Görüş
Gazze’de tatil hayali mi, kriz tarifi mi?

Aksa Tufanı’nın ardından Orta Doğu’da yalnızca İsrail için değil, bölgedeki tüm aktörler için yeni bir dönemin kapısı aralandı. Savaşın getirdiği yıkım ve insani kriz, bölgenin geleceğine dair radikal fikirlerin ortaya atılmasına yol açtı. Bu fikirlerden biri de ABD Başkanı Donald Trump’a ait: Gazze’yi bir tatil beldesine çevirmek.
Trump’ın önerisi, Gazze’deki 2,2 milyon Filistinlinin başka ülkelere yerleştirilmesini ve bölgenin bir turizm merkezi haline getirilmesini öngörüyor.
Topraklarını terk etmek istemeyen Filistinliler’in Gazze’den zorla göç ettirilmeye çalışılması insan haklarına aykırı ve İsrail’in Gazze’de başlattığı soykırımın devamı demektir. Gerçeklerden uzak bu zalim fikir yalnızca politik ve insani açılardan değil, lojistik olarak da büyük soru işaretleri barındırıyor.
Zorunlu göçün gerçekleri
Tarihte büyük ölçekli zorunlu göçler, genellikle belirli bir altyapı ve devlet desteği ile gerçekleştirilmiştir. Örneğin, Hindistan ve Pakistan’ın bağımsızlık sürecinde milyonlarca Müslüman ve Hindu zorla yer değiştirmiştir. Doğu Avrupa’da ise Benes Kararnamesi kapsamında milyonlarca Alman ve Macar, savaş sonrası yeni belirlenen sınırlar içinde farklı bölgelere taşınmıştır.
Gazze’de durum çok farklı. Öncelikle Filistinliler asla vatanlarını terk etmek istemiyor. Dahası, onları götürecek ve barındıracak bir altyapı da mevcut değil.
Gazze’den yürüyerek sadece iki yere gidilebilir: İsrail’in güneyinde yer alan Negev Çölü’nü aşarak Ürdün’e varılabilir. Ürdün, nüfusunun önemli bir kısmı Filistinli olan bir ülke olduğu için Haşimi yönetimi hassas bir denge kurmak zorunda. 2 milyon öfkeli ve evsiz Filistinliyi Ürdün’e zorla göç ettirmek, Ürdün’ü bir anda kaosa sürükler.
Diğer seçenek Mısır ama orada da durum farklı değil. Sina Yarımadası’nı geçmek, yolların bile olmadığı çölü aşmak demek. Mısır zaten kendi nüfusunun gıda ihtiyacını karşılamakta zorluk çeken, dış borçları iyice birikmiş bir ülke. İklim değişikliği ve küresel ticaret krizleri nedeniyle yakında tarımsal ihracat yapamaz hale gelebilirler. Gazze halkını buraya göndermek, onları açlığa mahkum etmek demek. Gazze’den gelen bir nüfus dalgası, hem Mısır’ın ekonomik krizini derinleştirecek hem de bölgedeki güvenlik dengesini bozacaktır.
Gazze’den yeni bir Las Vegas yaratmak
Diyelim ki bütün bunlar mucizevi bir şekilde başarılı oldu, geriye tamamen harap olmuş, Mısır ve İsrail’in ortasında insansız bir bölge kalacak. Burası nasıl Las Vegas’a dönüştürülecek? Kim buraya tatil yapmaya gelecek? Böylesine yıkılmış bir alanın turizm merkezi haline getirilmesi, büyük çaplı yatırımlar ve güvenlik garantileri gerektiriyor. Kimse Irak Savaşı’ndan bile daha yüksek maliyetler gerektiren böyle bir projeye finansman sağlamaya yanaşmayacaktır.
Trump’ın baskısı ve bölgesel riskler
Trump’ın bu planı hayata geçirmek için Ürdün, Mısır ve Suudi Arabistan gibi Arap ülkelerine baskı yaptığı biliniyor. Ancak bu ülkeler, ne Filistinlileri kabul edecek ekonomik ve sosyal kapasiteye sahip ne de bunu siyasi olarak göze alabilecek durumdalar. Eğer Trump, bu baskıyı artırırsa, bölgedeki tüm Arap devletleriyle ilişkileri kopma noktasına getirebilir.
Böylesine bir kriz, bölgedeki güç dengelerini de altüst edebilir. Şu anda Rusya ve İran, Orta Doğu’daki etkilerini büyük ölçüde kaybetmiş durumda. Ancak Trump’ın baskıları, bu iki aktöre, kaybettikleri nüfuzu yeniden kazanmak için mükemmel bir fırsat sunabilir. İran ve Rusya, Trump’ın yarattığı kaostan faydalanarak bölgedeki müttefikleriyle bağlarını güçlendirebilir ve yeni stratejik hamleler yapabilir.
Gerçekçi mi, yoksa felaketin tarifi mi?
Trump’ın Gazze’yi bir turizm cenneti haline getirme fikri, mevcut koşullar göz önüne alındığında uygulanabilir olmaktan çok uzak. Bölgedeki siyasi ve insani dinamikler, bu planın başarılı olma ihtimalini sıfıra indiriyor. Filistinlilerin zorla göç ettirilmesi, lojistik olarak bile mümkün değilken, uluslararası hukukun ve insan haklarının ağır bir ihlali anlamına geleceği için küresel çapta büyük tepkilere yol açacaktır.
Eğer Trump bu planı zorla hayata geçirmeye çalışırsa, Orta Doğu’da yeni ve daha büyük bir istikrarsızlık dalgası tetiklenebilir. Bu da sadece bölgedeki Arap devletlerini değil, ABD’nin de stratejik çıkarlarını olumsuz etkileyecektir. Gazze’yi bir tatil beldesine çevirmek yerine, bölgenin gerçeklerine uygun çözümler üretmek daha akılcı bir yaklaşım olacaktır.
Görüş
ABD üniversitelerinde özgürlük: Seçmeli mi evrensel mi?

Barış Karaağaç, Trent Üniversitesi Öğretim Üyesi
ABD’nin önde gelen gazetelerinden, New York Times’ın geçenlerdeki manşetlerinden biri son zamanlarda adı sık sık gündemde olan meşhur Harvard Üniversitesi üzerine. Konu, üniversitedeki ifade özgürlüğü, çeşitlilik politikaları ve giderek daha belirsizleşen “antisemitizm” kavramı etrafında dönüyor. Ancak haberin kendisi kadar, ne söylediği kadar, ne söylemediği de dikkat çekici.
Haberin merkezinde, Harvard’ın başkanı Claudine Gay’in istifasının ardından göreve gelen Alan Garber var.
Garber, özellikle Donald Trump yönetimiyle yaşanan gerilimde üniversiteyi savunmasıyla kamuoyunda bir tür “direniş sembolü”ne dönüşmüştü. Ancak bu kez şöyle bir durum var: Garber, Trump’la ifade özgürlüğü ve antisemitizm konularında büyük ölçüde aynı fikirde görünüyor.
Trump, kampüslerde ifade özgürlüğünü –tabii ki, bu ‘özgürlüğün’ ne olduğunu, sınırlarını, içeriğini Trump belirliyor, biliyor– sınırlayan protestoların disiplinle bastırılması gerektiğini söylüyor. ABD Başkanı’nın bu görüşü, Harvard yönetimince de resmen kabul görmüş durumda. Garber, antisemitizmi “ciddi bir sorun” olarak tanımlıyor, hatta kişisel olarak kendisinin de buna maruz kaldığını belirtiyor.
Yazıda bu noktaya kadar, her şey ABD’nin mevcut sosyo-politik bağlamında, ‘normal’ gibi görünüyor diyebiliriz…
Gelelim yazının en dikkat çekici olan kısmına… Haberin neredeyse 3000 kelimesi boyunca yalnızca bir satıra sıkıştırılmış ve adeta üstü örtülmüş bir başka gerçek: Harvard’ın kendi yaptığı yüzlerce sayfalık iç soruşturmaya göre, kampüste kendini en fazla tehdit altında hisseden, fiziksel güvenliğinden en çok endişe duyan, kimliğini açıkça ifade etmekten en çok çekinen grup Müslüman öğrenciler… Bu bilgiye haberde neredeyse hiç yer verilmemiş. Ne bir alıntı, ne bir vurgu, ne de bir analiz.
İfade özgürlüğü gibi evrensel bir ilkenin, hangi toplumsal ve siyasal bağlamda, kimler için, hangi koşullarda savunulabilir olduğu artık ciddi bir tartışma konusu. Zira “özgürlük” adı altında yürütülen pek çok kampanya, bazı grupları görünmez kılarken, bazılarını mutlak mağdur pozisyonuna yerleştiriyor. Antisemitizmin kuşkusuz tarihsel bir yükü ve ciddi bir geçmişi var. Bunu yadsıyamayız ve yadsımamamız da gerekir…
Ancak, bugün Batı kampüslerinde yaşanan çatışmalarda, bu terim neredeyse sihirli bir yafta gibi kullanılarak tüm eleştirileri bastırmak için devreye sokuluyor.
Daha birkaç sene öncesine kadar kamuoyunda antisemitizm ile anti-Siyonizm arasındaki fark konusunda belli bir duyarlılık oluşmuş gibiydi. Ancak Filistin’e yönelik baskıların artması ve kampüslerdeki Gazze protestoları bu farkı neredeyse ortadan kaldırdı.
Bugün “İsrail’i eleştirmek”, “antisemitik olmak” ile eşanlamlı hale getiriliyor.
Bu sadece entelektüel bir çöküş değil; aynı zamanda ‘ifade özgürlüğü’ adına kurulan tüm yapıların içten çürümesine neden olan bir gelişme.
İşin ironik yanı şu: Trump’ın gerçekte ne antisemitizmi bir derdi, ne de bununla mücadele etmek gibi bir niyeti var. Herkesin bildiği üzere, lideri olduğu Cumhuriyetçi Parti, açıkça antisemitik figürlerle dolu ve Trump’ın antisemitik söylemlere aldırmadığı, hatta yeri geldiğinde teşvik ettiği de bilinen bir şey. Amma, mesele kampüslerde muhalif görüşleri bastırmak olduğunda, bir anda “ifade özgürlüğünün savunucusu” rolünü üstlenebilmekte.
Harvard gibi elit eğitim kurumlarının içine düştüğü çelişki ise daha çarpıcı. Bir yandan çeşitlilik, kapsayıcılık ve özgürlük değerleriyle övünürken, diğer yandan en kırılgan durumda olan öğrencilerinin –Müslümanların– sesini duymazdan geliyor, hatta görünmez kılıyorlar. Basının bu sessizliği ise belki daha da tehlikeli: Çünkü neyi haberleştirdiğimiz kadar, neyi haberleştirmediğimiz de kamusal vicdanın şekillenmesinde belirleyici olur.
Bugün geldiğimiz noktada, ifade özgürlüğü yalnızca hangi fikirlerin korunacağı değil, hangi kimliklerin susturulacağı meselesine dönüşmüş durumda. Akademi, bu çelişkiyle yüzleşmeden ne kendini özgür sayabilir ne de başkasına özgürlük vaat edebilir.
Görüş
Kanada: Bir başbakan, bir başkan ve yedi hafta

Barış Karaağaç, Trent Üniversitesi Öğretim Üyesi
Trump’ın Seçim Hediyesi
Manchester United’ın Lyon’la iki hafta önce oynadığı Avrupa Ligi maçını izlediniz mi bilmiyorum… Hayatımda izlediğim en eğlenceli, aynı zamanda da en imkânsız maçtı herhalde. Kronometre 113. dakikayı gösterirken, United taraftarının yüzünde büyük bir çaresizlik okunuyordu. Ancak sonraki yedi dakikada United üç gol atacak ve imkânsızı başaracaktı.
Benzer bir çaresizlik, Justin Trudeau’nun başbakanlığının son aylarında, Liberal seçmen ve yöneticiler için de geçerliydi. Gençliği ve dış görünüşüyle küresel bir popülerlik kazanan Trudeau, uzun süren Muhafazakâr iktidarın yarattığı yorgunluk, babasından miras kalan soyadı ve biraz da, rakiplerinin beceriksizliği sayesinde üç federal seçim kazanabilmişti. Ancak başında bulunduğu Liberal Parti, 2023 yılı ortalarından itibaren hızla kan kaybetmeye başladı. Trudeau, Ocak 2025’te başbakanlığı bırakacağını açıkladığında, Kanada’nın en köklü partisi olan Liberaller ile ana rakibi Muhafazakâr Parti arasındaki fark %25’e çıkmıştı. Bu noktada, kimsenin Muhafazakârların bir sonraki seçimi kazanacağına dair bir şüphesi yoktu. Hayat pahalılığı, artan suç oranları ve Liberal göç politikalarına karşı yürütülen sert kampanyalar, Muhafazakârları anketlerde %45’lere fırlatmıştı. 2020’den bu yana parti liderliğini yürüten, rakipleri tarafından bir “saldırı köpeği” ya da “haşere” olarak nitelenen ve birçok konuda Trumpvari bir tavır takınan Pierre Poilievre için tek yapılacak şey, başbakanlığa hazırlanmaktı.
Ta ki Mark Carney siyasete girene kadar…
Liberal kanattaki çaresizlik ve Muhafazakârların erken zafer coşkusu, Mark Carney’nin siyasete girişiyle birlikte hızla değişmeye başladı. Kariyerine yatırım bankası Goldman Sachs’ta başlayan Carney, daha sonra sırasıyla Kanada ve İngiltere Merkez Bankalarının başkanlığını yaptı. Günlük parti siyasetini pek bilmeyen (seçim kampanyasında bu oldukça belirgindi), teknokrat kimliğiyle tanınan Carney, önce anketlerdeki %25’lik farkı kapattı, sonra da liderliği ele geçirdi. Seçim sonuçlarına göre; buna göre, Liberaller geçerli oyların yüzde 43,5’ini alarak seçimlerde çoğunluğu sağladı. Ancak mevcut oy oranıyla Kanada Federal Parlamentosu’ndaki 343 sandalyeden 168’ini kazanan Carney’nin partisi, tek başına iktidar olmak için gereken 172 milletvekilli sınırını aşamadı, azınlık hükümeti kuracaklar.
Manchester United, yedi dakikada üç gol atarak imkânsızı başarmıştı. Carney de benzer şekilde, yaklaşık yedi haftada dibe vurmuş Liberalleri nasıl oldu da zafere taşıdı? Bu sorunun en basit cevabı: Trump.
Trump’ın Gölgesi: Beklenmedik Bir Zaferin Anatomisi
Elbette seçimi kazandıran tek faktör Trump değil. Ancak şüphesiz en belirleyici etken oydu.
ABD ve Kanada, iki ayrı egemen devlet olmalarına rağmen, ABD siyasetinin ve özellikle ABD Başkanı’nın ne düşündüğü ve ne söylediği, Kanada için son derece önemlidir.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD, Kanada’nın – Arktik Bölgesi de dahil olmak üzere – savunma sorumluluğunu üstlenirken, Kanada da Amerikan imparatorluğunun en sadık müttefiki haline geldi. 1960’ların ortasından itibaren otomotiv sektörüyle başlayan ve giderek derinleşen ekonomik entegrasyon, bu jeopolitik ittifakı daha da güçlendirdi. 1980 ve 1990’lardaki serbest ticaret anlaşmaları, dünyanın en uzun “korumasız” sınırını daha da geçirgen hale getirirken, iki ülkeyi birbirine bağlayan kritik tedarik zincirleri iyice sıkılaştı. Bu süreçte Kanada giderek ABD pazarına bağımlı hale geldi. Örneğin, geçen yıl Kanada’nın ihracatının %75,9’u ABD’ye yapıldı. Kanada’nın yaklasik on katı büyüklüğündeki Amerikan ekonomisi için durum farklı: Kanada, ABD’nin önemli bir petrol ve doğal gaz tedarikçisi olsa da, ABD kendi kaynaklarına sahip ve bu kaynakların kullanımını giderek artırıyor. Dolayısıyla bir bağımlılıktan söz etmek mümkün değil. Enerji dışındaki sektörlerde de benzer bir tablo geçerli.
Böyle bir bağlamda, ikinci kez başkanlık koltuğuna oturan Trump, göreve geldiği ilk günden itibaren Kanada’ya yüklenmeye başladı.
Kullandığı dilin ve taleplerinin ardında tam olarak ne olduğunu kestirmek güç. Trump bu… Şimdiye kadar gördüğümüz kadarıyla uluslararası siyasete bir Kapalıçarşı esnafı gibi yaklaşıyor: pazarlığa yukarıdan başlıyor, sonra orta bir yerde el sıkışmak istiyor gibi. Ama bunun bir taktik mi yoksa sistematik bir politika mı olduğunu zaman gösterecek.
Trump’ın Beyaz Saray’daki ilk yüz gününde yaptığı açıklamalar ve uyguladığı politikalar, iki ülke arasındaki ilişkilerde ciddi gerilimlere neden oldu. Eski başbakan Trudeau’ya “Vali Trudeau” diyen Trump, Kanada’nın ABD’nin 51. eyaleti olması gerektiğini defalarca dile getirdi ve bu fikri bir ekonomik baskı aracı olarak kullandı (ve kullanmaya devam ediyor). Ayrıca istikrarlı olmasa da, Kanada’ya karşı ağır gümrük tarifeleri uygulayarak ticaret savaşını kızıştırdı. Trump’ın bu söylem ve politikalarının ardındaki temel iddia ise şu: Kanada, on yıllardır ABD’den haksız şekilde faydalanıyor. Elbette bu oldukça tartışmalı bir iddia. Üstelik dayandığı veriler de, en kibar ifadeyle, sorunlu.
Trump’ın tüm bu hamleleri, Kanada’da genelde pek güçlü olmayan milliyetçi damarı harekete geçirdi. Anketlere göre bu süreçte birçok Kanadalı’nın ABD algısı değişmeye başladı. Öyle ki, yakın zamanda yapılan bir ankete göre, Kanada genelinde nüfusun %24’ü ABD’yi “hasım” ya da “hasmane” olarak görüyor. Bu oran Liberaller arasında %31. Küresel hegemonya mücadelesinin diğer aktörü Çin’i hasım olarak görenlerin oranı ise sadece %15! Bu, Kanada siyasetini yakından izleyenler için oldukça dikkat çekici bir dönüşüm.
Trump’ın Kanada konusundaki tutumunun bir tür “trollük” olduğunu düşünuyor olabilirsiniz. Nitekim birçok kişi böyle düşünüyor. Ancak 26 Nisan’da yayımlanan Time dergisi röportajında bu konuda ciddi olduğunu yeniden vurguladı. Kanada’da seçimlerin sürdüğü pazartesi günü (Kanada’da oy verme işlemi birkaç gün sürer), Trump, kendi sosyal medya platformu Truth Social’da Kanadalıların kendisine oy vermesi gerektiğini ima eden bir paylaşım yaptı.
Kanada siyasetine doğrudan bir müdahale anlamına gelen bu hareket karşısında en sert tepki Muhafazakâr lider Poilievre’den geldi. Ama bu, Poilievre için yeterli olmayacakti.
Sorun şu: Muhafazakâr Parti ve lideri, bir süredir Trump ve MAGA (Make America Great Again) hareketiyle yakından ilişkilendiriliyor. Trump’ın “America First” (Önce Amerika) sloganını Poilievre seçim kampanyasında “Canada First” (Önce Kanada) şeklinde kullandı. Göçmenlikten LGBTQ haklarına, sol ya da liberal bir tavir takinan üniversitelerin fonlarının kesilmesinden ’woke’ kamu çalışanlarının işten çıkarılması tehditlerine kadar birçok konuda Poilievre ve tayfasının Trump’ı örnek aldığı asikar. Petrol zengini Alberta’nın promiyeri Danielle Smith’in MAGA çevresiyle süren flörtü de Muhafazakarlar’ın Trump’çı imajının silinmesine yardımcı olmadı (Alberta, Quebec gibi ilginç bir konu ama bu konuyu şimdilik başka bir yazıya saklayalım).
Sonuç: Uzun zamandır görülmeyen bir durum yaşandı — tam 95 yıl sonra iki ana parti diğer tüm partileri adeta ezdi ve Liberaller azınlık hükümeti kurma hakkını kazandı. Muhafazakârlar, oylarını yaklaşık 2 milyon artırmalarına ve bazı bölgelerde önemli kazanımlar elde etmelerine rağmen, on yıl aradan sonra yine hükümeti kuramayacaklar.
Seçim sonuçlarının açıklandığı salı günü Başbakan Carney, ABD’yi tehdit olarak gördüklerini yineledi ve “Kanada’nın ABD ile eski ilişkisi artık sona erdi” dedi. Ben, bu iddianın gerçeklik kazanması için henüz erken olduğunu düşünüyorum. Ama önümüzdeki yılların ne getireceğini kimse bilemez.
Carney’nin zaferi, belki United’ın uzatmalardaki mucizesi kadar dramatik değildi ama en az onun kadar beklenmedikti. Bu beklenmedik dönüşte, en az kendi çabası kadar, güney sınırının ötesinden gelen sert rüzgârların da payı vardı. Trump’ın soylemi ve temsil ettiği çizgi, Kanada siyasetinde tahmin edilenden çok daha güçlü bir karşılık buldu. Şimdi ise asıl soru şu: Amerikan siyasi rüzgârlarının giderek sertleştiği bir dünyada, Kanada kendi rotasını ne kadar koruyabilecek veya kendine yeni bir rota çizebilecek mi?
Görüş
Hindistan-Pakistan gerilimi: Geleneksel ve sınırlı bir askerî güç gösterisi oyunu

7 Mayıs’ta, dünya Trump yönetiminin başlattığı ticaret savaşına odaklanmışken, Güney Asya yarımadasında Hindistan ve Pakistan arasında kısa ama şiddetli bir askeri çatışma patlak verdi. O gün, Pakistan ordusu beş Hindistan savaş uçağını düşürdüğünü, çok sayıda Hint kontrol noktasını yok ettiğini ve çeşitli Hint karakollarını vurduğunu duyurdu. Hindistan da en az üç savaş uçağının Hindistan kontrolündeki Keşmir’de “düştüğünü” doğruladı.
8 Mayıs’ta Pakistan ordusu, İsrail yapımı 25 “Harpy” insansız hava aracını daha düşürdüğünü ve Hindistan’ı çatışmayı daha da “tırmandırmakla” suçladığını açıkladı. Pakistan Bilgi Bakanlığı, Keşmir’deki fiili Hindistan-Pakistan kontrol hattı yakınında yaklaşık 50 Hint askerinin öldüğünü bildirdi. Aynı gün Hindistan, Pakistan’ı, Hindistan kontrolündeki Keşmir’in Pencap bölgesine drone ve füze saldırıları yapmakla suçladı. Buna karşılık, Hindistan ordusu misilleme saldırıları düzenleyerek bazı hedefleri yok etti.
Pakistan Dışişleri Bakanı Dar, Keşmir’de çatışma çıktıktan sonra iki ülkenin ulusal güvenlik danışmanlarının temas kurduğunu doğruladı. 8 Mayıs akşamı Hindistan Dışişleri Sekreteri Vijay Gokhale, “Sindoor Operasyonu”nun özel askeri hedefleri değil, yalnızca Pakistan’daki terörist tesisleri ve Hindistan’a yönelik sınır ötesi terör saldırılarıyla açıkça bağlantılı yerleri vurduğunu, Hindistan’ın durumu tırmandırma niyeti olmadığını vurguladı. Bir başka olumlu işaret ise Hindistan’ın daha önce kapattığı Çenab Nehri üzerindeki iki hidroelektrik santralinin üç kapısının yeniden açılması ve böylece Pakistan’a su temininin sağlanmasıydı.
Gözlemciler, iki taraf askeri mücadeleyi tamamen durdurmamış olsa da çatışma şiddetinin belirgin biçimde azaldığını ve Hindistan’dan sürekli yumuşama sinyalleri geldiğini kaydetti. Bu nedenle, iki nükleer güç arasındaki bu yerel çatışmanın zamanla sona ermesi ve dördüncü bir Hindistan-Pakistan savaşına dönüşmemesi bekleniyor. Analistler, Hindistan ile Pakistan arasındaki geleneksel sorunun hâlâ çözülmediğine, Hindistan tarafından başlatılan bu askeri güç gösterisinin iç politikaya hizmet etmenin ötesinde, yalnızca Güney Asya’daki gerilimi artırdığına ve iyi komşuluk ilişkilerine ya da Hindistan’ın süper güç olma hayaline katkı sunmadığına dikkat çekiyor.
Hindistan-Pakistan arasında yeniden patlak veren büyük çatışma, adeta “hafif bir esintiden çıkan fırtına” oldu. Bir anlamda Hindistan durumu abartarak, bir terör saldırısını iki Güney Asya gücü arasında son yarım yüzyılın en büyük hava çatışmasına dönüştürdü.
22 Nisan’da, Hindistan kontrolündeki Keşmir’in Pahalgam kasabasında bir terör saldırısı gerçekleşti. Üç silahlı saldırgan sivillere ateş açarak 26 kişinin ölümüne neden oldu. Hindistan hükümeti hiçbir kapsamlı soruşturma yürütmeden bu saldırının “Pakistan destekli terörizm” olduğunu ilan etti ve sert misillemeler yapılacağını duyurdu. Sonrasında Hindistan, Pakistanlı diplomatları sınır dışı etti, ikili ticaret anlaşmasını iptal etti ve hatta tarım ile içme suyu alanında Pakistan’a su tedarikini tamamen kesti. Hindistan’ın bu basit ve saldırgan adımları, terör saldırısının sorumluluğunu tartışmasız şekilde Pakistan’a yüklemeyi ve kamuoyu savaşında üstünlük kurmayı hedefliyordu.
29 Nisan’da Hindistan Başbakanı Modi, Pakistan’ın suçlamaları reddetmesi ve uluslararası tarafsız bir soruşturma çağrılarını göz ardı ederek, Hint ordusuna terör saldırısına karşı sert tepki verme yetkisi verdi. Orduya her türlü askeri müdahaleyi yöntem, hedef ve zaman açısından özgürce seçme hakkı tanındı. Hindistan’ın bu saldırgan tavrına karşı Pakistan da geri adım atmayarak hazırlıklarını artırdı ve nükleer silah kullanma tehdidinde bulundu.
7 Mayıs sabahı erken saatlerde, Hindistan ordusu “Sindoor Operasyonu” adı verilen sınır çatışmasının ilk saldırısını başlattı ve Pakistan’daki çeşitli hedeflere hava saldırısı düzenledi. Hindistan Basın Bürosu, dokuz Pakistan hedefinin vurulduğunu doğruladı. Pakistan’ın Dawn gazetesi, Pakistan kontrolündeki Keşmir’in başkenti Muzaffarabad ve Pencap’taki Bahawalpur dahil beş kente hava saldırısı düzenlendiğini, bazı şehirlerde elektrik kesintileri yaşandığını bildirdi. Pakistan askeri istihbaratı, birçok bölgenin Hindistan’dan gelen füze saldırılarına maruz kaldığını ve hava kuvvetlerinin savaş durumuna geçtiğini açıkladı. Ardından, Pakistan devlet televizyonu, askeri kaynaklara dayandırarak Pakistan’ın misillemeye başladığını ve Hint sınır kamplarına, karakollarına ve hava üslerine füze saldırısı düzenlediğini, beş Hint savaş uçağını düşürdüğünü bildirdi. 8 Mayıs sabahına kadar Pakistan tarafında 31 ölü ve 57 yaralı raporlandı.
Amerikan medyasına göre, her iki taraf da kendi hava sahasında eşi benzeri görülmemiş bir hava çatışmasına girdi, toplamda 125 savaş uçağı kullanıldı, çatışma menzili 165 kilometreyi aştı. Pakistan’ın düşürdüğü uçaklar arasında üç Fransız yapımı Rafale, bir Rus yapımı MiG-29, bir Su-30MKI ve bir Heron insansız hava aracı yer aldı.
Rafale, Hindistan Hava Kuvvetleri’nin en gelişmiş ana savaş uçağıdır ve yaklaşık 3,5 nesil seviyesindedir. Bazı askeri gözlemciler, uçakları düşüren Pakistan uçaklarının yüksek olasılıkla PL-15E hava-hava füzesi taşıyan JF-17 savaş uçakları ve LY-80 hava savunma sistemleri olduğunu belirtti. Pakistan Hava Kuvvetleri şu anda 150’den fazla JF-17 savaş uçağına sahiptir, PL-15E’nin azami menzili 145 kilometredir. Bu askeri çatışmanın sonucu, genel güç dengesi açısından dezavantajlı durumda olan Pakistan’ın yüksek performanslı hava savaşlarıyla Hindistan üzerinde moral üstünlüğü sağladığını göstermektedir.
Her iki taraf da şiddetli çatışmalara girmiş olsa da ve Hindistan herhangi bir avantaj elde edememiş, hatta kayıplar yaşamış olsa da, bu Hindistan tarafından başlatılan yerel çatışma, yine Hindistan’ın ilk olarak geri adım atmasıyla bir dönüm noktasına ulaşmış gibi görünüyor.
Birincisi, hava saldırılarını başlatan Hindistan Hava Kuvvetleri, Pakistan topraklarına girmeye cesaret edemedi, Pakistan ise hava kuvvetlerine Hindistan hava sahasına girmemesi talimatını verdi ve bu konuda ölçülü davrandı.
İkincisi, Hindistan “Sindoor Operasyonu”na dair bilgileri Rusya, Birleşik Krallık, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan ve ABD ile paylaşarak hem müttefik arayışına girdiğini gösterdi hem de arabuluculuk ve krizi yumuşatarak sonlandırma niyetinde olduğunu ima etti.
Üçüncüsü, birçok savaş uçağının düşürülmesine rağmen Hindistan, ilk “göz kırpan” ve yumuşama sinyali veren taraf oldu; diğer ülkelere yaptığı bilgilendirmelerde mevcut durumu “tırmandırma niyetinde olmadığını” vurguladı ve ancak Pakistan durumu tırmandırırsa kesin karşılık vermeye hazır olduğunu belirtti.
Hindistan-Pakistan arasında aniden patlak veren bu çatışma, zaten kaotik olan dünyaya yeni bir kaygı dalgası ekledi ve geçici olarak kamuoyunun dikkatini ABD’nin gümrük vergisi savaşı, Kızıldeniz krizi, İsrail-Filistin çatışması, İran nükleer meselesi, Rusya-Ukrayna savaşı gibi sıcak gelişmelerden uzaklaştırdı. Çin, Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve diğer ülkeler ile uluslararası kuruluşlar, her iki tarafa da itidal çağrısı yaparak çatışmanın büyümemesi ve tırmanmaması gerektiğini belirttiler. İran ve Türkiye aktif biçimde arabuluculuk yaparken, genelde Hindistan’ı destekleyen ABD hükümeti bu kez belirsiz bir tutum takındı; Başkan Trump, iki tarafın da bu krizi kendi başlarına düzgün şekilde çözeceğine inandığını ifade etti.
Bu çatışmanın büyük olasılıkla zirve noktasını geçtiği ve düşük yoğunluklu çatışmalara, hatta askerî olmayan yöntemlerle rekabete evrileceği öngörülüyor. Ancak, Hindistan’ın bu durumu abartarak büyük çaplı çatışmayı tetiklemesi, gözlemciler tarafından sorgulanmayı ve analiz edilmeyi hak ediyor.
Birincisi, Pahalgam’daki terör saldırısının kurgulanmış olma ihtimali dikkat çekiyor. Saldırıdan sonra Hindistan medyası, Hindistan kontrolündeki Keşmir’de faaliyet gösteren Müslüman “Lashkar-e-Taiba” örgütünün uzantısı olan “Direniş Cephesi”nin sorumluluğu üstlendiğini iddia etti. Hindistan güvenlik birimleri, birçok saldırganın Pakistan’dan geldiğini belirtti. Ancak birkaç gün sonra “Direniş Cephesi” bu saldırıyla bağlantısı olmadığını resmi olarak duyurdu ve daha önceki “sorumluluğu üstlenme” mesajının, Hindistan siber istihbarat birimleri tarafından “hacklenerek uydurulduğunu” açıkladı. Pakistan yetkilileri, bunun Hindistan istihbaratının bir başka “sahte operasyonu” olduğunu, Pakistan’ın uluslararası itibarını zedelemeyi ve Hindistan’da Hindu temelli radikal siyasi ajandaya hizmet etmeyi amaçladığını ifade etti.
1 Mayıs’ta, sosyal medya platformu Telegram’da, saldırının Hindistan güvenlik birimleri tarafından planlandığı ve Pakistan’a suç atıldığına dair bir sızıntı yayımlandı. Kaynağın, Hindistan İstihbarat Teşkilatı Başkanı Korgeneral Rana olduğu bildirildi. Ardından, Rana gizemli bir şekilde görevden alındı.
İkincisi, Hindistan’ın ortak bir soruşturma teklifini reddetmesi makul değil. Pahalgam saldırısından sonra Pakistan Başbakanı Şahbaz, olayla ilgili güvenilir, şeffaf ve tarafsız uluslararası bir soruşturma yapılması çağrısında bulundu. Ancak Hindistan, bu çağrıyı kesin bir dille reddetti ve hızla ardı ardına misilleme adımları attı, suçlamaları tek taraflı olarak Pakistan’a yöneltti. Analistlere göre, bu anormal davranışlar Hindistan’ın gerçeği bulanıklaştırmak ve askerî müdahaleye alan açmak istediğini gösteriyor.
Üçüncüsü, mevcut durumda Pakistan’ın gerilimi tırmandırmasından bir çıkarı yok. Güney Asya uzmanlarına göre, Pakistan’da siyasi istikrar bu yıl itibariyle adım adım sağlanmakta, ekonomik zorluklar ise devam etmekte ve güvenlik durumu köklü biçimde iyileşmiş değil. Hindistan’a karşı büyük ölçekli bir askerî çatışma başlatmak, ciddi belirsizlikler doğurur. Bu nedenle Pakistan savunma pozisyonunu koruyor ve Hindistan’a saldırı başlatması olası görülmüyor.
Dördüncüsü, Hindistan’ın Pakistan’a karşı sert tutumunun iç politikada krizleri örtme amacı taşıdığı söylenebilir. Analistler, Modi’nin uzun süredir Hindu milliyetçiliğini teşvik ettiğini, Müslüman azınlığı baskı altına aldığını ve kendi siyasi meşruiyetini bu ideolojiye dayandırdığını belirtiyor. Bu durum, Hindistan’ın bu ideolojiye bağımlılığını artırmış ve karşılıklı bir simbiyotik ilişki doğurmuştur. Pakistan ve Müslüman kökenli terör saldırıları ve bunlara verilen sert tepkiler, Modi hükümetinin milliyetçi ve dini anlatısını güçlendirmektedir.
Beşinci olarak, Hindistan bu fırsatı kullanarak Keşmir bölgesinin “Hindulaştırılması” sürecini daha da ileri taşıdı. Modi’nin 2019’daki yeniden seçilmesinin ardından, Hindistan hükümeti Hindistan kontrolündeki Keşmir üzerindeki merkeziyetçi kontrolü ve “Hindulaştırma” sürecini güçlendirdi; bölgenin özel özerk statüsünü kaldırdı, yasama meclisini feshetti, yıllardır sahip olduğu özerk eyalet statüsünü sona erdirerek doğrudan merkezden yönetilen bir bölgeye dönüştürdü. Bu durum, yerel Müslüman nüfusun etnik ve dini aidiyet duygusunu daha da bastırdı, Keşmir sorununun çözüm perspektifini karmaşıklaştırdı ve radikal, aşırılıkçı hatta terör eğilimli yapıların yükselmesini tetikledi. Modi hükümeti, Hindistan kontrolündeki Keşmir’de G20 bakanlar toplantısı düzenleyerek Keşmir’in ilhakını uluslararası topluma meşru gösterme çabasına dahi girdi.
Keşmir’in statüsü konusunda Hindistan ve Pakistan’ın tutumu tamamen zıttır. Hindistan, Keşmir’in kendi ayrılmaz parçası olduğunu savunurken, Pakistan Birleşmiş Milletler kararlarına dayanarak Keşmir halkının referandum yoluyla kaderini belirlemesi gerektiğini vurgular. Bu tutum farklılığı, her iki tarafın kamuoyu oluşturma biçiminde bazı ince farklar yaratmakta ve Hindistan kontrolündeki Keşmir’de neden sürekli terör saldırıları yaşandığını da açıklamaktadır. Modi hükümetinin altı yıl önce Keşmir’i zorla “Hindulaştırması”, mevcut çelişkileri derinleştirmiştir. Hindistan, Pakistan’ın sunduğu toprak anlaşmazlığı müzakere tekliflerini sürekli reddetmekte, bunun yerine önce terörizmi çözmesini şart koşmaktadır. Bu şekilde Hindistan, hem ikili ilişkilerin iyileştirilmesi için tek taraflı bir gündem belirlemekte hem de Pakistan’a ilgisiz terör saldırılarının sorumluluğunu yükleyerek Keşmir sorununun barışçıl çözümünü çıkmaza sokmaktadır.
Hindistan-Pakistan arasındaki bu son çatışma, iki tarafın nükleer güç olması, karmaşık jeopolitik ilişkiler ve kırılgan iç siyaset nedeniyle dördüncü büyük ölçekli bir savaşa dönüşmeyecektir. Bunun yerine, daha önce defalarca sahnelenmiş olan tanıdık anlatı mantığı ve olay örgüsünün tekrarını gördük. Ancak bu olay sayesinde gözlemciler, Modi hükümeti yönetiminde Hindistan’ın ekonomik kalkınmada ciddi ilerleme kaydettiğini açıkça görebiliyor. Hindistan’ın genel ulusal gücü ve jeopolitik ağırlığı Pakistan’ı çoktan aşmıştır. Üstelik Çin, ABD, Rusya, AB ve hatta Japonya gibi aktörlerin hepsi, jeopolitik rekabet içinde Hindistan’ı kendi yanlarına çekmeye çalışmaktadır. Bu da Modi hükümetinin üstünlük duygusunu eşi benzeri görülmemiş düzeye çıkarmış ve “Hindistan Rüyası” ile büyük güç olma hedefinde kendinden geçmesine, hatta gerçeklikten kopmasına yol açmıştır.
Güçlenen Hindistan, sadece Pakistan’a karşı “sert olmakta doğal” hale gelmekle kalmamış, Çin ile ilişkilerinde de sert ve saldırgan bir çizgi izlemeye başlamıştır. Hindistan, Çin’in kendisini Şanghay İşbirliği Örgütü’ne dahil etmesini takdir etmek yerine, bu örgüt içinde ve BRICS içinde sürekli Çin’in önünü kesmekte, G20 üzerinden Keşmir konusunu gündeme getirmekte, hatta Küresel Güney ülkeleri liderliğini açıkça kapma yarışına girmektedir; bu durum Hindistan’ı adeta II. Dünya Savaşı sonrası bağlantısızlar hareketinin ilk yıllarına geri götürmektedir.
Gerçekte ise Hindistan hâlâ Güney Asya’nın büyük ülkesi, bölgesel bir güçtür. Körü körüne güven, kibir ve kendine hayranlıkla gerçek gücünün ötesinde bir büyük güç statüsünü hedeflemesi, büyük ihtimalle zarardan başka bir şey getirmeyecektir. Pakistan’la nadir görülen bir çatışmayı pervasızca başlatması ve hava savaşında yaşadığı aşağılayıcı mağlubiyet, umarız Modi hükümetini kendi hayali büyük güç rüyasından uyandırır; daha gerçekçi bir dış politika ve stratejiye dönmesini sağlar ve Hindistan’ın gerçek gücü ve konumuna uygun bir rekabet stratejisi ve hedefi geliştirmesine vesile olur.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
-
Rusya1 hafta önce
Rusya’da havaalanlarında toplu uçuş ertelemeleri
-
Görüş1 hafta önce
Kim kazandı?
-
Görüş1 hafta önce
Hindistan-Pakistan savaşı henüz başlamadı
-
Dünya Basını2 hafta önce
Güçlü Amerikan Tanrıları, Trump ve Uzun Yirminci Yüzyılın Sonu
-
Asya1 hafta önce
Cammu ve Keşmir: Yarım asırlık çatışmanın tarihi
-
Söyleşi2 hafta önce
Alexander Rahr: Bu hükümetin dört yıl dayanması beni şaşırtır
-
Amerika6 gün önce
Zuckerberg ve AI terapistler: Aklınıza mukayyet olun!
-
Görüş1 hafta önce
“Ölüm denir mi hiç öylesine?”