzer bir şey olacağını düşünüyorum. Rusya’yı Şubat 2022’den sonra işgal eden tüm birliklerini çekmeye ikna etmek zor olacak ama bu müzakere edilecek bir konu. Zelenski’nin savaşın sona ermesini giderek daha fazla istediğini düşünüyorum. Aylardır Rusya’nın barış görüşmelerinin bir sonraki turunda hazır bulunmasını istediğinden bahsediyordu.
Haziran ayında İsviçre’de yapılan bir tur vardı. Hem Rusya hem de Ukrayna, yaz ortasında birbirlerinin enerji altyapısına saldırmaktan kaçınmak için olası bir anlaşmayı tartışıyordu. Ve sanırım ağustos ayının başlarında bir noktadaydı, tam olarak hatırlayamıyorum ama Zelenski’nin “eğer bir anlaşmaya varabilirsek” dediğini hatırlıyorum, “birbirimizin enerjisine, altyapısına saldırmamak için belki genel olarak bir barış anlaşmasına varabiliriz.”
Zelenski de savaşı bitirmek istiyor. Putin de savaşı bitirmek istiyor. Yani Putin her gün 1.200 asker kaybediyor. Ölü veya yaralı sayısı 1.200. Her iki taraf da yüzlerce kişi kaybetti. Ukrayna tarafında binlerce asker ve sivil var. Yani Zelenski için zorluk, Rusya’nın Ukrayna topraklarını işgal etmesine izin verirse siyasi olarak hayatta kalmak.
Ve bir diğer konu da Rusya tarafından ilan edilen ilhakları kabul edecek mi?
Hayır, ilhakı kabul edebileceğini sanmıyorum ama soru şu ki, işgali kabul edebilir mi ve ne kadar süreyle işgali kabul etmekten başka seçeneği kalmayacak? Sanırım ama ilhakın kişisel olarak çok fazla olduğunu düşünüyorum, ama zaten müzakereler var.
Trump’tan Avrupa’ya ‘bizden daha fazla gaz alın’ baskısı
Gürcistan’da protestolar var, Sırbistan’da protestolar var, Suriye’deki durumu biliyorsunuz. AB’nin gaz sorunu olduğunu biliyorsunuz. Slovakya Başbakanı Fico Moskova’yı ziyaret etti, programın başında söyledim. Ve dünyada pek çok şey oluyor. Başkan Trump’ın yeni döneminde önceliği ne olacak?
Avrupa’nın artık doğal gaz sorunu yok, harika bir iş çıkardı, bu sorunla ilgilendi. Birçok kaynaktan sıvılaştırılmış doğal gaz alıyor, ancak Trump sadece Avrupa’nın daha fazla satın alması gerektiğini söyledi: “ABD sıvılaştırılmış doğal gazından daha fazla alın veya size gümrük vergisi uygulayacağım.”
Bu yüzden Trump’ın herkesle olan önceliği, dost veya düşman, NATO müttefiki veya değil, ABD’nin diğer konularda dezavantajlı olmayacağı bir ticaret dengesi sağlamak. Bir ülkenin dostça muamele görmesi için o ülkenin en azından ABD’nin kendisinden satın aldığı kadar mal ve hizmet satın alması gerekiyor. Bu onun yaklaşımı.
Evet, gaz açısından evet, eğer Avrupa endişeliyse yeni gaz kaynakları hakkında şu anda elde edilenin ötesinde bile diyor ki, bunu Amerika Birleşik Devletleri’nden satın alın. Böylece bu Avrupa’ya yaklaşımının temel taşı olacak. Bu gerçekten alışılmadık bir yaklaşım. Yani tarihsel olarak Cumhuriyetçiler, biliyorsunuz, II. Dünya Savaşı’ndan beri buna inanıyorlar: serbest ticaret, ticareti bir silah olarak kullanmamak ama ticareti politik bir silah olarak kullanacak.
Aptal değil, bence Putin’e saygı duyuyor ama aynı zamanda Putin’in ne olduğunu ve Amerika Birleşik Devletleri’nin dostu olmadığını da biliyor. Fico veya Orban’a gelince, Orban’ı seviyor çünkü Orban sert bir adam. Ama Macaristan, ABD için önemli olmayacak kadar küçük, hatta Slovakya daha da küçük veya daha az önemli.
Bu yüzden o adamların gerçekten umurunda olacağını sanmıyorum. O, umurunda büyük ülkeler doğru, Çin’i önemsiyor, Rusya ile nasıl başa çıkılacağını önemsiyor, İran’ı önemsiyor. Aksi takdirde Avrupa’da ticaret dengesinin nasıl görüneceği önemli olacak. Ve en önemlisi NATO üyeleri için, onların sadece kendi yükümlülüklerini yerine getirmelerini değil, harcamaları artırmaları. NATO harcamaları GSYİH’nın %2’si ve her NATO ülkesi için askeri harcama hedefidir. Ancak Trump bu rakamı %5’e çıkarmak istiyor ki bu çoğu Avrupa ülkesi için imkansız.
‘Trump NATO ülkelerinin savunma harcamalarını yüzde 5’e çıkarmak istiyor’
Bence Macaristan çok önemli çünkü ana temas noktası Türk dünyası ile Avrupa arasında, özellikle bu Türk akımı Türkmen, Kazak gazının Avrupa için önemli olduğu durumda… Macaristan Avrupa adına Türkiye dünyasıyla konuşuyor ve bir şekilde Avrupa için çok önemli. Ama siz Trump için değil diyorsunuz.
Trump için değil, umurunda değil. Avrupa’da Trump’ın önceliğinin ne olduğunu söyledim ama biliyorsunuz birçok farklı görüş var. Ticaret onun ana odak noktası ve savunmaya GSYİH’nın sadece %2’sini harcamak değil, dahası %5’e kadar çıkarmak istiyor.
Artık NATO’nun modası geçmiş olduğunu söylemiyor. Bence NATO’nun ne kadar önemli ve yararlı olduğunun farkında, evet. Aksi takdirde Fransa veya Almanya hakkında özellikle güçlü stratejik görüşleri olmadığını biliyorsunuz, ki bunlar politik olarak bir karmaşa; şu anda bu ülkelere ne olacağını kim bilir…
Sanırım Giorgia Meloni’yi seviyor çünkü o sert biri. Ama bunun dışında Avrupa ticareti ve savunma harcamaları konusunda bir stratejisi olduğunu sanmıyorum. Stratejisi: “Daha fazla Amerikan sıvılaştırılmış gazı satın alın.”
Söyleşi
‘Alman medyası hükümetin halkla ilişkiler departmanı gibidir’

7 Ekim Aksa Tufanı Operasyonu’nun ardından Avrupa ve ABD medyası, neredeyse tamamen İsrail ordusunun bülteni olarak yayın yapmaya başladı. Tıpkı Ukrayna savaşında olduğu gibi, farklı bir tarafı tutmak bir yana, tarafsız görüşler dile getirmek bile damgalanmak için yeterli hale geldi. Sokakta Sovyet-Rus sembollerinin sergilenmesinin polisiye bir vaka olarak görülmesine benzer şekilde, Filistin bayrakları, kefiyeler, Filistin yanlısı sloganlar, duvar yazıları, dövizler kovuşturmanın veya toplumsal tecritin odağı haline geldi.
Almanya’nın ve Alman medyasının bu konuda başı çektiği aşikar. Angela Merkel döneminde formüle edilen “Staatsräson” (“devlet aklı”), İsrail’in varlığını ve güvenliğini Alman devleti ve siyaseti için tartışılması kabul edilemez bir yere koymuştu. Nitekim 7 Ekim’den sonra da hem eski Şansölye Olaf Scholz, hem de koalisyon ortaklarından Yeşiller üyesi Robert Habeck, bu meseleyi sık sık gündeme getirdi. Alman medyası da Alman devlet aklının İsrail konusundaki tutumunu büyük bir şevkle benimsedi.
İşte gazeteci Fabian Goldmann, kişisel blogunda Alman medyasının İsrail konusunda nasıl bir Federal Dışişleri Bakanlığı bürosu gibi çalıştığını teşhir eden makaleler yayınlıyor. Medyadaki İsrail etkisi o kadar ilerlemiş ki, İsrail ordusunun Almanya’daki sözcüsü “Yahudi nefretini yayan 10 kişi” başlığıyla bir gazeteci listesi bile yayınlamış. O da bu listede olanlardan biri.
Goldmann ile Berlin’de buluştuk ve Alman medyasını, medyada Filistin sorununun ele alınışını, gazetecilik standartlarını ve Almanya ile Alman medyasının geleceğini konuştuk.
Öncelikle, Alman medyasının Gazze’deki İsrail-Filistin savaşına ilişkin haberlerine değinelim. Makalelerinizde defalarca belirttiğiniz gibi, Alman medyası Filistinlilere karşı İsrail’i güçlü bir şekilde destekliyor ve Filistin davasını savunan eleştirel veya alternatif seslere yer vermiyor. Bu haberler hakkında ne düşünüyorsunuz? Alman medyası Gazze savaşını neden ve nasıl bu şekilde haberleştiriyor?
Bu konu hakkında saatlerce konuşabiliriz, ama birkaç önemli noktayı özetlemeye çalışacağım. Filistinlilerin sesine yer verilmediğini söylediniz, ben tamamen verilmediğini söylemezdim. Ara sıra Filistinlilerin bakış açısı da yer alıyor ve Gazze’de olanlarla ilgili bazı makul makaleler var.
Ama sorun, haberlerin %99’unun gerçekten çok kötü olması. Almanya’da buna alışkınız. Sağcı medya genellikle İsrail, İslam, göç ve mülteciler gibi konuları önyargılı bir şekilde ele alır. Fakat 7 Ekim’den bu yana yeni olan şey, ana akım medya, yani kamu yayıncıları ve geleneksel olarak solcu gazeteler gibi taz veya Die Zeit gibi sol-liberal gazetelerin bile çok kötü bir iş çıkarmasıdır. Her zaman bu yönde eğilimliydiler ama şimdilerde bu eğilim aşırıya kaçmış durumda.
Bir şeylerin değiştiğinin ilk işareti, 7 Ekim’den hemen sonra, birçok gazetenin fırında yakılan bebekler, tecavüze uğrayan kadınlar ve parçalanmış cesetler hakkında doğrulanmamış haberler yayınlamasıyla ortaya çıktı. Solcu yayınlar bile bunu haber yaptı. Aynı zamanda Filistinlilerin sesi neredeyse hiç duyulmadı. Her şey İsrail ordusunun bakış açısından aktarıldı. İsrail ordusu sözcüleri, Tagesschau gibi önemli haber programlarında ve talk şovlarda yer aldı.
Kısa süre önce Tagesschau’da gösterilen bakış açıları üzerine bir araştırma yaptım. İsrailli yetkililer 136 kez ekrana çıkarken, Filistinli yetkililer sadece dört kez yer aldı. Bu, Belçika veya Lüksemburg’dan yetkililerin ekrana çıktığı süreyle neredeyse aynı. Bu, bağlam göz önüne alındığında absürt bir durum.
Medya her zaman kötüydü, örneğin Irak, Suriye veya Ukrayna’daki savaşların haberleri de sorunluydu, ama hiç bu kadar tek taraflı olmamıştı. İsrail ordusunun anlatısı manşetleri ve giriş paragraflarını domine ediyor. Filistinlilerin bakış açısı, varsa bile, genellikle beşinci veya yedinci paragrafta yer alıyor.
Birleşmiş Milletler, Uluslararası Af Örgütü, İnsan Hakları İzleme Örgütü, Save the Children veya Oxfam gibi son derece güvenilir kuruluşlar İsrail’in anlatımını yalanlasa, savaşı soykırım olarak nitelese veya Hamas’ın yanı sıra sivillerin de hedef alındığını belirtse bile, Alman medyası büyük ölçüde İsrail ordusunun versiyonuna bağlı kalıyor.
7 Ekim’den sonra, bazı İngiliz alternatif medya kuruluşları, İsrail ordusu yetkililerinin İngiliz medya yöneticileriyle görüştüğünü ortaya çıkardı. İsrail yetkilileri ile Alman medya grupları arasında benzer toplantılar yapıldığına dair herhangi bir kanıtınız var mı?
İsrail hükümetinin Alman medyasına baskı uyguladığı bir sır değil. Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü, yaklaşık 60 editör ve gazeteciyle yaptığı röportajlara dayanarak Almanya’da basın özgürlüğü hakkında bir rapor yayınladı. Birçoğu, İsrail büyükelçiliğinin, Deutsch-Israelische Gesellschaft (Alman-İsrail Derneği) gibi kuruluşlarla birlikte, sık sık baş editörleri arayarak haberler hakkında şikayette bulunduğunu söyledi.
Onların hoşuna gitmeyen gazetecilerin listesini verip medya yöneticilerinden onları kovmalarını istedikleri vakalar da duydum. İsrail büyükelçiliği çalışanları sık sık Alman gazetecilerle doğrudan iletişime geçiyor. Ben de İsrail ordusunun Almanya sözcüsü Arye Sharuz Shalicar tarafından “Almanya’nın en büyük 10 Yahudi düşmanı” listesinde yer aldım.
Eğer bir Rus siyasetçi benzer bir şey yapsaydı, gazeteciler örgütleri ve baş editörler seslerini yükseltir, ulusal çapta bir patırtı çıkardı. Ama İsrail yapınca, tam bir sessizlik hakim. Etkilenen gazetecilerin patronları bile onları savunmuyor.
Alman medyasının sorumlularının çoğu, İsrail yanlısı veya transatlantik örgütlerle bağlantılı. Kültürel olarak, birçok Alman gazeteci rolünü iktidarı hesap sorumlu tutmak olarak görmüyor. Bunun yerine, politikacıların yaptıklarını haber yapıyorlar: siyaseti irdelemek yerine tasvir ediyorlar.
Al Jazeera, BBC veya hatta Russia Today’i izlerseniz, politikacılarla yaptıkları röportajların çok daha eleştirel olduğunu görürsünüz. Alman medyası genellikle politikacıların söylediklerini yineler, çoğu zaman onların gündemlerini benimser; sadece İsrail konusunda değil, göç, COVID-19 ve Ukrayna konusunda da.
Bu önyargı, İsrail söz konusu olduğunda daha da artar. Almanya’da İsrail ile ilgili siyasi yelpaze son derece dardır. İsrail’e silah gönderilmesi konusunda farklı görüşlere sahip partiler bile, temel İsrail yanlısı tutumu sorgulamıyor. Filistin direnişini destekleyen hiçbir parti yok.
Diğer bir faktör ise ırkçılık. Bazı araştırmalar, birçok gazetecinin, demokrasiyi ve liberalizmi temsil eden İsrail ile barbar olarak görülen İslam arasında bir kültür savaşı olduğuna gerçekten inandığını gösteriyor. Filistinliler genellikle terörist olarak gösteriliyor. Die Zeit gazetesinin bir manşeti, Filistinli sivil olmadığını iddia etti; bu, Filistinlilerin hayatının Avrupalıların hayatından daha değersiz olduğunu ima eden korkunç bir görüş.
Bu sorun on yıllardır var. Araştırmalar, İslamın Alman medyasında sürekli olumsuz bir şekilde gösterildiğini ve her zaman terör veya şiddetle ilişkilendirildiğini ortaya koyuyor. Göçmenler, gerçek istatistiklere kıyasla suç haberlerinde aşırı temsil ediliyor. Tüm bunlar ırkçılık, stereotipler ve İslamofobi ile bağlantılı.
7 Ekim’den bu yana, Filistinlilerin haklarını savunan herkesi hedef alan kampanyalar da arttı: gazeteciler, kültür adamları, politikacılar, Yahudi sanatçılar ve akademisyenler. “Apartheid” veya “soykırım” gibi terimleri kamuoyunda kullanırsanız, işinizi kaybetme veya antisemitik veya İslamcı olarak yaftalanma riskiyle karşı karşıya kalırsınız.
Malcolm Ohanwe adında bir gazeteci vardı, kamu yayın kuruluşunda çalışıyordu. 7 Ekim’de Twitter’da “Filistinlilerin özgürlük için savaşmanın başka yolu yokken onlardan ne bekliyorsunuz?” gibi bir tweet attı. Bu tweet, ona karşı büyük bir kampanya başlatılmasına neden oldu ve birkaç saat içinde, düzgün bir görüşme bile yapılmadan işinden kovuldu. Bu, pek çok benzer vakadan sadece biri.
Al Jazeera birkaç ay önce Deutsche Welle hakkında, Filistin yanlısı veya İsrail’i eleştiren sesleri bastırdığını ortaya koyan sağlam bir haber yayınladı. Tagesschau veya Spiegel gibi yayın organlarından bazı gazeteciler bana özel olarak yazıyorlar. Blogumda ve röportajlarımda söylediklerime katılıyorlar ama seslerini çıkarmaya cesaret edemiyorlar. İşten ayrılmayı düşünüyorlar.

Erman Çete ve Fabian Goldmann
Axel Springer’in çalışanlarının İsrail yanlısı olmasını gerektiren resmi olmayan, hatta yazılı bir politikası olduğunu okudum. Bu doğru mu?
Bu gayri resmi değil, sözleşmede yazılı. Axel Springer, çalışanlarından İsrail’i desteklemelerini açıkça talep ediyor. Deutsche Welle, iki yıl önce 8-10 Arap kökenli editörün eski sosyal medya paylaşımları nedeniyle antisemitizmi teşvik ettikleri iddiasıyla kovulduğu bir skandalın ardından benzer bir politika benimsedi. Sonunda şirket davranış kurallarını değiştirdi.
7 Ekim’den sonra Almanya’da antisemitizm artıyor mu? Bunu nasıl ölçebiliriz?
İçişleri Bakanlığı ve çeşitli STK’ların verileri de dahil olmak üzere resmi istatistikler ani bir artış gösterdi. Fakat bu istatistiklerin temel bir kusuru var: İsrail karşıtı tutumları antisemitizm olarak sayıyorlar. Örneğin, Filistin yanlısı sloganlar veya gösterilerde polisle yaşanan çatışmalar antisemitik olaylar olarak kaydediliyor.
Peki, antisemitizmin gerçekten arttığını düşünüyor muyum? Dürüst olmak gerekirse, bilmiyorum. İstatistikler o kadar çarpıtılmış ki artık güvenilir değiller. Yahudilere Yahudi oldukları için yapılan saldırılar gibi gerçek antisemitizmi, İsrail’i eleştiren siyasi görüşlerden ayıran ciddi araştırmalar çok az.
Alman medyasını yıllardır takip ediyorsunuz. Diğer Batı ülkelerindeki medya ortamlarıyla karşılaştırıldığında nasıl?
Büyük bir fark, Almanya’da İsrail hakkında önyargılı haberlerin tüm siyasi yelpazede, soldan sağa kadar yaygın olması. ABD’de CNN veya NBC kötü, ama Democracy Now! veya The Intercept gibi harika yayın organları da var. İngiltere’de BBC berbat, ama The Guardian ara sıra kaliteli haberler yayınlıyor. İsrail’de bile Jerusalem Post berbat, ama Haaretz ve +972 Magazine dengeli bakış açıları sunuyor.
Almanya’da buna eşdeğer bir şey yok. Birkaç küçük, bağımsız yayın organı var, ama okur kitleleri çok az. Ayrıca, İngiliz medyası hâlâ Filistinli ve bağımsız bakış açılarını da içeriyor, ama Alman medyası ağırlıklı olarak İsrail kaynaklarına güveniyor.
BBC veya CNN en azından “Batı hükümetleri tarafından terör örgütü olarak tanımlanan Hamas” gibi ifadeler kullanıyor. Buna karşılık, Alman medyası sadece “terör örgütü Hamas” diyor ve hükümetin bakış açısını tamamen benimsiyor.
Almanya’da Hamas’ın terör örgütü olmadığını söylediğiniz için mahkum edilebilir misiniz?
Gazeteci olarak bir miktar özgürlüğünüz var. Sivil vatandaşlar için yasal sonuçları konusunda emin değilim.
Başka bir nokta: Alman medyası Gazze hakkında neredeyse hiç araştırmacı gazetecilik yapmıyor. Bu fenomeni açıklayabilir misiniz?
Evet, bu çok büyük bir sorun. Gazze’deki okullar bombalandığında, Alman medyası Hamas ve İsrail ordusunun söylediklerini aktarıyor ve “Gerçekleri doğrulayamıyoruz” diye sonlandırıyor. Fakat bağımsız gazeteciler ve uluslararası STK’lar bu gerçekleri doğrulayabilir ve çoğu zaman da doğrular.
Sorun sadece erişim eksikliği değil, çaba eksikliğidir. Birçok ülkede, çelişkili haberler gerçek soruşturmaların başlatılmasına neden olur. Almanya’da ise gazetecilik burada sona erer. Gazeteciler sadece İsrail’in iddialarını tekrarlar ve izleyicilere gerçeği bilemediklerini söyler.
Medyanın “dördüncü kuvvet” olarak adlandırılmasına nasıl bakıyorsunuz? Bu Almanya’da nasıl geçerli? Almanya’da medya güçlü mü?
Evet, medya güçlüdür, ama asıl soru bu gücü nasıl kullandığıdır. Alman medyası, iktidarı hesap sorma yerine, genellikle iktidarla aynı çizgide hareket eder. Daha çok hükümetin halkla ilişkiler departmanı gibidirler.
Tagesschau’nun bir bölümünü Dışişleri Bakanlığı’nın basın açıklamasıyla karşılaştırın, neredeyse aynıdır. Bu, COVID-19 sırasında, Ukrayna’da, göç politikasında böyleydi ve şimdi de İsrail’de böyle.
Almanya hükümeti ile olası bir Trump yönetimi arasında İsrail veya Ukrayna konusunda gelecekte yaşanabilecek çatışmalar, Alman medyasında alternatif seslerin ortaya çıkmasına zemin hazırlayabilir mi?
Bundan şüpheliyim. Trump, Filistinlileri Gazze’den çıkarmaya çalışsa ve buna “Filistin Rivierası Planı” adını verse bile, Almanya yine de bunu destekleyecektir, tıpkı Gazze’deki hastanelerin bombalanmasını ve toplu yerinden edilmeyi desteklediği gibi.
Almanya’nın herhangi bir önemli dış politika konusunda ABD’ye karşı çıktığı bir dönem hatırlamıyorum. Washington’u her ne pahasına olursa olsun destekliyorlar. Medyanın veya hükümetin değişeceğini sanmıyorum.
Zaman zaman, birkaç tane iyi Tagesschau haberi çıkıyor. İnsanlar, Uluslararası Adalet Divanı’nın kararı veya Af Örgütü’nün çatışmayı soykırım olarak nitelendiren raporunun bir şeyleri değiştireceğini umuyordu. Ama hiçbir şey değişmiyor. Birkaç hafta içinde medya yine “Hamas komuta merkezleri”nden bahsetmeye başladı.
Tek umudum, Alman medyasının önemini yitirmesi. İnsanlar TikTok, Instagram, bloglar ve bağımsız platformlara yöneliyor. Protestolar düzenliyor, yeni koalisyonlar oluşturuyorlar: Filistinliler, Yahudi aktivistler, entelektüeller ve diğerleri. Değişim, sistemin kendisinden değil, bu taban hareketinden gelebilir.
Söyleşi
Alexander Rahr: Bu hükümetin dört yıl dayanması beni şaşırtır

Alexander Rahr, Almanya’nın önde gelen dış politika uzmanlarından biridir. Yirmi yıl boyunca Alman Dış İlişkiler Konseyi (DGAP) bünyesinde çalışmış ve burada yöneticilik yaparak Alman dış politikasının şekillenmesinde önemli roller üstlenmiştir. Özellikle Almanya-Rusya ilişkileri konusunda uzmanlaşan Rahr, Doğu Avrupa politikaları üzerine yaptığı çalışmalarla tanınır. Politikaya entelektüel derinlik kazandıran analizleriyle hem akademide hem karar alıcı çevrelerde saygı görmüştür. Almanya Federal Cumhuriyeti Liyakat Nişanı sahibi Rahr, aynı zamanda Avrasya coğrafyasına dair perspektifleriyle Alman kamuoyunun dikkatini bu bölgeye çekmiştir. Alexander Rahr ile Berlin’deki evinde özel bir söyleşi gerçekleştirdik. Almanya’da yeni federal hükümeti ve öne çıkan konuları sorduk.
S: Yeni hükümet için en büyük zorluklar ve sınavlar neler olacak?
C: En büyük zorluk, basitçe söylemek gerekirse, Ampel koalisyonundan farklı bir görüntü vermek ve onlar gibi kendi içinde bölünmemek olacak. Bu zaten başlı başına zor bir iş. Ve eminim ki ilk büyük tartışma yaz aylarında göç meselesi üzerinden patlak verecek. Özellikle CDU, İçişleri Bakanı Dobrindt ile birlikte sınırları kapatmak ve insanları sınır dışı etmek konusunda ciddiyse. Bu durumda koalisyonun dağılma tehlikesi hemen ortaya çıkar, çünkü SPD buna karşı çıkacaktır. Bence bu tür anlaşmazlıklar savunma ve militarizasyon politikalarında da yaşanacak. SPD içinde barış hareketinden gelen kişiler, bu kadar silahlanmaya karşı çıkacaktır. Kısacası, bu hükümetin 4 yıl dayanması beni şaşırtır.
Alman ekonomisi, ‘askerileşerek’ düzeltilemez
S: Almanya bir süredir resesyonda. Bu bağlamda sormak istediğim şu: Yeni hükümetle birlikte, ekonomiyi canlandırmak için askeri harcamalara ağırlık verilmesi, yani bir tür militarizasyon yoluyla ekonomik hareketlilik sağlanmak mı isteniyor? Bu mümkün mü? Çünkü bu, bir dönüşüm gibi görünüyor. Otomotiv sektöründe artık Almanya geçmişteki gibi lider değil. Şimdi bu boşluğu askeri sanayiyle doldurmak istiyor olabilir mi?
C: Evet, bu Merz hükümetinin ve elitlerin planı. Bu durum beni oldukça şaşırtıyor, çünkü ben böyle bir Almanya tanımıyorum. Ama Spiegel ve diğer haber kaynaklarını okuduğumda, söylediklerinizi doğrulayan şeylerle karşılaşıyorum. Alman ekonomi çevreleri, özellikle de hükümet ve partiler, bir silahlanma yarışıyla — ki bu, 40 yıl önce Reagan’ın izlediği “Rusları silah yarışıyla tüketme” politikasıdır — büyük bir ekonomik atılım yaşanacağına inanıyor. Avrupa’nın büyük çaplı silahlanmasıyla yeni siparişlerin geleceğini, yeni şirketlerin kurulacağını, yeni para kaynaklarının oluşacağını ve en önemlisi Avrupa’nın bu sayede güçlenip diğerlerini sindirerek dünyada daha fazla nüfuz kazanacağını düşünüyorlar.
Bu oldukça geleneksel bir bakış açısı. Ancak çok tehlikeli ve bazı gerçekleri göz ardı ediyor. Bu bakış açısı, Rus ekonomisini tamamen küçümsüyor; çünkü hâlâ yaptırımlarla Rusya’nın yenilebileceğine inanılıyor ama bu olmayacak. Ayrıca, Almanya ya da Avrupa’nın büyük çaplı bir militarizasyonuna verilecek yanıtın, dünyanın geri kalanının — örneğin Çin’in — silahlanmaya başlaması olacağını da göz ardı ediyor. Çin artık o kadar barışçıl olmayacaktır. Avrupa’nın silahlandığını gören diğer ülkeler, bunun başlangıçta Rusya’ya karşı olduğunu düşünecek, ama ardından Çin ve diğer ülkelere karşı da olabileceğini anlayacak ve kendilerini buna göre hazırlayacaklardır. Bu, küresel ekonomi için iyi bir gelişme değil. Aksine, dünyada yeni blokların oluşmasına ve küreselleşmenin sonuna yol açabilir.
Almanya’nın iç dinamiklerine baktığımızda, burada da büyük bir hayal dünyasında yaşandığını düşünüyorum. Çünkü Almanya’nın en büyük sorunları ne Rusya’da ne de Ukrayna krizinde; dış kaynaklı değil. Almanya’nın asıl sorunu — ki uzmanlar yıllardır bunu dile getiriyor — sanayisizleşmedir. Bu süreç oldukça ilerlemiş durumda. Almanya’nın yeniden güçlü bir sanayi ülkesi olabilmesi için potansiyelini geri kazanması gerekiyor, ama bunu silahlanma yoluyla değil. İnsanların gerçekten ihtiyaç duyduğu şeyleri üretmemiz ve altyapıyı yeniden inşa etmemiz gerekiyor. Köprüler yıkılıyor, yollar bozuluyor, demiryolları çalışmıyor, havaalanları düzgün işlemiyor. Tüm bunlar bir silah sanayisiyle düzeltilemez. Biz artık 1930’lu yıllarda yaşamıyoruz.
Hükümet sosyal harcamalarda büyük kesintiler yapacak
İkinci olarak, Almanya devlet bütçesindeki en büyük kalem sosyal harcamalardır. Alman bütçesinin %43’ü emeklilere — ki sayıları giderek artıyor — uzun süreli işsizlere, öğrencilere, annelere özel emeklilik hakkı gibi sosyal ödemelere ayrılmış durumda. Yani Almanya’da sosyal harcamalar son derece yüksek. Aynı anda hem silah sanayisini büyük bir hızla büyütmeye, Avrupa’yı dünyanın en güçlü askeri gücü haline getirmeye çalışıp, hem de bu sosyal bütçeleri ve sosyal güvenlik ağını aynı düzeyde koruyamazsınız. Kesintiye gitmek zorunda kalacaklar. Ve işte tam bu noktada toplumun tahammül sınırlarına ulaşmış olacağız. Elbette, sonsuza kadar borçlanmak mümkün değil. Silahlanmaya ayrılan paralar, sosyal harcamalardaki açıkları kapatacak kadar vergi geliri sağlamayacak. Bu da şu anlama geliyor: sosyal yardımlarda kesintiye gidilecek ya da Almanya’daki insanlar — özellikle de emekliler — önümüzdeki yıllarda alıştıkları birçok şeyden feragat etmek zorunda kalacak.
Avrupa’daki ve Amerika’daki mevcut iktidarlar için borçlanmak şu an cazip görünüyor. Ama büyük faiz ödemeleri gerektiğini unutuyorlar. Bu paralar kazanılmış değil, borçla alınmış paralar ve bunlar için yüksek faiz ödemek gerekiyor. Bu faizler de ancak ekonominin ürettiği gelirle karşılanabilir. Ve bu gelirlerin büyük bir kısmı sadece bu faizleri ödemek için harcanacak. Sonuç olarak, bu gidişat Almanya’da büyük bir sosyal krize yol açabilir. Son 30 yılda Almanya büyük kitlesel protestolar yaşamadı. Alman halkı hep doyurulmuş, ya da en azından görece doyurulmuş bir halktı. Burada, bazı Avrupa ülkeleriyle karşılaştırıldığında kimse aç değil. Ama şunu söyleyeyim: eğer dikkat edilmezse, bu durum birkaç yıl içinde hızla değişebilir. Eğer Almanya, geçmişte sosyal piyasa ekonomisinin temelini oluşturan “sosyal” önceliklere yeniden yönelmezse ve bunun yerine sadece silahlanmaya ağırlık verirse, o zaman karşı karşıya kalacağımız sorunlar kendini açıkça gösterecek.
AfD, mevcut sistem partileri tarafından yasaklanabilir
S: AfD konusuna gelmek istiyorum… Sizce bu partinin gelecekte yasaklanması hâlâ olası mı, yoksa Alman elitleri ya da sistem, AfD’yi entegre etmeye mi çalışacak? Parti zamanla sistem içine çekilip, belki CDU ile birlikte iktidar ortağı olabilir mi? Bunun için neler olması gerekir? Örneğin, Björn Höcke gibi isimlerden ayrışarak partinin bölünmesi ve daha “uyumlu” bir çizgiye çekilmesi gibi senaryolar tartışılıyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
C: Size bu konuda üç olası senaryo sunabilirim. Birinci senaryo: Siyaset, “idare etme” yöntemiyle devam eder. Yani sorunlar geçici çözümlerle yamalanır, bazı şeyler onarılmaya çalışılır ama bir süre sonra tekrar bozulur. Bu şekilde durumu idare etmek, para yettiği ve halk buna katlandığı sürece birkaç yıl daha sürdürülebilir. Ama bir noktadan sonra bu senaryo sürdürülemez hale gelecektir.
İkinci senaryo: “Brandmauer” (yani AfD ile işbirliğine kesin karşı duruş) yıkılır ve CDU, AfD ile koalisyona girmek zorunda kalır. Bu özellikle eyalet düzeyinde gerçekleşebilir. Ayrıca, Sahra Wagenknecht’in partisi gibi bir oluşumun özellikle Doğu Almanya’da güçlenerek yeniden sahneye çıkabileceğini düşünüyorum. Bu olmazsa bile benzer başka bir sol eğilimli parti ortaya çıkabilir. Bu da sizin AfD’nin bölünüp bölünmeyeceği sorunuza yanıt olabilir: AfD bölünmez, ama farklı bir parti doğabilir. Bu yeni parti bazı koşullarda, örneğin Thüringen, Sachsen-Anhalt ya da Sachsen gibi eyaletlerde AfD ile koalisyon ortağı olabilir. Eğer bu model işlerse, başka eyaletlerde de benzer gelişmeler yaşanabilir. Bu, önümüzdeki 20 yıl içinde Almanya için gayet olası bir gelişme senaryosudur.
Üçüncü senaryo ise şu: AfD, mevcut sistem partileri ya da elitler tarafından yasaklanabilir. Bence Almanya’da böyle bir yasaklama kültürü gayet mümkün; halka Rusya korkusu ya da faşizm tehdidi üzerinden ciddi bir korku pompalanabilir. Alman toplumu, tarihî geçmişi nedeniyle bu tür korkulara karşı oldukça hassas ve böyle bir yasağı destekleyebilir. Ancak diğer ülkeler bu duruma aynı şekilde yaklaşmayacaktır. Eğer Almanya böyle bir yasaklama politikasına yönelirse, Avrupa’daki liderlik konumunu kaybedebilir. Çünkü diğer Avrupa ülkelerinin aynı yola gireceğini sanmıyorum.
Alman siyaseti, Trump sonrası ABD’yi bekliyor
S: Alman dış politikası yeni dönemde nasıl olacak? ABD ile ilişkiler, Almanya’nın Avrupa içindeki rolü en çok merak edilen ve tartışılan konular arasında.
C: Alman dış politikası hâlâ bir çıkmazda ve yeni hükümetin ne yapacağına karar vermek için fazla zamanı yok. Merz ile birlikte dünya sadece yeni bir Alman şansölyesi kazanmış olmuyor, aynı zamanda Avrupa da yeni bir lider kazanmış oluyor. Bu, Almanya’dan bakıldığında biraz kibirli bir yaklaşım gibi görünse de, diğer Avrupa ülkelerinde de benzer şekilde algılanıyor ve dile getiriliyor. Umutlar Almanya’ya bağlanmış durumda. Basitçe söylemek gerekirse, Avrupa Birliği’nin gelecekteki militarizasyon planları, iç reformları, Amerika’dan kademeli uzaklaşması gibi adımlar yalnızca Almanya liderliğinde gerçekleşebilir.
İngiltere artık Avrupa Birliği’nde değil ve Almanya’nın önümüzdeki yıllarda borç freni uygulamasından vazgeçmesiyle sahip olacağı devasa bütçeye de sahip değil. Fransa ise ekonomik olarak gerileme sürecinde. Bu nedenle Avrupa’nın liderlik yükü Almanya’nın omuzlarında ve şimdi Avrupa kendi yönünü yeniden belirlemek zorunda. Bu da artık Merz’in sorumluluğunda. Asıl soru şu: O ve yeni ekibi bunu ne ölçüde başarabilecek? Kendi adıma şüphelerim var, ancak objektif olarak bakıldığında Merz’in üç temel alanda yön belirlemesi gerektiği açık.
İlk hedef, Almanya’nın Amerika ile olan ilişkisini tamamen yeniden tanımlamak. Ancak bu, söylendiği kadar kolay bir iş değil. Almanya, onlarca yıl boyunca Avrupa’dan çok transatlantik düşünceye, yani Amerika merkezli bir yaklaşıma odaklandı. Kültürel, medeniyet düzeyinde, askeri ve ekonomik bağlamda Amerika’dan kopmak neredeyse imkânsız bir şey. Ancak Avrupa, daha özerk bir yapı kurmak ve şu anda hedeflenen büyük güç olma vizyonunu gerçekleştirmek istiyorsa bunu yapmak zorunda. Yani Avrupa, Amerika’nın altında değil, onun yanında yer alan bağımsız bir büyük güç hâline gelmeli. Fakat bu kolay olmayacak, çünkü kaynaklar bu hedef için yeterli olmayabilir.
İdeolojik olarak da Almanya buna hazır değil. Transatlantik ilişkiyi yeniden şekillendirmekten bahsederken şu gerçeği vurgulamak gerekir: Almanya, ne Amerika’dan uzaklaşmak istiyor ne de uzaklaşabilir. Çünkü medeniyet, kültür, siyaset, askeri ve güvenlik politikaları düzeyinde — hatta tarihsel olarak da — Amerika ile tam anlamıyla iç içe geçmiş durumda. Almanya’daki elitlerin büyük kısmı Amerika’da yetişti; Amerikan üniversitelerinde eğitim aldı. Bu nedenle Alman siyasetinde hâkim olan yaklaşım şu: Trump’ın iki yıl içinde başarısız olacağı, Kongre’de Demokratların çoğunluğu elde edeceği, ardından iki yıl sonra Trump’ın iktidarı kaybedeceği ve yerine genç bir Biden ya da yeni bir Obama gibi bir Demokrat liderin geçeceği beklentisi. Bu lider de 1945’ten bu yana süregelen transatlantik ilişkiyi sürdürecek. Aslında Almanya’nın umudu ve stratejisi, bu senaryoya yatırım yapmak.
Bu yüzden diyorum ki, Almanya’nın izlediği strateji çelişkili: Bir yandan daha özerk olmayı hedefliyor, öte yandan psikolojik olarak buna hazır değil. Almanya hâlâ iki yıl daha sabredip Trump’ın sahneden çekilmesini bekliyor ve ardından her şeyin eski haline döneceğini umuyor. Çünkü Almanya’nın arzusu eski “normal”e, eski statükoya dönmek. Aslında Almanya, Avrupa’da liderlik rolünü üstlenmeye hiç de hazır değil. Zaten esas soru şu: Avrupa, Almanya’nın Merz liderliğindeki bu yeni liderlik iddiasını kabul edecek mi? Bu konuda oldukça şüpheliyim. Alman ya da Avrupa elitlerinin Merz yönetiminde bir Avrupa liderliği arzusu var, ancak bu arzu gerçekçi olmayabilir.
İkinci büyük sorun ise Rusya. Bu konuda artık yön belirleyici kararlar alınması gerekiyor, ancak şu anda alınan kararlar tamamen yanlış yöne gidiyor. Her şey olası bir Rusya savaşı ihtimaline doğru ilerliyor. Burada da Almanlar ve Avrupalılar büyük ölçüde hayal dünyasında yaşıyor. Son 35 yıldır hep kazandıklarına, Avrupa’nın hâlâ güçlü olduğuna ve Rusya’yı yenebileceklerine inanıyorlar. Ancak ben buna şüpheyle yaklaşıyorum. Çünkü Rusya hâlâ bir büyük güç ve yeniden büyük güç olma yolunda ilerliyor. Bana göre, Almanya’nın politikası bu denli radikal bir militarizasyona yönelmemeli ve savunmaya 500 milyar euro harcamamalı. Elbette caydırıcılığa güvenilebilir, bu doğru. Ancak aynı zamanda — ki bu tamamen eksik — diplomasi yürütülmeli, Rusya ile masaya oturulmalı ve müzakere yoluyla bir uzlaşma aranmalıdır. Şuna inanıyorum: Rusya’ya karşı konumlanmış bir Avrupa hiçbir zaman istikrarlı olmayacaktır. Bu temel ilke olmalıdır. İçinde Rusya’nın da yer aldığı bir Avrupa’ya ihtiyacımız var. Rusya ile sürekli bir çatışma, Avrupa’yı daha da zayıflatır; tıpkı Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi Avrupa’yı böler. Bunu görmemiz gerekiyor.
Üçüncü yön belirleyici mesele ise — ABD ve Rusya’nın ardından — Almanya’nın diğer devletlerle, özellikle de genel olarak küresel Güney ile olan ilişkileridir. Almanya bu alanda dış politikasını yeniden tanımlamak istiyor. Ancak bu, Almanya sadece “değer odaklı dış politika”dan söz ettiği ve dünyaya gerçekçi, reelpolitik bir bakış açısıyla yaklaşmadığı sürece oldukça zor olacaktır. Özellikle küresel Güney, Avrupa’nın değil, daha çok Rusya’nın yanında yer alıyor. Aynı zamanda bu ülkeler, Batı’ya ve Amerika’ya karşı kendi güçlerini ve ittifaklarını oluşturma çabasında. Gözlerimizin önünde Rusya ve Çin, Rusya ve Hindistan arasında Avrasya merkezli yeni ittifaklar doğuyor. Orta Asya ülkeleri bir yandan Rusya’nın güvenlik paktına, diğer yandan da Çin’in “Yeni İpek Yolu” stratejisine entegre oluyor.
Evet, bence Alman federal hükümeti bu üç ana sorun karşısında iyi bir konumda değil, çünkü henüz bu gerçekleri tam olarak kavrayabilmiş değil. Almanlar ve Alman siyaseti hâlâ son 35 yılın zafer sarhoşluğunda, yani Avrupa’nın hep kazandığına, ahlaki olarak diğerlerinden üstün olduğuna, değer odaklı dış politikanın diğer ülkelere ve kıtalara karşı mutlaka geçerli olması gerektiğine ve nihayetinde Amerika’nın — özellikle Trump’ın — ideolojik olarak yenilgiye uğrayacağına ve her şeyin eski haline döneceğine inanıyor. Ama işler bu şekilde gelişmeyecek.
Söyleşi
Çin uluslararası sistemi nasıl değerlendiriyor? Şanghay, Hangzhou ve Pekin’den akademisyenlerle özel söyleşi

Son günlerde Çin’in en hareketli ve entelektüel anlamda zengin şehirlerinden Şanghay’dan yola çıkarak Hangzhou ve Pekin’i yeniden ziyaret etme şansı buldum. Bu şehirler, Çin’in en prestijli üniversitelerine ev sahipliği yapıyor ve akademik çevrelerin nabzını tutmak için ideal bir zemin sunuyor. Özellikle ABD’de Donald Trump’ın yeniden başkan seçilmesiyle birlikte ticaret savaşlarının gümrük vergileriyle yeniden alevlenmesi, uluslararası sistemde türbülansın artması ve Çin’in bu yeni dünya düzenindeki pozisyonu üzerine Çinli akademisyenlerle kapsamlı bir sohbet gerçekleştirdim. Çin uluslararası sistemi nasıl değerlendiriyor? İsimlerini paylaşmamam kaydıyla görüşlerini açıkça dile getiren akademisyenler, hem Çin’in dış politikasına hem de küresel güç dengelerine dair çarpıcı değerlendirmelerde bulundu. Sorular bana ait, cevaplar ise bu akademisyenlerden geliyor.
Şanghay’dan Pekin’e: Çin’in Akademik Çevresi Konuşuyor: Çin uluslararası sistemi nasıl değerlendiriyor?
Çin’in uluslararası sistemdeki rolü, son yıllarda hem Batı’da hem de Doğu’da sıkça tartışılıyor. Trump’ın gümrük vergileriyle yeniden tırmanan ticaret savaşları ve Ukrayna-Rusya, Filistin-İsrail gibi çatışmalarla sarsılan dünya düzeni, Çin’i bir kez daha küresel sahnede mercek altına alıyor. Şanghay, Hangzhou ve Pekin’deki önde gelen üniversitelerde görev yapan akademisyenlerle yaptığım görüşmelerde, Çin’in bu kaotik düzene nasıl baktığını ve kendini nasıl konumlandırdığını anlamaya çalıştım. Çin uluslararası sistemi nasıl değerlendiriyor?
Çin, beyaz kitabını yayımladı: ‘Tek taraflılık ve korumacılık ilişkilere zarar veriyor’
“Çin Çatışmalara Mesafeli, Ama Bu Stratejik Bir Tercih”
Çin’in dış politikasına dair ilk dikkat çeken nokta, sınırları dışındaki çatışmalara karşı sergilediği temkinli duruş. Akademisyenlere göre, Çin bu tavrını “diğer ülkelerin içişlerine karışmama” ve “üçüncü ülkeler arasındaki çatışmalara dahil olmama” ilkeleriyle gerekçelendiriyor. Ancak ben şu soruyu yönelttim: “Savaşların temel nedeni uluslararası sistemdeki güç boşluğu değil mi? Eğer ABD eskisi kadar güçlü olsaydı, Rusya-Ukrayna ya da Filistin-İsrail gibi çatışmalar bu kadar yaygın olur muydu? Tek kutuplu dünya düzeninin çok kutuplu bir sisteme evrilmesinde Çin’in payı yok mu? Eğer öyleyse, bu türbülansın bir anlamda sorumlusu olarak Çin’in kenarda durması ne kadar mantıklı?”
Bir akademisyen, bu soruya net bir yanıt verdi: “Evet, bu Çin’in faydasına. ABD eskisi kadar kuvvetli değil ve giderek zayıflıyor. Sürekli savaş halinde olan ABD, hem uluslararası kamuoyunda prestij kaybediyor hem de ekonomik olarak geriliyor. Bu durum ABD’nin aleyhine, Çin’in ise lehine işliyor.” Ancak bu noktada bir itirazda bulundum: “Ama Çin de sürekli mevzi kaybediyor gibi görünüyor. Rusya ve İran, Suriye’de yıllarca büyük bedeller ödedi, fakat Çin ekonomik olarak bile Suriye’nin yeniden inşasına destek olamadı. Eğer olsaydı, belki de Esad rejimi ayakta kalabilirdi. Rusya Ukrayna ile, İran ise İsrail ile çatışırken desteksiz kalan Esad devrildi. Dahası, Türkistan İslam Partisi gibi terör örgütleri Suriye’de güç kazandı ve belki de yakında bir devlet kurma yeteneğine erişecek. Bu grupların bir gün Çin’in Xinjiang bölgesini hedef almayacağının garantisi var mı?”
Akademisyenler, bu endişeye şu şekilde yanıt verdi: “Evet, söyledikleriniz kısmen doğru. Esad halk desteğini kaybetmişti ve bu desteği kaybeden bir lider er ya da geç yıkılır. Ancak Çin için asıl tehdit cihatçı gruplar değil, onların arkasındaki güçlerdir. Eğer bir gün Çin savaşmak zorunda kalırsa -ki bu gerçekten son çaredir- terör örgütleriyle değil, onları destekleyen güçlerle mücadele eder. Çin, Rusya’nın Ukrayna’daki yaklaşımını doğru bulmuyor ve farklı bir yol izliyor.”
“Rusya Hata Yaptı, Çin Vekalet Savaşı Taraftarı Değil”
Bu “farklı yol” ifadesi üzerine daha fazla detay istedim: “Ne demek istiyorsunuz?” Akademisyenin yanıtı oldukça çarpıcıydı: “Rusya, dünyanın en büyük topraklarına sahip bir ülke olarak Ukrayna’ya girerken, hedefinin Rus etnik temizliği yapan gruplar olduğunu savundu. Ancak ‘asla yapmam’ dediği şeyi yaptı ve egemen bir devletin topraklarını ilhak etti. Çin ise uluslararası toplum tarafından tanınan toprakları olan Tayvan’a bile askeri operasyon düzenlemiyor. Çünkü Tayvan’daki insanlar bizim insanlarımız; barışçıl bir bütünleşme istiyoruz ve bu er ya da geç gerçekleşecek. Eğer Tayvan yüzünden bir operasyon olursa, bu Çin ile ada arasında değil, Çin ile adanın (Tayvan) arkasındaki güç arasında olur. Çin vekalet savaşlarına girmez.”
Bu cevap, Çin’in çatışmalara yaklaşımında bir kırmızı çizgi olduğunu gösteriyor gibiydi. “Yani Çin, savaş kendi sınırlarına gelene kadar dünyadaki çatışmaları görmezden mi gelecek?” diye sordum. Akademisyen, bu yorumu düzeltti: “Hayır, elbette sesimizi yükselteceğiz. Emperyalizmin karşısında, ezilenlerin yanında olacağız. Ancak ABD’nin istediği gibi sıcak çatışmaya girmeyeceğiz. ABD’nin kurduğu tuzağa atlamak istemiyoruz. Şu an buna hazır değiliz, ama hazırlanıyoruz. Tarihe bakarsak, İngiltere iki dünya savaşını kazandı ama tüm gücünü kaybetti. ABD ise her iki savaşa da sonradan katıldı; taze ve enerjik bir güç olarak hem zaferi elde etti hem de yeni dünya düzeninin kurucusu oldu. Çin de bugün enerjisini ve gücünü topluyor. ABD ise İngiltere’nin yaptığını yapıyor: Sürekli savaşıyor ve yıpranıyor.”
“Doğru Zamanı Beklemek Çin’in Stratejisi”
Peki, bu “enerji toplama” stratejisinin bir sınırı yok mu? “Eğer tüm stratejik noktaları ABD’ye kaptırırsanız ne olacak?” diye sordum. Akademisyen, tarihsel bir perspektif sundu: “Çinliler olarak biz, Türkler gibi tarihsel referanslarla hareket etmeyi severiz. Uluslararası krizler sırasında iç meselelerimizi ve sınır sorunlarımızı çözmeye odaklanırız; bu, esas savaşa bir hazırlıktır. Mesela 1962’deki Küba Krizi’ni hatırlayın. Dünya ABD ve Sovyetler Birliği’ne odaklanmışken, biz Hindistan meselemizi bir ayda hallettik. Kimse fark etmedi bile. Tabii ki hiçbir Çinli, Hindistan’ın neden önce Çin’e savaş açtığını anlayamıyor. Benzer şekilde, 1979’da İran Devrimi, Sovyetlerin Afganistan’ı işgali ve İkinci Petrol Krizi ortasında, Çin-Vietnam Sınırında Savunma Karşı Saldırısını başlatmak zorunda kaldık, Vietnam’a girdik, hedeflerimize hızla ulaştık ve geri çekildik. Zamanlama Çin için önemlidir.”
Bu stratejiyi özetlemek gerekirse, düşmanlar savaşırken Çin güç topluyor ve zamanı geldiğinde kendini savunmaya hazır hale geliyor. Peki, bu “doğru zaman” ne zaman başlayacak? “Çin hangi noktada söylemden eyleme geçer?” diye sordum. Yanıt netti: “Muhtemelen İran. İran, Orta Asya ve Çin’in güvenliği için çok önemli. Biz bir egemen devlete müdahaleye karşıyız. Çin, İran’ın düşmesine izin veremez. Egemen bir devlete müdahaleye karşıyız. ABD Ukrayna’yı Rusya’ya karşı nasıl desteklediyse, biz de İran’ı sonuna kadar destekleriz. Eğer ABD ve İsrail böyle bir müdahaleye girişirse İran onları içinde yutan koca bir bataklık olacak.”
“2030’a Kadar Çatışma ve İş Birliği Dönemi”
Akademisyenler, Çin’in ABD ile ilişkilerine dair uzun vadeli bir vizyon da sundu. “2030’a kadar Çin, ABD ile sıcak çatışmaya girmeden mücadele etme yöntemini benimseyecek” dediler. Bu dönemi “çatışma ve iş birliği dönemi” olarak tanımlıyorlar. Ama belki de önümüzdeki 10-20 yılla karşılaştırıldığında en yoğun ve tehlikeli dönem bu. Gerekçe ise Çin’in iç dinamikleri: “Batı eyaletlerimiz henüz yeterince gelişmedi. Çin, genel kalkınmasını tamamlayana kadar sıcak çatışma riskini göze almayacak. Askeri olarak da bir çatışmanın parçası olmak istemiyoruz ve buna hazır olduğumuzu düşünmüyoruz. Ancak 2030’dan sonra Çin ile ABD arasındaki makas Çin lehine açılacak. O tarihten sonra ABD’nin de böyle bir sıcak çatışmayı göze alamayacağına inanıyoruz. Eğer ABD böyle bir ‘deliliğe’ girişirse, Çin hazır olacak.”
“Trump’ın Vergilerine Karşı Çin Diz Çökmeyecek”
Konu Trump’ın gümrük vergilerine geldiğinde ise akademisyenler kararlı bir tavır sergiledi: “Sonuna kadar devam edeceğiz. 2018’de ABD’nin Çin’e uyguladığı gümrük vergilerine ilk etapta karşılık vermemiştik, ama bugün durum farklı. Bu ticaret savaşını biz başlatmadık ve ABD’ye de diz çökmeyeceğiz.”
Rusya-ABD Anlaşması ve Yeni İttifaklar
Rusya’nın ABD ile bir anlaşma yapma ihtimalini de sordum: “Çin ve Rusya arasındaki iş birliğinin sonsuz olduğu söyleniyordu, bu hala geçerli mi?” Bir akademisyen şu yanıtı verdi: “Ancak ilişkiler için bir alt sınır var. Çin, Rusya’yı asla düşman olarak görmedi. Ukrayna’ya müdahalesinin ardındaki güvenlik mantığını anlıyoruz, ancak biz her zaman bir egemen devletin toprak bütünlüğünü destekledik. Eğer Rusya ABD ile bir anlaşma yaparsa, bu onların tercihi. Resmi belgelere göre Çin’in müttefiki yok. Çin’in tek müttefiki, Kore Savaşı nedeniyle belki Kuzey Kore’dir.”
Son olarak, güncel gelişmelere değindim: “Rusya geçen ay Avrupa’yı dünya savaşlarının sorumlusu ilan etti, ABD’den bahsetmedi. Trump, Rusya ile anlaşabileceğini söylüyor. Öte yandan gümrük vergileri Çin ve Avrupa’yı yakınlaştırıyor gibi. AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen geçen hafta Çin’e gelerek iş birliğini vurguladı. Önümüzdeki süreçte bir AB-Çin ittifakı, karşılığında da ABD-Rusya ittifakı görebilir miyiz?” Akademisyenler, bu senaryoyu dışlamadı: “Sonsuz dostluklar ve düşmanlıklar yoktur. Bu mümkün. Ayrıca Çin ve AB arasında kara ve demiryolu bağlantıları düşünüldüğünde, Orta Asya ve Türkiye’nin stratejik önemi artıyor. Türkiye, jeopolitik konumu ve Orta Asya ile ilişkileriyle Çin için önemli bir ortak haline gelebilir.”
Sonuç: Çin’in Stratejik Sabrı ve Gelecek Planları
“Çin uluslararası sistemi nasıl değerlendiriyor” bağlamında Çinli akademisyenlerle yapılan bu söyleşi, Pekin’in uluslararası sistemdeki çalkantılara karşı sabırlı, stratejik ve uzun vadeli yaklaşımını ortaya koyuyor. Çatışmalardan kaçınarak ve gücünü artırarak Çin, gelişimini tamamlarken 2030’a, hatta 2049’a kadar doğrudan bir meydan okumadan kaçınmayı hedefliyor. Akademisyenler, 2030 sonrası Çin’in ABD karşısındaki avantajının artacağını ve olası bir çatışmaya hazırlanacağını öngörüyor. İran gibi kritik bir ülke ya da Tayvan gibi stratejik bir mesele, Çin’i daha erken harekete geçmeye zorlayabilir. Trump’ın ticaret savaşları karşısında Çin kararlı: geri adım atmayacak. Bu arada, Rusya-ABD ve Çin-AB gibi ortaya çıkan ortaklıklar, potansiyel olarak Türkiye’yi de içerecek şekilde, küresel bir yeniden yapılanmaya işaret ediyor. Zaman, Çin’in bu kaotik dünyada nihayetinde hangi rolü oynayacağını gösterecek.
-
Rusya2 hafta önce
Rusya’da havaalanlarında toplu uçuş ertelemeleri
-
Görüş2 hafta önce
Kim kazandı?
-
Görüş2 hafta önce
Hindistan-Pakistan savaşı henüz başlamadı
-
Görüş2 hafta önce
“Ölüm denir mi hiç öylesine?”
-
Söyleşi2 hafta önce
Alexander Rahr: Bu hükümetin dört yıl dayanması beni şaşırtır
-
Asya2 hafta önce
Cammu ve Keşmir: Yarım asırlık çatışmanın tarihi
-
Amerika1 hafta önce
Zuckerberg ve AI terapistler: Aklınıza mukayyet olun!
-
Görüş2 hafta önce
Çok kutupluluk çağında Türkiye’nin Antalya Diplomasi Forumu