Dünya Basını
Trump’ın Silikon Vadisi’ndeki adamı Thiel’in antidemokratik distopyası

Çevirmenin notu: Aşağıdaki makale, Eoin Higgins’in sağcı teknoloji milyardelerini anlattığı kitabının bir bölümünün Rolling Stone’da yayınlanmış halinden çeviridir. Başta Peter Thiel olmak üzere Elon Musk, Alex Karp, Mark Zuckerberg, hatta Billi Gates ve Jeff Bezos gibi teknoloji milyarderlerinin dünya vizyonu, Büyük Teknoloji sahiplerinin ve onların hesabına çalışan “aydınlanmış” mühendislerin yönettiği karanlık bir dünyaya işaret ediyor. Trumpizme içkin sayılan “demokratik taban örgütlernmeleri”, aslında bir illüzyondur bunlar için: Yeni Başkan ve etrafındaki Silikon Vadisi çetesi, “müdahaleci” devleti, yani İkinci Dünya Savaşı’nın bakiyesi sözümona Altın Çağ’ın son unsurlarını ortadan kaldırmaya, politik olanın yalnızca Silikon Vadisi için geçerli olduğuna ilişkin bir düşünceyi yerleştirmeye uğraşmaktadır. “Halk”, “populus” yalnızca bir dekordur. Sermayenin devletten özgürlüğü esastır. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.
Peter Thiel, Trump’ın Silikon Vadisi’ndeki adamı
Eoin Higgins
Rolling Stone
23 Şubat 2025
Bu yazı Owned: How Tech Billionaires on the Right Bought the Loudest Voices on the Left [Sahip Olunan: Sağcı Teknoloji Milyarderlerinin Soldaki En Gürültülü Sesleri Satın Alışı] adlı yeni kitaptan alınmıştır.
Peter Thiel, “Batı dünyasının ana dini olan Hıristiyanlık her zaman kurbanın tarafını tutar” diyor ve ekliyor: “Woke’luğu ultra-Hıristiyanlık ya da hiper-Hıristiyanlık olarak düşünmelisiniz.”
Aşırı sağcı milyarder yatırımcı Thiel, kapsayıcı bir felsefeye bağlı: güç. Temmuz 2024’te Triggernometry podcast’inde komedyenler Konstantin Kisin ve Francis Foster’a açıkladığı gibi, “woke” eşitlik ideolojisini reddetmesinin nedenlerinden biri de bu. Thiel, Hıristiyanlığı yoksullara, hastalara ve zayıflara odaklandığı için nihai “woke” din olarak gördüğünü söylüyordu.
Aşırı olabilir, ama Thiel görüşlerinde eşsiz değil (bu kadar aleni olması dışında); sınıfındaki ve çevresindeki diğerleri de benzer inançlara sahip. The Code’un yazarı Margaret O’Mara bana, “Mansplaining milyarderi bu on yılın yeni bir fenomeni,” dedi.
Gawker’ın 2007’de kendisini ifşa etmesinin ardından Thiel aşırılık yanlısı politikalarını daha açık bir şekilde dile getirmeye başladı. Artık ismen bile bir liberteryen değildi, daha çok Objektivist bir felsefeye bağlıydı. William Rees-Mogg ve James Dale Davidson’ın 1990’larda Silikon Vadisi’nde son derece popüler olan ve birçok teknoloji liderinin gelecekteki siyasi yörüngesini etkileyen The Sovereign Individual [Hükümran Birey] kitabını çok seviyordu. (Daha sonra Rees-Mogg’un oğlu Jacob, Brexit’in yönetiminden sorumlu üst düzey bir yetkili olarak Boris Johnson’ın Muhafazakâr Birleşik Krallık hükümetine katılacaktı).
Kitabın Thiel’in seçimcilik [electoralism] konusundaki görüşleri üzerindeki etkisi görülebilir: “Bize göre oy verme, modern ulus-devleti ortaya çıkaran megapolitik koşulların bir nedeni olmaktan ziyade bir sonucuydu. Kitle demokrasisi ve vatandaşlık kavramı ulus-devlet büyüdükçe gelişti. Ulus-devlet bocaladıkça bunlar da bocalayacak ve beş yüz yıl önce Burgonya dükünün sarayında şövalyeliğin erozyona uğramasının Washington’da yol açtığı kadar dehşete yol açacaktır.”
Thiel 2009 yılında yazdığı “Bir Liberteryenin Eğitimi” adlı makalesinde, “Artık özgürlük ve demokrasinin uyumlu olduğuna inanmıyorum,” diye yazmıştı. Seçim siyaseti Thiel’in nihai hedefi değildi; daha sonra demokrasi ve özgürlük hakkındaki yorumlarına bir “açıklama” getirerek asıl meselenin “oy vermenin işleri daha iyi hale getireceğine dair çok az umudu” olduğunu iddia etse de, muhafazakârların liberallerin kazanmalarına, aşırıya kaçmalarına ve ardından askeri bir darbe yapmalarına izin vermeleri gerektiğini de (belki şaka yollu) öne sürüyordu.
Oy vermekle pek ilgilenmediğini söyleyen milyarder, regüle edilmemiş bir teknoloji sektörünün dünyayı değiştirme olasılığından çok etkilenmişti. 2012 yılında Stanford’a dönerek startup’lar üzerine bir ders vermişti. Stanford Hukuk öğrencisi ve Thiel’in yardımcısı Blake Masters dersleri kaleme almış ve sosyal medyada yayınlamıştı.
Demokrasinin değerine ilişkin felsefi görüşleri ne olursa olsun Thiel, Washington’da mesajını yayacak geleceğin siyasetçilerinden oluşan bir kadro kuruyordu. Thiel, 2012 Cumhuriyetçi Parti başkanlık ön seçimlerinde Ron Paul’u destekledi. Paleomuhafazakâr¹ Teksaslı ile yıllar önce, Washington’daki kanun yapıcılar PayPal’un para kaynaklarından biri olan çevrimiçi kumarın peşine düştüğünde tanışmıştı. Thiel, Paul’un 2012’deki adaylığıyla pek ilgilenmiyordu, daha ziyade liberteryen Cumhuriyetçi’nin kampanyasını farklı, aşırı sağcı bir mesajı yaymak için kullanmak istiyordu. Paul kampanyasının kafası karışıktı; Thiel destekli süper PAC [Siyasi Eylem Komitesi] Endorse Liberty ile neredeyse hiç iletişim yoktu. Fakat Thiel için mesele Paul’u desteklemek değil, kendi siyasi gündemini dayatmaktı.
O kasım ayında Thiel, Ted Cruz’un Senatoya seçilmesine yardımcı oldu, bu riskli girişimin karşılığını aldı. Ve Ron Paul’e verdiği destek ona, Kentucky’nin yeni genç senatörü olan kongre üyesinin oğlu Rand’de hoş bir müttefik kazandırdı.
2014 yılına gelindiğinde Thiel yüksekten uçuyordu. Neofaşist müttefiki Curtis Yarvin gibi figürlerle olan ilişkisi sorulduğunda bile suçlamalardan kaçmayı başarıyordu. Thiel, federal bürokrasiyi azaltmayı ve bunu yapmasına yardımcı olacak yüksek güçlü politikacılardan oluşan bir ekip kurmayı düşünüyordu. Risk sermayesi yükselişteydi, ekonomi yükselişteydi ve Thiel –yönetimin veri işleme ve gözetim şirketi Palantir’e yağdırdığı kârlı sözleşmelere rağmen Obama’yı bir komünist olarak görüyordu– gücünü ülkeyi muhafazakâr hareket adına geri almak üzere kullanmaya hevesliydi.
2016 seçimleri yaklaşırken Thiel, Donald Trump’a teknoloji sektöründen verilen desteğin kamusal yüzü olma rolünü hevesle benimsedi. Thiel, 2016 Cumhuriyetçi Ulusal Konvansiyon’da Silikon Vadisi’nin kendi mitosunu benimsedi. Konuşması, alkışlar arasında eşcinsel, Cumhuriyetçi ve Amerikalı olmaktan gurur duyduğunu açıklayana kadar nispeten sıradan aşırı sağcı yorumlardan oluşuyordu.
Trump, eski Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’a karşı tarihi bir farkla seçimi kazandığında, Thiel’in bahsinin tuttuğu açıktı. Obama’nın Silikon Vadisi ile yakın bağları, endüstri ile Washington’u bir araya getirmişti. Özel sektöre olan sevgisine rağmen, 2016 seçimlerinden sonra Trump çoğu teknoloji liderine aynı düzeyde destek vermedi. Yine de teknoloji devleri Trump’ı kişisel olarak pek sevmese de, bazıları şekillendirilebilir bir varlığın potansiyelini gördü. Trump’ın çevresi zaten teknoloji dünyasıyla uğraşan insanlarla doluydu.
2016 kampanya danışmanı Steve Bannon, devasa çok oyunculu çevrimiçi rol yapma oyunu World of Warcraft’ta altın satan bir şirketin CEO’su olarak görev yapmıştı.Teknolojinin aşırı sağcı alt tabakasının bir parçasıydı. Beyaz Saray’a girdikten sonra Trump, Silikon Vadisi ile irtibatı sağlaması için daha elit bir isim olan Thiel’e yöneldi.
Trump’ın zaferinden sonra teknoloji liderleri yüzüğü öpmeye geldi. Thiel 14 Aralık 2016’daki görüşmede Trump’ın yanındaydı. Milyarder yatırımcı yanında müttefikleri Elon Musk ve [Palantir CEO’su] Alex Karp’ı da getirmişti, her ne kadar o sırada başında bulundukları Tesla ve Palantir şirketleri Google, Microsoft, Apple ve diğerleriyle aynı seviyede olmasalar da.
Teknoloji CEO’ları Trump’ı pohpohlamış ve övgüler düzmüştü. Yeni başkanın göçü azaltma ya da Müslümanların ABD’ye girişini geçici olarak yasaklama planlarına kimse itiraz etmemişti. İş dünyasının çıkarları siyasetten daha önemliydi. Trump ise seçim kampanyası sırasında teknoloji şirketlerine saldırdıktan sonra geçmişi geride bırakmaktan memnundu. Hatta Başkan teknoloji liderleriyle buluşmaktan, onların kendisiyle buluşmasından daha fazla heyecan duymuştu.
Seçilmiş başkan, “Dünyada sizin gibisi yok,” dedi. “Dünyada! Bu odadaki insanlar gibi kimse yok.”
Thiel’in parası genellikle sağın en uç bölmelerinde bulunur. Journal of American Greatness, American Affairs, Quillette ve Inference gibi bir dizi ideolojik yayını finanse etmektedir. Kendisi aynı zamanda, hevesli Dunning-Kruger tiplerine kendilerini bilgili akademisyenler olarak sunan, pek de parlak olmayan çevrimiçi influencer’ların bir koleksiyonu olan “entelektüel karanlık ağın [dark web]” da destekçisidir. Milyarder, servetini muhafazakâr söylem alanına o kadar geniş bir şekilde yaydı ki, takip etmek neredeyse imkansız. Thiel’e yakın bir kaynak 2022’de Washington Post’a verdiği demeçte, “General gibi elindeki kozları masaya koyup tutarlı bir plan yapmıyor,” diyordu. “Önem verdiği insanlar ve şeyler için güçlü keskin nişancı atışları yapıyor. Daha çok bir profesör gibi. Ama entelektüel olarak savaş modunda.”
O Nisan ayında James Pogue’un Vanity Fair’de yayınlanan bir haberi milyarderin Yeni Sağ’ın yenilenmesini nasıl finanse ettiğini inceliyordu. Curtis Yarvin gibi sert sağcı figürlerin yanı sıra muhafazakâr olarak yeniden markalaşan ve bir sıçrama yapmak isteyen başarısız ya da gayretli genç Hollywood tiplerine de para veriyordu.
Pogue, Kasım 2021’de Milli Muhafazakârlık Konferansı sırasında Orlando’da Thiel bağlantılı bir partiye katıldı ve katılımcıları not etti: Yarvin, yakında senatör olacak J.D. Vance, Newsweek editörü Josh Hammer, Trump yetkilisi Michael Anton, yazarlar Chris Arnade ve Sohrab Ahmari ve diğerleri. Pogue, Yeni Sağ’ın “ağırlıklı olarak yüksek lisans derecesine sahip kişiler tarafından doldurulduğunu, bu nedenle içinde kimlerin olduğu ve hatta var olup olmadığı konusunda pek çok tartışma olduğunu … ama aynı zamanda Substack yazarları, podcast yayıncıları ve anonim Twitter kullanıcılarından oluşan oldukça çevrimiçi bir grup olduğunu” yazdı. Thiel tarafından finanse edilen bu yeni siyasi oluşum, entelijensiya tarzı akademisyenler ile internet fenomenlerinin bir kombinasyonu.
Naomi Klein, Doppelganger: A Trip into the Mirror World’de [İkinci Kişilik: Ayna Dünyasına Bir Yolculuk] Thiel tarafından desteklenen popülist, gerici ideolojinin başarısının şaşırtıcı olmadığını yazıyor. Thiel ve diğerleri tarafından finanse edilen “sağın yükselen yıldızları” tarafından yönlendirilen bu siyaset, Klein’a küresel kapitalist sistemdeki sistemik eşitsizlikleri ele almaya çalışan sol hareketleri hatırlatıyor. Fakat sol bu mesajı iktidara dönüştüremezken, sağ gerici, acımasız bir gündemi, Wall Street’i İşgal Et kalabalığına daha aşina terimlerle gizlemeyi başardı: “Aileleri destekleyen ücretler ödeyen fabrika işlerini geri getirmeyi, sınır duvarını inşa etmeyi, zehirli uyuşturucu arzıyla savaşmayı, ifade hürriyetini Büyük Teknoloji’den kurtarmayı ve ‘woke’ müfredatı yasaklamayı vaat ediyorlar. Amerika Birleşik Devletleri’nde bu platformun versiyonları etrafında kariyer inşa edenler arasında Ohio’da J.D. Vance, Missouri’de Josh Hawley ve Arizona valiliği yarışını kıl payı kaybeden (ve elbette seçimin çalındığını iddia eden) Kari Lake yer alıyor. Seçim diyagonalizminin çok benzer versiyonları İsveç’ten Brezilya’ya kadar dünyanın dört bir yanındaki ülkelerde kök salmıştır.”
Yeni Sağ kolay anlaşılır değildir çünkü Vance’in gururla yakın olduğu Yarvin gibi istisnalar dışında grubun gerçek etkisini ortaya çıkarmak zordur. Geleneksel solda bireyciliği reddeden ve sözde geleneksel değerleri bir şekilde düzen karşıtı olarak gören bazı kesimler arasında sınırlı bir karşılık bulmuştur.
Hareket çoğu zaman uçlara itildiği için etkisinin boyutunu ölçmek zor olabilir. Fakat Vance’in Cumhuriyetçi Parti’deki yükselişi ve Yeni Sağ yörüngesindeki diğer figürlerin medya ve söylem şekillendirmedeki etkisi düşünüldüğünde, bu hareketin bir etkisi olmadığını iddia etmek zor.
Savunduğu muhafazakâr ideolojinin başarısı Thiel’i pek tatmin etmedi. O daha fazlasını istiyor. Kasım 2023’te Snowden sızıntısının haberleştirilmesine yardımcı olan eski Washington Post muhabiri Barton Gellman’a The Atlantic’te açıkladığı gibi, bu yeterli değil. Milyarder, Gellman’a, insanlıkta umduğu gerçek, dünyayı sarsan değişimi yaratmayan yatırım üstüne yatırımları anlatıyordu. Kripto, denizcilik, SpaceX: Thiel’in portföyündeki varlıklar fark yaratmakta birbiri ardına başarısız oluyordu. Ona para kazandırıp kazandırmadıklarına bakılmaksızın, hiçbiri 2009 tarihli “Bir Liberteryenin Eğitimi” manifestosunda hayalini kurduğu aydınlanmış “siyasetin her türlü biçiminden kaçış” ile sonuçlanmadı.
Thiel, Gellman’a siyaset konusunda hayal kırıklığına uğradığını ve büyük servetinin dünyayı kendisini tatmin edecek şekilde değiştiremediği için mutsuz olduğunu söylemişti. Thiel için nadir bir durum olan bu röportajın vurgulanan nedeni, 2024 kampanya döneminde para harcamama taahhüdü konusunda kendisini hesap verilebilir kılmaktı. Thiel, Gellman’a, “Sizinle konuşmak,” diyordu, “fikrimi değiştirmemi zorlaştırıyor.”
Siyasi hoşnutsuzluğunda yalnız değildi. Kasım 2023’e gelindiğinde, teknoloji liderleri Trump’a karşı hayal kırıklığına uğramış ama paralarını en iyi nereye yatıracaklarını bulmakta zorlanmışlardı. Teknoloji sektöründen bir siyasi danışman Washington Post’a yaptığı açıklamada, bağışçıların mesajdan giderek daha fazla hayal kırıklığına uğradığını söylüyordu: “Şu anda seçimlere katılanlar ve önseçim seçmenleri ile büyük süper PAC çeklerini yazanlar arasında çok büyük bir kopukluk var. Transseksüel çocukların tuvalete gitmesi umurumuzda değil. Düzenleyici devletin ortadan kaldırılmasını önemsiyoruz.”
Stanford’daki homofobik yorumlarıyla Thiel’in desteğini alan ama öğrenci topluluğundan büyük tepki gören avukat Keith Rabois, Post’a yaptığı açıklamada Trump’ın Silikon Vadisi elitlerinin hedeflerinin çoğunu paylaştığını söylüyordu. Fakat eski başkanın düzenleyici devleti ortadan kaldırmaya yönelik adımlarının davranışları nedeniyle sekteye uğradığını da sözlerine ekliyordu: “Acımasızca uygulamak yerine kargaşa ve kaosa neden oluyor ve bu da gündemine engel oluyor.”
2024 yazına gelindiğinde, teknoloji liderleri siyasi tercihleriyle ilgili her türlü yanılsamadan büyük ölçüde vazgeçmişlerdi. Kısa süre içinde Marc Andreessen, Musk, David Sacks ve onların yörüngesindeki diğerleri Trump’ı açıkça desteklediklerini açıkladılar ve Cumhuriyetçilere destek sözü verdiler. Andreessen için “bardağı taşıran son damla” Biden yönetiminin gerçekleşmemiş sermaye kazançlarını vergilendirme önerisiydi ki milyarder temmuz ortasında bu önerinin “startup’ları tamamen mantıksız hale getirdiğini” söylemişti.
Bu etki göz ardı edilemezdi. Gazeteci Dave Weigel, 2024 RNC [Cumhuriyetçi Ulusal Konvansiyon] sırasında “Bu artık Peter Thiel’in partisi” diye tweet attı ve bu noktaya itiraz etmek zor: Thiel’in yakın ortağı J.D. Vance, Trump’ın başkan yardımcısı adayı olarak seçiliyor ve Thiel’in desteğiyle Gawker’ı başarılı bir şekilde dava eden güreşçi Hulk Hogan, kongrenin son gecesinde, Donald Trump’tan önce konuşuyordu.
¹ Paleomuhafazakârlık, ABD’de Amerikan milliyetçiliğini, Hristiyan etiğini ve dini muhafazakarlığı vurgulayan akım. Bu hareketin destekçileri ABD’nin Irak işgaline karşı çıkan ender sağ gruplardan birini oluşturuyordu. The American Conservative dergisi en önemli yayın organlarından biridir. (ç.n.)
Dünya Basını
Siyonist yerleşimlerde Filistinli emeği

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız makale, Filistin proletaryasının zorunlu emek göçü örneğinden hareketle, Siyonist yerleşimci sömürgecilik ile kapitalist birikim süreçlerinin nasıl tarihsel olarak iç içe geçtiğini kavramsal bir çözümlemeyle ortaya koyuyor. Filistin’in, özellikle Batı Şeria ve Gazze Şeridi gibi işgal altındaki bölgelerinde yaşanan sosyoekonomik dönüşümleri “kalkınmasızlaştırma” ve bağımlılık kuramı çerçevesinde ele alan metin, bu yaklaşımları tarihsel maddeci bir perspektifle yeniden değerlendirerek güncelliyor. Yerli emeğin hem üretici güçlerin bastırılması yoluyla hem de değer yasasının işgal rejimi tarafından keyfi şekilde işletilmesiyle nasıl metalaştırıldığını analiz eden yazar, “atıklaştırma” ve “yoğunlaşmış emperyalizm” kavramları aracılığıyla bu süreçleri küresel düzeydeki artı-değer üretimiyle ilişkilendiriyor. Emek gücünün sistematik olarak değersizleştirilmesi, yalnızca Filistin’in özgül tarihine değil, aynı zamanda çağdaş kapitalist-emperyalist formasyonların doğasına ilişkin daha geniş bir sorgulamaya da kapı aralamakta. Bu yönüyle, metni yalnızca bir bölgesel sömürgecilik eleştirisi değil, sermayenin dünya ölçeğindeki tahakküm biçimlerine dair kavramsal bir müdahale olarak okumak gerek. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.
Yerleşimlerde Filistinli Emeği: Yaşamın Atıklaştırılması ve Atığın Biriktirilmesi
Ameed Faleh
Al Akhbar
6 Mayıs 2025
Çev. Leman Meral Ünal
“İşçinin kendi ürününden dışlaştırılması, sadece emeğinin bir nesne, dışsal bir varoluş olduğu anlamına gelmez, onun dışında bağımsız, ondan başka bir şey olarak var olduğu, karşısına dikilen bağımsız bir güç olduğu anlamına da gelir; yani işçinin nesneye aktardığı hayat, yabancı ve düşman bir şey olarak kendi karşısına çıkmaktadır.”¹
Karl Marx, 1844 El Yazmaları
Mülksüzleştirilmiş, yerinden edilmiş ve disipline edilmiş Filistinli işçiler, kapitalizm ile yerleşimci sömürgeciliğin tüm bir insan yaşamını “atık” hâline getirerek nasıl birikim sağladığının en aleni örneklerinden birini oluşturuyor. Kullanılma, bir kenara atılma ve “atık” haline gelme şeklindeki döngüde çevrilir; İsrail işgalciliği tarafından emilir, sömürülür ve sonra bir kenara atılırlar. Ali Kadri’nin 1948’de işgal edilen topraklardaki İsrail yerleşimlerine yönelik Filistinli emek göçü analizinden hareketle, yerleşimci sömürgeciliğin mantığını, işçileri nasıl boyunduruk altına aldığını ve onları sokağa çıkma yasakları, halı bombardımanları ve sosyal mühendislik mekanizmaları aracılığıyla nasıl “atıklaştırdığını” incelemek mümkün.
Batı Şeria’nın Siyasal İktisadı
Filistinli zorunlu emek göçünü daha iyi kavramak için, bu olguyu 1967’de İsrail tarafından işgal edilen toprakların –özellikle Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nin– politik ekonomisi bağlamına oturtmak önem arz ediyor. Bu bağlamı aydınlatacak iki kuramsal çerçeve var: Bağımlılık teorisi ve “kalkınmasızlaştırma” [de-development] kavramı.
Bağımlılık kuramı, başta Latin Amerika’nın politik ekonomisini analiz etmek üzere geliştirilmiş, daha sonra Asya ve Afrika’daki farklı sosyoekonomik bağlamlara merkez-çevre perspektifiyle uyarlanmıştır. Merkez, üretken kapasiteye, ideolojik hegemonyaya ve çevreden hammadde çekebilme yönünde jeopolitik bir üstünlüğe sahip. Bu ticaret döngüsü, merkezin nihai ürünleri çevre pazarlarına sunmasıyla yeniden yeniden sağlanır. Çevrenin payına ise, merkez tarafından dayatılan ticaret açığı ve üretken ataletten oluşan döngüye hapsolmak düşer.
Ancak Sara Roy, bu kurama dair önemli bir eleştiri ortaya atıyor: Ona göre bağımlılık kuramı, üretim ilişkilerini göz ardı ederek ticareti aşırı vurgular ve “hâkim bir ekonomi ile ona tabi olan ekonomi arasındaki yapısal ilişkiyi aydınlatır ve ikincisinin, birincisinin ihtiyaçlarına hizmet edecek şekilde nasıl sömürüldüğünü” ortaya koyar. Yine, azgelişmişliğin üretim ilişkilerinden ziyade ticaret ilişkileri tarafından şekillendirildiğini de gösterir. Azgelişmişliğin itici gücü, çevre ekonomilerindeki üretim modellerinden ziyade piyasaların ve ticaretin sonuçlarıdır. Roy’un eleştirisi, bu teorinin meta ile onun üretim süreçleri arasındaki bağı kopardığı savına dayanır.
Ne var ki Arghiri Emmanuel’in, “eşitsiz değişim” üzerine yazılarına –ki bağımlılık teorisinin temel taşlarından biri olarak kabul edilir– şöyle bir bakılacak olursa, onun merkez-çevre arasındaki ücret farklılıklarının eşitsiz ticaret ilişkilerini nasıl şekillendirdiğine dikkat çektiği fark edilir. Bu, Emmanuel’in ticaret ilişkilerini ciddiye almadığı anlamına gelmez; ancak yine de, merkez ve çevredeki gelişim süreçlerini analizinin merkezine koyduğunu gösterir. Neticede ticaret, üretim araçlarının varlığı ya da yokluğundan kaynaklanır.
Yine de her iki yaklaşım da işgal altındaki Filistin’deki ekonomik hayatın genel hatlarını açıklamak için iyi bir çerçeve sunabilir. Bağımlılık kuramı savunucuları, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nin düşük üretim kapasitesine ve İsrail ile olan ekonomik bağlarına bakarak bu teorinin Filistin bağlamında geçerli olduğunu ileri sürecektir. “Kalkınmasızlaştırma” yaklaşımı takipçileri ise, Oslo öncesi ve sonrası dönemde tarım ile küçük ve orta ölçekli sanayinin aşınmasını, İsrail’in Filistin topraklarını işgal politikasının bir parçası olarak ele alacaktır. Ayrıca, Filistinlilerin İsrail’e “ekonomik entegrasyonu”nu, yani Filistinlilerin en alt işlere sürülmesini ve ucuz işgücüyle yerel üretim kapasitesini baltalamasını sistemsel bir sorun olarak teşhir edecektir.
Batı Şeria ve Gazze’nin kurumsal yapısının çözülmesi de “kalkınmasızlaştırma” ile bağlantılıdır; bu süreç genellikle Filistinli sosyoekonomik kurumları, yerel karar alma mekanizmalarını ve benzer yapıları zayıflatır. “Kalkınmasızlaştırma”, işgali, yerli kalkınma stratejilerini baltalamaya dönük bir süreç olarak değerlendirir; bu süreç, sömürgeci dayatmalarla emek ve ticaret piyasalarında yaratılan dengesizlikler aracılığıyla işler; özellikle de Filistin tarımı ve küçük ölçekli sanayisinin aşındırılması yoluyla. Ki bu dengesizlikler, doğrudan İsrail’in lehine ve elbette Filistinlilerin aleyhine olacak şekilde yapılandırılmıştır.
Batı Şeria’nın 1974-1989 dönemindeki GSYİH sektörel dağılımına bakıldığında, “kalkınmasızlaştırma” ve yerleşimci sömürgecilik yoluyla kaynakların eşitsiz değişiminin yaşandığı bir gerçeklik görülecektir: Çiftçiler, İsrail yerleşimlerinde işçi hâline gelmişlerdir. Batı Şeria’nın sektörel bileşimi hizmet sektörünün şişmesiyle karakterize edilir; tarım ve sanayi artık arka planda kalmıştır, her ne kadar 1980’lerden itibaren marjinal artışlar olsa da…. Bu GSYİH analizini, zorunlu emek göçünden ziyade Batı Şeria’daki Filistinlilere dayatılan yerleşimci-sömürgeci diktanın ve Filistin yönetiminin Oslo sonrası kalkınma çerçevesinin bir sonucu olarak okumak gerekir elbette.
7 Ekim öncesi veriler, Batı Şeria’dan İsrail yerleşimlerine (hem Yeşil Hat içi hem dışı) emek akışında kayda değer bir artışa işaret ediyor. Bu artışın, bağımlılık ve “kalkınmasızlaştırma” süreçlerine katkıda bulunduğunu belirtmek gerekir. Dolayısıyla, yukarıda sayılan faktörler ve 1967’den beri İsrail-Filistin toprakları arasında sürekli artan ticaret açıkları göz önüne alındığında, Sara Roy’un bağımlılık kuramına yönelttiği eleştiriler, işgal altındaki toprakların politik ekonomisini açıklama bağlamında geçersiz kalır.
Yerleşimci Sömürgeciliğin Bir Dayanağı Olarak Zorunlu Emek Göçü
Yukarıda sunulan göstergeler, Batı Şeria ve Gazze’de emek gücünün yalnızca verimsiz ve sınırlı sektörlerde varlık bulabildiği bir “bozulmuş” kalkınma modeline işaret eder. Öyle ki, üretken kapasitenin aşındırılması, İsrail’in özünde taşıdığı yerleşimci sömürgecilik süreçlerinin (toprağa el koyma, yoksullaştırma, kuşatma ve Filistin özerkliğine dönük sistematik erozyon) doğrudan bir sonucudur.
Bu bağlamda, Ali Kadri Filistin’deki zorunlu emek göçünün “yerleşimci sömürgecilik pratiğinde değer yasasının çarpıcı bir tezahürü” olduğunu kaydeder; bunu, Filistinlilerin “ucuz” işgücü olmasından ziyade, yerleşimci sömürgeci formasyonların genel geçer bir kuralı olarak kavrar. Oslo sürecinde İsrail, idari kontrolü Filistin Yönetimi’ne devretmiş, ancak emeğin yeniden üretimini üstlenmekten kaçınmıştır. Yani, sadece asgari koşullar sağlanmıştır; bu şekilde, emeğin yeniden üretiminden kaynaklanan değer harcamalar asgariye indirilerek soykırımsal pratiklerin sahneye çıkması sağlanmıştır.
Batı Şeria’da yabancılaşma çarpıcı bir biçimde tezahür eder: Filistinli işçiler, topraklarına el koyan yerleşimleri inşa ederler. Burada, Marx’ın o ünlü sözü somut bir gerçekliğe bürünmektedir. Gazze’de ise, kalori hesabı ve mahallelerin yerle bir edilmesi, Gazzelilerin “artık emek” olarak -yani sosyal atık olarak- değerlendirilmesinden kaynaklanır. İsrail onların emek gücüne ihtiyaç duymaz; hatta Gazze coğrafyasını yerleşimci sömürgeciliğin mevcudiyetini tehdit eden düşman bir arazi olarak görür.
Buna karşılık, Batı Şeria benzer sömürgeci şiddet biçimlerine maruz kalmaz, çünkü buradaki Filistinliler 7 Ekim sonrası kısıtlamalara rağmen İsrail ekonomisinin önemli bir dayanağı olmaya devam etmektedir. Bugün çok sayıda Filistinli işçi, 1948 topraklarındaki yerleşimler yerine Batı Şeria’daki yerleşimlerde çalışıyorlar. Bu kayma, İsrail’in çelişkili ihtiyaçlarını uzlaştırmasına olanak tanır: Bir yandan Filistinli emeğini sömürürken, bir yandan üretken emek gücünü “atık” hâline getirme arzusunu sürdürebilmektedir. Kadri’nin altını çizdiği gibi, bir “atık işçi ordusu” yoksullaştırılabilir, hatta çadırlarda yakılabilir, çünkü değerin azaltılması en üstün önceliktir.
Tam da bu nedenle Kadri, zorunlu emek göçünün militarizmle ve İsrail’in “yoğunlaşmış sermaye olarak emperyalizmin maddi tezahürü” olmasıyla doğrudan ilişkili olduğunu vurgular. “Atık” ve bu atığın nasıl tanımlanacağı, siyonist-emperyalizm tarafından belirlenir: Yani Filistinlilerin bombalanıp bombalanmayacağı, yavaş yavaş mı aç bırakılacakları, yoksa Batı Şeria, Kudüs ve Yeşil Hat içinde olduğu gibi İsrail’in insafına mı terk edilecekleri bu şekilde karara bağlanır.
Bir İsyan Bastırma Aygıtı Olarak İzin Sistemi
Zorunlu emek göçünün bir isyan bastırma aygıtı olarak işlev gördüğü durumda, Filistin’deki izin sistemi “makul” bir geçim standardının hakemliğini yapar. İsrail bu sistemi, Batı Şeria’daki direnişi bastırmak için maddi ve ideolojik bir tahakküm aracı olarak kullanır: Bir direnişçinin eylemleri nedeniyle tüm ailenin veya köyün izinleri iptal edilir veya reddedilir. Böylece, kendisine yönelen en küçük bir direnişi bile, teknokratik bir şekilde, halkın geçim kaynaklarını ellerinden alarak kontrol altına alır.
Bu durum 7 Ekim’den sonra daha da belirginleşmiştir. Güvenlik endişeleri öne sürülerek toplu halde işten çıkarılan işçiler, Batı Şeria kentlerinde sandviç tezgâhları açmak zorunda kaldılar, ki bu, üretken olmayan emek konumuna itildiklerini gösterir. İsrail, bu yöntemle sömürgeleştirilmişlerin kolektif varlığına zararlı olarak göstererek, kendisine yönelen direnişin meşruiyetini zedeler. Bombardımanlar, baskınlar ve izin uygulamaları, sömürgeleştirilmiş halka “statükoyla oyun oynamaz”ı dayatarak, boyun eğmeye zorlar.
İsrail’i “yoğunlaşmış emperyalizm” olarak kavramak, “sosyal atık” kavramının önemini ve Filistin’in, dünyadaki pek çok mücadele dinamiğinin bir mikrokozmosu olduğunu anlamada anahtar olabilir. Yoksullaştırma, soykırım, sömürgeleştirme ve isyan bastırma süreçleri Filistin’i yalnızca emperyalizmin bir laboratuvarı yapmaz; aynı zamanda, küresel kapitalizmi ayakta tutan ve doğası gereği ölümle ve militarizmle örülü olan küresel değer zincirinin de hayati bir halkası hâline getirir.
¹ Bu alıntı, Karl Marx’ın 1844 El Yazmaları başlıklı metninin Murat Belge tarafından yapılan Türkçe çevirisinden alınmıştır. Bkz. Karl Marx, 1844 El Yazmaları, Çev. Murat Belge, (İstanbul: Birikim Yayınları, 2013) s. 76. (ç.n)
Dünya Basını
National Interest: NATO yardımı Ukrayna’nın askeri olarak geri kalmasına yol açtı

Ukrayna, Soğuk Savaş döneminden kalma Sovyet S-200 hava savunma füzelerini şaşırtıcı bir şekilde Rusya’ya karşı etkili karadan karaya saldırı silahlarına dönüştürdü. The National Interest‘te Kıdemli Ulusal Güvenlik Editörü ve Popular Mechanics‘te yazar olup, jeopolitik konularda çeşitli devlet kurumları ve özel kuruluşlarla düzenli olarak danışmanlık yapan Brandon J. Weichert, David Axe’in gözlemlerine dayanarak, bu durumun modern silah beklentilerini sorgulattığını ve Ukrayna’nın kendi askeri stratejilerini geliştirmesinin NATO’nun Batı tarzı modernizasyonuna kıyasla daha faydalı olabileceğini öne sürüyor.
Ukrayna, antika Sovyet S-200 füze bataryalarını canavara dönüştürdü
Brandon J. Weichert
Eski Sovyet S-200 (NATO kodu SA-5 “Gammon”) şaşırtıcı bir şekilde yeniden gündemde. Efsanevi savaş muhabiri David Axe, yeni Substack yayını Trench Art‘ta, Sovyetler Birliği tarafından Soğuk Savaş sırasında geliştirilen bu uzun menzilli, yüksek irtifa karadan havaya füze (SAM) sisteminin Ukrayna tarafından Rusya’ya karşı ne kadar etkili kullanıldığına dair çarpıcı hikayeler paylaştı.
Antika silahlar hâlâ işe yarıyor!
David Axe’e göre, “İlk teyit edilen S-200 saldırısı, 9 Temmuz 2023 civarında Bryansk Oblastı’nda bir sanayi tesisini havaya uçurmuş olabilir. Bundan 17 gün sonra gerçekleşen ikinci teyitli saldırı ise 5V28 füzesinin, Rusya’nın Karadeniz kıyısında, Ukrayna sınırına 20 mil (yaklaşık 32 kilometre) ve cephe hattına yüz mil (yaklaşık 160 kilometre) uzaklıktaki Taganrog şehrine düşmesiyle sonuçlandı.”
Burada gözlemciler, Ukrayna Savaşı’nın silahlara dair beklentileri nasıl yeniden şekillendirdiğine dair harika örnekle karşılaşıyor. S-200, modern standartlara göre bir fosil sayılır. Aynı zamanda devasa bir sistem; 5P72V sabit bataryasından fırlattığı 5V28 füzesi sekiz ton ağırlığında ve tam 500 pound (yaklaşık 227 kilogram) savaş başlığı taşıyabiliyor. Ancak altın çağını 1960’larda yaşadı.
Ancak bu sistem Ukraynalılar tarafından iyi bilindiği ve tedarik zinciri büyük ölçüde yerli olduğu için, NATO tarafından sağlanan pek çok yeni benzer silahtan muhtemelen çok daha faydalı oldu.
Ukrayna’nın saygıdeğer S-200 füze bataryaları güçlü etki yaratıyor
1950’ler ve 60’larda, Sovyet tasarım bürosu Almaz-Antey (o zamanki adıyla KB-1), Sovyet toprak bütünlüğünü tehdit eden NATO’nun giderek artan uzun menzilli bombardıman uçaklarını imha etme amacıyla kuruldu. Aslında S-200, B-52 Stratofortress avcısı olarak tasarlanmıştı. S-200, bu tür devasa hedefleri Sovyetlerin daha önce kullandığı eski S-75 SAM sistemlerinden daha uzun menzillerde ve daha yüksek irtifalarda engellemek için geliştirildi.
S-200, mobilite veya hızlı konuşlandırma için tasarlanmamıştı. Sovyetler bunu, sabit yüksek değerli hedefleri savunmak için statik veya yarı statik sistem olarak tasarladı. Bu büyük ve karmaşık sistem; füze bataryası, çoklu fırlatıcılar, hedef tespiti ve takibi için radar sistemleri ve komuta-kontrol altyapısı dahil olmak üzere birçok kilit bileşenden oluşuyordu.
Sistemin ana füzesi olan V-880 (veya sonraki versiyonlarda 5V21), katı yakıtlı itici ve sıvı yakıtlı seyir roketine sahip iki aşamalı füze. Varyantına bağlı olarak, yaklaşık 93 ila 186 mil (yaklaşık 150 ila 300 kilometre) menzildeki hedeflere angaje olabiliyor, bu da onu kendi döneminin en uzun menzilli SAM sistemlerinden biri yapıyor. Dahası, sistem 131 bin fit (yaklaşık 40 bin metre) irtifaya kadar hedefleri engelleyebiliyor ki bu da o zaman veya o zamandan beri gökyüzündeki herhangi hava aracını vurmak için yeterli. Ayrıca, S-200 füzesi Mach 4 hıza ulaşarak hızlı hareket eden hedeflerin süratle engellenmesini sağlıyor. 500 poundluk (yaklaşık 227 kilogram) yüksek patlayıcılı parçacıklı savaş başlığı ve hava hedeflerine karşı ölümcüllüğü en üst düzeye çıkarmak için yakınlık tapası, bu sistemin ölümcül görevini yerine getiriyor.
Başlangıçta S-200, hedef aydınlatması için 5N62 (Square Pair) gibi kara tabanlı radarlara dayanan yarı aktif radar güdüm sistemi kullanıyordu. Sistemin atış kontrol radarı hassas takip sağlarken, P-14 (Tall King) gibi erken uyarı radarları hedef tespitini destekliyordu.
Ukrayna’nın S-200’ü dahice yeniden kullanması
David Axe, “Yeniden canlandırılan Ukrayna S-200’lerinin karadan karaya rolündeki makul derecede iyi isabet oranı göz önüne alındığında, Kiev mühendislerinin daha iyi arayıcı başlık takmış olma ihtimali yüksek,” diye spekülasyon yapıyor.
S-200, genellikle altı tek raylı fırlatıcı, komuta merkezi ve ilgili radarlardan oluşan bataryalar hâlinde konuşlandırılıyordu. Statik yapısı ve büyük radar izi onu düşman hava savunmalarının bastırılması (SEAD) operasyonlarına karşı savunmasız kılıyordu, ancak daha uzun menzili, tehditler savunulan alanlara yaklaşmadan önce onlarla çatışmaya girmesine olanak tanıyordu.
Ukrayna’nın bu sistemleri güvenilir şekilde konuşlandırması ve bunlarla Rusya’ya önemli zararlar vermesi, çatışma için yerlileşmenin önemi kadar yenilikçilik derecesini de gösteriyor. Bu durum, Ukrayna’nın hazır bileşenlerden oluşan ucuz insansız hava araçlarını etkili şekilde kullanmasında da görülebilir; bu da Rusya’nın topçudaki büyük avantajına karşı dengeyi korumasına yardımcı oluyor.
Gerçekten de, eğer Ukrayna en başından itibaren yabancı sistemlere bel bağlamak yerine kendi sistemlerini korumaya teşvik edilseydi, mevcut durumu bu kadar hassas olmayabilirdi. Sonuçta Faysal’ın ordusu Akabe’yi nasıl aldı? Çünkü zafere giden yolda eski Bedevi usullerini izlediler.
NATO, Ukrayna’yı aynı teknolojik donanımlara bağımlı minyatür Avrupa tarzı ordu olmaya zorlayarak ona kötülük yaptı. Ukrayna kendi hâline bırakılsaydı, hem ülkeleri hem de silahlı kuvvetlerinin durumu için en iyi yolu kendileri bulurlardı.
Dünya Basını
Dani Rodrik: Merkantilizm o kadar da kötü değil ama Trump’ınki en kötüsü

Editörün notu: Harvard Kennedy School Uluslararası Politik Ekonomi Profesörü, Uluslararası Ekonomi Birliği Eski Başkanı ve yakında çıkacak olan Parçalanmış Dünyada Paylaşılan Refah: Orta Sınıf, Küresel Yoksullar ve İklimimiz İçin Yeni Ekonomi kitabının yazarı olan Dani Rodrik, Adam Smith’in serbest ticaretçi görüşleriyle karşılaştırarak merkantilizmi, özellikle de Donald Trump’ın yorumunu ele alıyor. Rodrik, iktisatçıların sıkça eleştirdiği merkantilizmin, tarihsel süreçte bazı ülkeler tarafından kalkınma stratejilerinin parçası olarak başarıyla kullanıldığı ve tamamen yanlış bir yaklaşım olmadığını savunuyor. Smithçi (tüketim odaklı) ve merkantilist (üretim ve istihdam odaklı) görüşler arasındaki temel farkları vurgulayan Rodrik, kamu-özel işbirliğinin potansiyel faydalarına dikkat çekiyor. Ancak Rodrik, Trump’ın merkantilizm anlayışının, stratejik gelişim yerine kayırmacılık gibi en kötü unsurları barındırdığı için kusurlu olduğuna işaret ediyor.
Merkantilizm o kadar da kötü değil ama Trump’ınki en kötüsü
Dani Rodrik
Gelecek yıl iktisatçılar Adam Smith’in Ulusların Zenginliği adlı eserinin yayımlanmasının 250. yıl dönümünü kutlarken, ABD Başkanı Donald Trump’ın merkantilizmi bu kutlamalara pek de uymayan bir manzara sunacak. Ne de olsa Trump’ın ikili ticaret dengelerine olan takıntısı, ithalat tarifelerini yüceltmesi ve uluslararası ticarete sıfır toplamlı yaklaşımı, Smith’in öğretilerine meydan okuyarak en kötü merkantilist uygulamaları yeniden canlandırdı.
İktisatçılar, Trump’ın ticaret politikalarını yermekte haklılar. ABD’nin ticaret açığının temel nedeni diğer ülkelerin haksız ticaret uygulamaları değil ve ikili ticaret dengesizliklerini hedef almak düpedüz saçmalık. Ticaret açığı, ABD imalat sanayisindeki düşüşe katkıda bulunmuş olsa da bu, kesinlikle en önemli faktör değil. Ayrıca, bu durum Amerikalı tüketicilerin ve yatırımcıların ucuza borçlanmasını sağlıyor ki bu, çoğu ülkenin sahip olmak isteyeceği bir ayrıcalık.
Esasen merkantilizm, iktisatçıların düşündüğü kadar hiçbir zaman ölmediği gibi, onların iddia ettiği kadar da yanlış bir yaklaşım olmak zorunda değil. Smith’in takipçileri sayesinde laissez-faire ve serbest ticaret genelde önde gelen ülkelerde rağbet görse de öncü ekonomileri yakalamaya çalışan diğerleri tipik olarak karma bir strateji benimsedi.
Örneğin, Amerika Birleşik Devletleri’nde Alexander Hamilton ve Almanya’da Friedrich List, Smithçi fikirleri açıkça reddederek yeni gelişen sanayilerini büyütmek için ithalat korumacılığını savundular. Arjantinli iktisatçı Raúl Prebisch ve “bağımlılık okulunun” diğer düşünürleri, gelişmekte olan ülkelerin imalat sanayilerini ithalat rekabetinden koruması gerektiğini düşünüyordu ve Brezilya, Meksika ve Türkiye gibi onların tavsiyelerine uyan bazı ülkeler on yıllarca süren hızlı ekonomik büyüme yaşadı.
Benzer şekilde, Doğu Asya hükümetleri, ihracatı ve özel teşebbüsü kullanarak, ancak genellikle korumacı duvarların ardında, merkantilist ve Smithçi yaklaşımların bir karışımını izledi. Sonuç, birçoklarının ekonomik mucize olarak gördüğü şeydi. Bu karar mercilerinin pek azı kendilerini açıkça merkantilizmle ilişkilendirse de benimsedikleri “kalkınmacılık” anlayışı, merkantilizmin pek çok özelliğini paylaşıyordu.
Smithçi ve merkantilist yaklaşımlar arasındaki temel fark, tüketim ve üretime nasıl yaklaşıldığından kaynaklanır. Modern iktisat, ekonomik faaliyetin nihai amacı olarak tüketime odaklanma konusunda Smith’i örnek alır. Smith, merkantilistlere karşı çıkarak, “Tüketim, tüm üretimin yegâne nihai amacıdır,” demiş ve “Üreticinin çıkarı, ancak tüketicinin çıkarını desteklemek için gerekli olduğu ölçüde dikkate alınmalıdır,” diye belirtmişti.
Merkantilistler ise içgüdüsel olarak üretimi ve istihdamı vurgular. Bir ülkenin ne ürettiği önemlidir. George H.W. Bush’un danışmanlarından birinin bir zamanlar ifade ettiği gibi, patates cipsi üretmekle bilgisayar çipi üretmek arasında fark olmadığını iddia etmek saçmadır. Dahası, özellikle mamul malların üretimi karar mercilerinin önceliği hâline geldiğinde, ticaret fazlasının ticaret açığına tercih edilmesi gerektiği sonucu çıkar. Geleneksel ana akım yaklaşıma çeşitli piyasa başarısızlıklarını ekleyerek bu iki perspektifi uzlaştırmak mümkündür. Günümüz Smithçileri, belirli imalat ürünlerinin teknolojik yayılmalara yol açtığı veya koordinasyon sorunlarına tabi olduğu durumlarda karar mercilerinin üretimin yapısına kayıtsız kalmaması gerektiğini kabul edecektir. Fakat başlangıç noktası da önemlidir. Aksine güçlü ve ikna edici kanıtlar olmadıkça, ana akım iktisatçı genelde “kazananları seçmeye” karşı çıkacaktır.
Öte yandan, merkantilist veya kalkınmacı eğilimli biri, neyin nasıl üretileceğine dair seçimler yapmaktan çekinmeyecektir. Sorun, ispat yükünün kimde olduğudur, zira bu, örneğin Doğu Asya tarzı sanayi politikalarını normal mi yoksa bir sapma olarak mı ele alacağımızı belirler.
Çağdaş iktisatçıların Smithçi tüketim odaklılığı, onların refahın belirlenmesinde istihdamın önemini küçümsemelerine de yol açar. İktisatçıların tüketici davranışını karakterize etmek için kullandığı standart “fayda fonksiyonunda” işler, gerekli bir kötülüktür; alım gücü yaratırlar ancak boş zamanı azalttıkları ölçüde negatif değere sahiptirler. Oysa gerçekte işler; anlam, saygınlık ve toplumsal tanınma kaynağıdır. İktisatçıların iş kayıplarının kişisel ve toplumsal maliyetlerini takdir edememesi, onları Çin ticaret şokunun ve otomasyonun sonuçlarına karşı duyarsızlaştırmıştır.
Diğer önemli fark, hükümetin firmalarla ilişkisi etrafında döner. Smith, merkantilizmin kusurlarından birinin, karar mercileri ile özel sektör arasında ahbap çavuş ilişkilerini teşvik etmesi olduğunu düşünüyordu ki bu da yolsuzluğa davetiye çıkarıyordu. Çağdaş iktisat bu uyarıyı dikkate aldı. Politik ekonomi ve rant kollama modelleri, firmaların karar mercilerinden mesafeli tutulmasının önemini vurgular.
Ancak öncü yenilikçilik, yeşil sanayi politikaları veya bölgesel kalkınma gibi birçok ortamda, hükümetler ve firmalar arasındaki yakın, tekrarlayan ilişkiler son derece başarılı olmuştur. Bunun iyi bir nedeni var. Firmaları ve hükümetleri ayrı tutmak ele geçirilme riskini en aza indirebilse de kısıtlamalar ve fırsatlar ile neyin işe yarayıp neyin yaramadığı hakkında bilgi edinmeyi de çok zorlaştırır. Önemli belirsizlikler (teknolojik veya başka türden) olduğunda, firmalarla yakın çalışmak, katı bir ayrımı sürdürmekten daha tercih edilebilir olabilir. Her perspektifin kendi kör noktaları vardır. Merkantilistler, üreticilerin çıkarlarını, özellikle devletle iyi bağlantıları olanlarınkini, çok kolay bir şekilde ulusal çıkarlarla özdeşleştirir. Öte yandan Smith’in entelektüel çocukları, üretimin ve istihdamın önemini küçümser ve kamu-özel işbirliğinin avantajlarını göz ardı eder. İyi politika genellikle doğru kombinasyonu bulma meselesidir.
Elbette bunların hiçbiri Trump’ın yaklaşımını haklı çıkarmaz. Onun kaotik, ayrım gözetmeyen ticaret politikaları, ABD’deki kritik, stratejik yatırımları genişletmek için pek bir şey yapmıyor ve siyasi bağlantılı firmaları muaf tutarak ve sisteme oynamalarına izin vererek kayırmacılıkla dolu. Onun merkantilizminin hiçbir faydası olmayacak, zira bu stratejinin en kötü kusurlarını bünyesinde barındırıyor.
-
Amerika2 hafta önce
Zuckerberg ve AI terapistler: Aklınıza mukayyet olun!
-
Amerika3 gün önce
İki İsrail elçiliği çalışanını öldüren Elias Rodriguez manifesto yazmış
-
Görüş2 hafta önce
Hindistan-Pakistan gerilimi: Geleneksel ve sınırlı bir askerî güç gösterisi oyunu
-
Dünya Basını2 hafta önce
Batı’nın Gazze sessizliği
-
Söyleşi2 hafta önce
‘Alman medyası hükümetin halkla ilişkiler departmanı gibidir’
-
Rusya2 hafta önce
Putin’in tarihi 9 Mayıs konuşması: “Muzaffer halka şan olsun!”
-
Asya2 hafta önce
Güney Kore cumhurbaşkanlığı seçimleri kampanyasını başlattı
-
Asya2 hafta önce
Taliban Afganistan’da satrancı yasakladı